NATO'nun Sahibi Kim?

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, varlığına son vermesi beklenen NATO, 50. yılında yeniden doğdu. Hem daha kural tanımaz hem de daha hırçın bir yapıya dönüştürülen NATO, yeni görev alanı ve biçimini de sanki, “canının istediği her yerde her türlü görev” olarak tanımlıyor; “NATO üyesi birliği tehdit eden askerî ve askerî olmayan tehlikeler aynı çeşitlilikte ve çapta sürmektedir. Bu tehlikeler Avrupa-Atlantik bölgesinde ve onun çevresinde bölgesel krizler, bilinmezlikler ve kargaşalıklar olarak görülmektedir. NATO etnik ve dini çatışmalarda, bölgesel kargaşalarda, yetersiz ve eksik reform çabalarında, insan hakları ihlallerinde ve devletlerin sona ermelerinde girişimlerde bulunacaktır. Birliğin güvenliği global çerçevede de dikkate alınmak zorundadır.”[1] Zaten 23-24 Nisan l999 tarihleri arasında Amerika’da yapılan 50. doğum günü töreninden sonra imzalanan bu yeni NATO belgesine bakıldığında, bu belgenin bir tek, son kertede NATO’nun Amerikan çıkarlarını savunma örgütünden ibaret olduğununun tescil edilmesi işine yaradığı görülmektedir. Başka bir deyişle, bu zamana kadar teorik olarak, bir “askerî savunma örgütü” olan NATO, bu konseptle son on yıldır Amerika’nın pratikte gerçekleştirdiklerini programına alarak meşrûlaştırmış ve NATO, üyesi diğer ülkeler de Amerikan politikalarını onaylamış oldular.

Yeni NATO belgesine göre, her şeyden önce, NATO Birleşmiş Milletler’in kontrolünden çıkartılıp Amerika’nın “silahlı gücü” haline getirildi. Artık NATO bir savunma örgütü olmaktan çıkartılarak, en dikkatli deyim kullanılacaksa, bir “müdahale” örgütü halini aldı. Artık bu kararlardan sonra NATO istediği anda kendi üyeleriyle ilgisi olmayan bir bölge ve durumda bile müdahale etme hakkına sahip ki, bu da en basit anlamıyla Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bitişinin ilânı anlamına geliyor. Her şeyden daha önemlisi, NATO artık müdahale alanı olarak bir olası “tehdit ve tehlike” konseptine sahip ki, asıl üzerinde durulması gereken nokta bu. Özellikle bu maddenin kendisine tanıdığı yetkiyle NATO, daha doğru okumayla Amerika, iyiyi kötüden ayırma örgütü haline gelmiştir. NATO, yeni konseptinde, bir yandan üye ülkelerden birinin önümüzdeki dönemde bir saldırıya uğraması ihtimalinin çok düşük olduğu belirtiliyor, bir yandan da uzun vadede bir tehdidin oluşacağı kaydediliyor.[2]

