İran: Hiper-Gerçekliğin Reddi

Bütün dünyanın gözünü diktiği ve doğal olarak bizim de hararetle takip ettiğimiz “saklı” bir jeopolitik öneme sahip olan kuzey hattı ülkelerinden İran İslam Cumhuriyeti’nde 23 Mayıs 1997 günü yapılan yedinci dönem Cumhurbaşkanlığı seçimlerini mümtaz medyamızın o çok sevdiği tabirle “ılımlı, özgürlükçü, demokrat ve açık fikirli bir İslâm aydını” olan eski Kültür ve İslâmî İrşad bakanı Seyyid Muhammed Hatemi kazanmıştı. Seçimleri Hatemi’nin kazanmasının o kadar olağanüstü bir tarafı yoktu. Ama seçim öncesi ve sonrasında bizimkiler de dahil tüm Batılı bilgi oluşum mekanizmaları ve medyanın bu olaya yaklaşımı ve kullandığı jargon “ilginç” daha doğrusu tam bir kara mizah örneği idi. Seçim sonrası İran’da “değişimin kazandığını” ve molla sarığına “liberal bir tokat” atıldığını müjdeleyen medyamız hızını alamayıp bu “müthiş” olayı Türkiye’de o günkü güncel Refah Partisi karşıtlığıyla da harmanlayarak özgürlükçü aday Hatemi karşısında “şeriatçı” Meclis Başkanı Natık Nuri’nin mağlubiyetinin “bizim yobazlara ders olmasını” dilemeyi de ihmal etmedi.

Avrupa’da sağ muhafazakâr cephenin topyekûn bir yenilgisi ile sonuçlanan “şok” gelişmelerden sonra İran, dünya ve Türkiye gündemine pek çok defa alışageldiğimiz geleneksel reflekslerimizin harekete geçirdiği o soy milliyetçi, ötekini farklılaştırıp düşman sayarak yadsıyan ve bunu laikçi bir söylem ve irtica edebiyatı ile harmanlayarak dıştalayan bir söylemsel dolaşımdan ve eskiden görmeye alışık olduğumuz İran imgesinden farklı olarak yeni bir imge ile karşımızda duruyordu. Dünya ve Türkiye gündemine yeni bir vizyon ile giren İran, artık Gorbaçov ve Deng Şiaoping’in yaptığı gibi özgürlüğe ve demokrasiye daha çok değer veren reformist ve ülkesinin kapalı kapılarını ardına kadar açacak olan “liberal” bir politikacıya sahipti... İngiltere’de Blair, Fransa’da ise Jospin hükümetinin başa geçmesiyle yaşanan şaşkınlıkla mücehhez bir şok dalgasından daha farklı bir etkiye sahipti İran seçimleri. Zira reel politiker hesap ve kaygılarla hareket eden tüm Batılı bilgi oluşum mekanizmaları daha seçim yapılmadan çok önce bu seçimleri “İslâm devriminin geleceğinin oylandığı” bir referanduma dönüştürmüştü bile.

Seçim öncesinde medyada kadınların, gençlerin, halkın çoğunluğunun Hatemi’yi desteklemesinin özel olarak rejime duyulan bir hoşnutsuzluk olarak görüldü ve öyle yansıtıldı. Onlara göre Hatemi’nin seçimleri kazanmasında ılımlı gruplar, liberaller ve solcular etkiliydi. İran’da nasıl bir değişimin kazandığını açıklamayan medya, gelecek günlerde İran’da değişim projelerinin hayatiyet bulacağını ve bu değişimden mollalar ile Hatemi arasında gergin anlar yaşanacağı kehanetinde bulunmayı da ihmal etmemişti. Daha seçimler yapılmadan böyle bir senaryo yazılmıştı zaten. Son zamanlarda adet olduğu üzre İran’a kadın gazeteci gönderen basınımız, kadın kimliğinin altında yatan bir hesapçılık ile İslâmî bir yönetimde kadının baskı ve zor altındaki halet-i ruhiyesini insanlarımıza daha iyi anlatmanın bir yolunu bulamıyor olmalılar ki, yaptıklarına romantik bir duyarlılık katmak için tesettüre bürünerek televizyon ekranlarında arz-ı endam etme yolunu seçiyorlar. İşinin uzmanı yazarlarımızdan Nevval Sevindi de o çok sevdiği köşesini bırakıp İran’a gitmiş ve orada İran halkının çektiği sıkıntılara tanık olmuştu. ATV ana haber bülteninde geleneksel İran kıyafetlerine (Çadora) bürünerek bizleri bilgilendirmeye çalışan yazarımızın çizdiği İran ve Hatemi profili de seçim öncesi ve sonrasında yapılan tartışmaların seyrini neredeyse tek başına yönlendirmeye başlamıştı. Öyle ki Nevval Hanım bir anda uzman sıfatıyla olur olmadık yerde boy göstermeye başlamıştı. Herhalde Nevval Sevindi gibi modern, aydın bir antropolog için çağın gerisinde kalmış arkaik bir malzeme olarak İran ve Humeyni imgesinin tarihin arkeolojisine geri dönmesi gerekecektir, ama kendisi için “Türkiye’nin kimlik arayışında Fethullah Gülen’in yeri” ayrıcalıklı bir konum işgal edecek, böylece bu uygar, kültürlü, entellektüel kişiliğin şahsında Türkiye yeni bir dönemece doğru kararlı adımlar atacaktır.

Bir tevafuk mu yoksa bir tesadüf müdür bilinmez, Fransa 98 Dünya Futbol Şampiyonası’nda 1979’dan bu yana siyasî arenada birbirine hasım olan iki ülke olan Amerika ve İran aynı gruba düştükleri ilk turda ki karşılaşmaları, dünya gündemini, özellikle ABD yönetimini, futbolun dışında siyasal sonuçları açısından da ilgilendiriyordu. Bütün dünyanın neredeyse final maçından daha çok heyecanla beklediği bir halet-i ruhiye içerisinde oynanan maç, İran’ın galibiyeti ile mücehhez eş anlı bir şaşkınlıkla sona ermişti. Bu futbol karşılaşması her şeyden önce ABD’ye Hatemi ile girilen yeni dönemde İran ile arasındaki ilişkileri yeniden başlatmak ve İran’a tekrar modern dünya sistemi içerisindeki ayrıcalıklı konumunu hatırlatmak için uygun bir fırsat teşkil etti. Zira Avrasya’nın önemli geçiş noktalarında yer alan İran, bu bölgedeki petrol yataklarına hâkim olmak isteyecek her (süper) gücün öncelikli ilişkiye girmesi gereken ülkelerden biri konumunda. Onun için ABD’nin İran’a şimdiye kadar uyguladığı tek taraflı müeyyidelerin tümü geri tepmişti. Bundan sonra da İran’a olan ihtiyaçları dolayımında, şimdiye kadar hasmane bir tutumun belirlediği iki ülke ilişkilerini görece sıcak tutmak ABD’nin dış politikasında öncelikli bir yer tutacaktır.

Batı’nın ve özellikle ABD’nin iş başına geldiği günden bugüne İran’la arasını düzeltmeye çalışması ve böylece İran’ın Batı kamuoyunda kabul görmeye başlaması ile koşut olarak ilerleyen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmemesi, Avrupa’dan dışlanması Türkiye’nin İran kadar önemli bir müttefik olmadığının anlaşılması, Türkiye’deki sağ muhafazakâr cenahı da düşündürmüyor değil. Onun için Mustafa Özel, İran’ın katkısı ile oluşturulan iki büyük petrol bölgesinin entegrasyonunda Türkiye’nin kesinlikle gözden çıkarıldığı yolundaki tespiti, bu dışlanmışlığı ve kuşatılmışlığı, “iç düşman” ve “dış düşman” nosyonları içerisinde güncelleştirerek düşmanını dışarıda arayan İran’ın düşmanı tarafından baştacı edilirken, Türkiye’nin sistem içinde “Kerbela’da Müslüman olmuş Yahudi’ye dönmesi”ni pek de şaşırtıcı görmemektedir.