Bu “uzak tehdit” düşüncesinin temelinde ise, Amerikan politikasının halen Rusya ve Çin’i olası tehlike görme düşüncesi var.[3] Amerika Başkanı Bill Clinton’ın 26 Şubat l999’da San Francisco’da yaptığı “21. Yüzyıl İçin Barışçıl Bir Dünyanın Oluşturulması” başlıklı konuşmasında, “eski karşıtlarımızın serbest pazar ekonomisine ve özgürlükçü düzene geçmeyi başaramayacakları tehlikesi”[4] olarak ifade ettiği şey tam da bu. NATO’nun daha doğrusu NATO için Amerika’nın yeni konseptinde, en azından gelecek yüzyılın ilk yarısında dünyayı tehdit edebilecek tehlikeler arasında neler yok ki. “Terörist saldırılar ve suç örgütlerinin sabotajları sonucu hayatî öneme sahip kaynakların teröristlerin eline geçmesi”nden “kontrol edilemeyen geniş yıgınların haraketliğine” ne kadar herşeye NATO müdahale edebilecek.[5] Yeni NATO konseptinde yer alan, “nükleer silahların gelecekte de önemli bir rol oynayacağı, hatta nükleer bir savaşın olası olduğu” tespiti de Clinton’ın konuşmasında şöyle dile getiriliyor; “Pakistan ve Hindistan arasındaki silahlanma yarışı akla getirildiğinde gelecekteki bir savaşın nükleer savaş olabileceği olasılığı vardır... Biyolojik ve kimyasal silahların teröristlerin ya da terörist devletlerin eline geçmesi sözkonusudur.”[6] Aslında kısaca ifade etmek gerekirse, Clinton’ın Francisco konuşması biraz düzenlense ve 23-24 Nisan tarihlerindeki NATO zirvesine getirilmiş olsaydı, l9 ülkenin NATO’nun yeni konsepti olarak kabul ettii belge bu konuşmadan ibaret olacaktı. Çünkü iki metin arasındaki tek fark, birinin konuşma biçiminde kaleme alınmış olmasından ibaret, Zaten oradaki konuşmasında Clinton, bu “öneri”lerini Nisan sonundaki NATO 50. yıl doruk toplantısına getirmelerinin bir “zorunluluk” olduğunu anlatıyor; “Bunun için öyle bir NATO oluşturuyoruz ki, bu NATO yalnızca kendi sınırlarıyla ilgili bir bölgedeki saldırılara karşılık vermekle yetinmeyecek, kendi güvenliğimizi tehdit eden NATO bölgesi dışındaki bölgelere de müdahale edebilecektir.” Bu cümle de NATO’nun yeni konseptinde, NATO’yu eskisinden ayıran önemli bir nokta olarak yer alıyor.

NATO’nun Yugoslavya’ya karşı ilân ettiği savaş, yeni tür NATO’nun yapısını anlamaya çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. Öte yandan NATO’nun Yugoslavya savaşı, Libya, Irak, Sudan ve Afganistan da “teröristleri” ya da “terörist ülkeleri” hizaya getirme amaçlı ABD saldırılarının bir parçası olarak düşünülmeli hatta bu yolla “dünyaya yeni bir düzen verme” sürecinin taçlandırılarak sonlandırılması olarak değerlendirilmelidir. Görünürde, NATO, kurulduğundan bu yana ilk kez bir ülkeye, bu ülke herhangi bir NATO ülkesine saldırmadığı ya da herhangi bir tehlike oluşturmadığı halde savaş ilân etmiştir ama aslında Amerika ilk kez saldırılarında açıkça NATO’yu kullandığını gizleme gereği duymamaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin alınmadan sürdürülen bu savaşla Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin bundan sonraki veto etme olasılığı tehlikesini de ilelebet ortadan kaldırmıştır.

Geçen yılın Haziran ayında Amerika’nın bütün isteğine rağmen Yugoslavya’nın Birleşmiş Milletler onayı olmadan NATO tarafından bombalanması konusunda üye devletler kendi aralarında anlaşmaya varamamışlardı. BM Güvenlik Konseyi’nde Yugoslavya’nın bombalanmasına izin vermeyen Rusya ise Miloseviç’e açıktan destek vermişti. Miloseviç Rusya’ya gitmiş ve barış görüşmelerine başlanması kararlaştırılmıştı. Yunanistan ve İtalya’nın Yugoslavya telefon şirketini satın almaları, Balkanlar’daki Slav dayanışmacılığı, Avrupa Birliği’nin Yugoslavya’ya uyguladığı ekonomik ambargoyu kaldırması da Amerika’nın o dönemde yalnız başına bombalamaya kalkışmasını engellemişti. Şimdi, bir yanda Rusya’nın ekonomik olarak iyice dibe vurmuş olması diğer yanda Balkanlar’daki Yugoslavya haricindeki bütün devletlerin Slav ırkının birliğinden çok, ülkelerinin ekonomik çıkarlarını düşünüyor olmalarının yarattığı ortam şimdi Rusya’yı haraketsiz hale getirmiştir.