Keza Hazar Denizi petrollerini Batılı pazarlara ulaştıracak Bakü-Ceyhan petrol boru hattına karşı iran’ın önerdiği alternatif güzergâhın dikkat çekmeye başlaması, şimdiye kadar kıblesini hep Batı’dan yana çevirmiş olan, Türk dış politikasında da bir şaşkınlık içerisinde karşılandı. Yine o bildik söylemiyle İran’ın Türkiye karşısına özellikle “bazı” çevreler tarafından çıkartıldığını dillendiren Türk dış politikası, şimdiye kadar hep ABD’nin koordinatlarıyla belirlediği İran ile olan ilişkilerinde ABD’nin farklı bir politika izleyerek İran’a yanaşmasını şimdilik hazmedemiyor.

Modern dünya sisteminin bir hinterlandı konumuna gelen Avrasya’nın ve Avrasya petrollerinin geçiş noktasında bulunan İran’ın Batı ile uzun süreli bir “kapalılık” politikasını sürdüremeyeceğini anlayan ABD, dünyayı ekonomik bir pazara dönüştüren neo-liberal politikaları sayesinde anti-Amerikancı hissiyatın ve İslâmî hareketin köktenci versiyonlarının bir yayılma kanalı olarak gördüğü İran’a böylece İran Amerika maçı bahane edilerek de olsa şimdiden reel-politik hesap ve kaygılarla İran’a çeşitli yollardan barış mesajları göndererek zeytin dalı uzatmış gibi görünüyor. Zira Haziran başlarında ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, New York’ta Asya Cemiyeti toplantısında yaptığı konuşmada İran’la bir süre önce geliştirilmeye başlanan sıcak ilişkilerin daha da ileri götürülmek istendiğini ve hiç kimsenin Doğu kültürünü ve İslâm uygarlığını görmezden gelemeyeceğini belirtti. ABD, böylece İran’ın egemenliğine saygı duyduklarını bu vesile ile anlatma fırsatı da bulmuş oldu. İran’da bir zafer edası ile kutlanan maçtan sonra Washington yönetimi, Dışişleri Bakanı Sözcüsü James Rubin aracılığıyla İran İslâm Devrimi’nden sonra rejime karşı silahlı mücadele yürüten Halkın Mücahitleri Örgütü’nü terörist ilân etti. Bu şüphesiz ki, Amerika’nın İran’la ilişkileri ısıtma yönünde attığı somut adımlardan biri olarak görülebilir. Fakat iki ülke arasında kalıcı bir barışın sağlanması o kadar kolay değil. Bu iki farklı medeniyetin birbirlerinin kültürel kodlarını dışlamadan oluşturacakları siyasal bir çerçeve içerisinde yürütülebilecek bir uluslararası ilişkiler anlayışı bunda etkili olabilir.

Türkiye’de kimi sağ muhafazakâr çevrelerin İran’ın dışa açılırken duyduğu kaygılardan en önemlisi, Türkiye’nin Batı tarafından gözden çıkarılması ve bunun sonucunda da gittikçe içine kapanan Türkiye’nin İslâmî duyarlılığa sahip olan insanlar üzerinde estirdiği bir baskı havasının kopardığı gürültüdür. Bunun dışında İran’ın dışa açılmasının tarihsel açıdan Türkiye’nin lehine bir durum olduğundan bahseden sağ-muhafazakâr görüşler de yok değil. Onlara göre içine kapanan İran’da “Safevî refleksleri” açığa çıkmaktadır. Onun için Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerinde onu kendi lehine çevirebilecek uygun bir “denge” unsuru olarak kullanmak, pragmatik bir güç ilişkisine göre belirlenecek olan uluslararası bir siyaset anlayışının öncelikli amacı olacaktır.

Özellikle Türkiye gibi laiklik ideolojisinin dinsel ritüellerle kutsandığı ve tek hâkim paradigma olduğu ülkelerin tahayyül dünyasına egemen olan “İran” ve onun şahsında “İslâm” imgesi, hep gerçekliğin bir bütün olarak safdışı bırakıldığı ve bir manipülasyon malzemesi olarak kullanıldığı medyalar tarafından belirlenmektedir. Buna bir de tarihten gelen “Safevi refleksleri”ni eklediğimiz vakit İran, Türkiye’deki laikçi kesimin dışında İslâmî düşünceyi bir yaşama biçimi olarak benimseyen insanların karşısına da mezhebî kaygılarla bir tehlike olarak çok rahat sunulabilmektedir. Zira siyasal iletişimin küresel boyutundan kaynaklanan hegamonik gücü ve uluslararası iletişim ağlarının “şimdi” ve “burada” olan söylemsel gücünden kaynaklanan tüm mitik önyargılar kamusal hayatta yaşanan bu gibi pragmatik dönüşümlerin de temel saiklerinden biridir.

Edward Said, özel olarak 1979 İslâm devrimiyle beraber “kaybedilen” İran’ın en vulgarize edilmiş boyutlarıyla Amerikan basınında işlenişini, genel olarak da saklı gücüyle Batı’yı her zaman rahatsız eden ve onun için özel bir “tehdit”in temsilcisi olan İslâmiyet’in Batılı bilgi oluşum mekanizmaları ve iletişim araçları tarafından gerçek kimliğinden tecrit edilerek, özel bir bilgi ve haber ağıyla donatılarak Batı’da pek çok İslâm ülkesinde hangi amaçlara hizmet edecek şekilde kullanıldığını çarpıcı boyutlarıyla anlattığı eserinde günümüz Avrupa ve Amerikan kamuoyu nezdinde İslâmiyet’in “tatsız” bir haber olarak nasıl kurgulandığını dile getirir. Oryantalizm yazarının dillendirdiği bu “tatsızlık” kendini evrensel bir norm olarak algılayan Batı tarafından farklı sayılarak “ötekileştiren” böylece tarih-dışı bir süreksizliğin içerisine itilerek dıştalanan İslâm’ın her türlü manipülasyona açık bir malzeme olmasıdır. Zira Batı’nın bilinçaltında hep yersiz-yurtsuz bir uzama sahip olmuştur İslâm. Onun için Batı, İslâm söz konusu olduğunda bilginin oluşumunda ve dağıtımında hiçbir zaman nesnel davranmamakta; aksine olayları görmek istediği gibi yansıtmakta ve çok rahat bir şekilde çarpıtabilmektedir.

Covering İslâm adlı bu yapıtında “covering” kelimesini hem “haber” hem de “örtmek” anlamlarını içerecek şekilde çift anlamlı bir metafor olarak kullanan Said’e göre ABD medyası, İslâmiyet’i “aktarırken” aynı zamanda gerçekleri saklayarak ve çarpıtarak üzerini “örtmekte”dir. İslâm’ın par excellence bir medya olayı olarak ele alındığı zamanların dışında bile İslâm, yalıtılmış bir imge ile manipüle edilmektedir. İran İslâm devrimi ve ardından gelişen diğer olaylar, özellikle 4 Kasım 1979’da patlak veren “rehineler krizi” ve daha bunun gibi pek çok olayın ardından İslâm’ın ve İran halkının en vulgarize edilmiş boyutlarıyla tatsız birer haber olarak Batı medyasında işlenmesi Jean Baudrillard’ın adına hiper-gerçeklik adını verdiği ve başlangıçta her şeyi olduğu gibi yansıtan imgenin daha sonra gerçekliği çarpıtması sonucunda, olduğundan farklı bir durumun ortaya çıkması ile gerçekliğin çökmesi, imge ve simülasyon aşırı yüküyle gerçek ve imgesel olanın birbirine karışması olarak betimlediği durumun çarpıcı bir göstergesidir.

Etik bir sinizme düşmeden İran, şimdiye kadar izlediği politikalarda Batı’nın ürettiği ve saldırıya geçtiği bu hiper-gerçekliğe direnebilmeyi başardı. Fazla iyimser olmamak kaydıyla Batı’nın halen gündemde olan birtakım sorunlara rağmen, İran’la iyi ilişkilere girmek istediğini söyleyebiliriz. Özcesi, Samuel P. Huntington ve Francis Fukuyama gibilerin umdukları şekilde bir “uygarlıklar çatışması” ya da “tarihin sonu” ihtimali, Batı’nın, küresel kapitalizmin meta fetişizminden kaynaklanan çıkarları yüzünden tuzla buz olmuş durumda.

Peki ya Türkiye...

Türkiye ise bu lanet hiper-gerçekliğin içerisinde boğulmayı çoktan göze almış gibi görünüyor.