En son Fransa’da anlaşmazlıkla sonuçlanan görüşmeler Kosova sorunu konusunda Amerika’ya beklediği fırsatı vermiş oldu. Eski Almanya Savunma Bakanı ve CDU’nun Genel Başkan Vekili Volker Rühe Yugoslavya’yı kimin bombaladığını ve NATO’nun kime ait olduğunu belki de farkında olmadan pek güzel anlatıyor, “Amerikalıları çok güçlüsünüz diye itham etmektense, Avrupa’nın güçsüzlüğüne bakmak gerekiyor. Kosova sorununda biz aylarca zorlayıcı tedbirler dayattık ama hiçbir şey yaptıramadık. Şimdi bomba atma zamanı. Bu Avrupalıların güçsüzlüğü, bunu görmek lazım. Bizim daha fazla Avrupa’ya, güçlü ve kapalı bir Avrupa’ya ihtiyacımız var.”[7] Bu sefer Amerika dünya politik konjonktürünün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararına ihtiyaç duymadan da NATO’nun bombalamayı başlatabileceğine uygun olduğuna karar vermiş olacak ki, savaş başlamış oldu. Yeni NATO’nun bu biçimde Yugoslavya’da denenmesi, bir tek NATO’nun hiçbirsorunu çözmediği aksine var olan sorunları daha da ağırlaştırdığının görülmesi açısından “anlamlı” bir sonucu olabilir.

Öte yandan yıllardır süren Kosova krizine bulduğu “çözüm yolu” Amerika’nın, yıllardır kendi Birleşmiş Milletler krizine getirdiği çözümü de oldu. En azından NATO’yu kullanırken Amerika, Birleşmiş Milletler’e ihtiyaç duymayacağını ilân etmiş ve herkese kabul ettirmiş oldu. Güvenlik Konseyi’nin veto hakkı olan beş daimi üyesinden soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı, her zaman Amerika’nın yanında yer alan en azından Fransa, İngiltere ve Çin gibi üç üyesi, artık her durumda kayıtsız şartsız Amerika’nın kulvarında yer almamaktadır. Amerika Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi oylamalarında çoğu zaman İngiltere’yle yalnız kalmaktadır. İkincisi, uzun süreden beri Amerika artık Birleşmiş Milletlere olan aidatını ödememektedir. Üçüncü olarak son Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri seçiminde Amerika açıkça eski Genel Sekreter Butros Gali’yi istemediğini onun yerine Kofi Annan’ı getireceklerini ilân ederek hem BM’lerin içişlerine karışarak saygınlığını yitirmesine neden olmuş hem de BM’leri işlevsizleştirerek kendine bağlama politikası gütmüştür. “Kültürler Savaşı” makalesiyle meşhur olan, Amerikalı ideolog Samuel P. Huntington, son makalesi “Bir Yalnız Süpergüç”te, Amerika’nın Birleşmiş Milletler’deki rolü ve dünya milletler ailesindeki yeri konusunu incelemekte, Amerika’nın son on yıldır izlediği politikalarla kendini iyice yalnızlaştırdığını yazmaktadır. “Her türlü yeni tartışmalı sorun karşısında Amerika, çok az devleti kendi yanına alabilmekte ve diğer bütün devletlere karşı tecrit olmaktadır. BM aidatları, Küba, İran, ‘Irak ve Libya’ya karşı yaptırımlar, mayınlar, dünyanın ısınması, savaş suçluları için uluslararası mahkeme kurulması antlaşmaları, Orta Doğu, Irak ve Yugoslavya’ya karşı şiddet kullanılması, l993-l996 yılları arasında 35 ülkeyi cezalandırmaya yönelik ekonomik yaptırımlar gibi tartışmalı sorunlar karşısında Amerika bir tarafta, uluslararası topluluğun büyük bölümü karşı tarafta yer almıştır. Kendi çıkarlarını Amerika’nın çıkarlarıyla bir gören hükümetler azalmaktadır... Amerika düzenli olarak birçok ülkeyi terörist devlet ilân ederken birçok ülke de aynı oranda Amerika’yı terörist dünya gücü ilân etmektedir.”[8] Şimdi “içerden birinin” yazdığı bu satırlardaki sırf bu gerekçeyle bile Amerika’nın nasıl bir NATO’ya ihtiyaç duyduğunu anlamak mümkün. Ama böyle bir gerekçelendirme, Amerika’nın izlediği yanlış politikalar ve yaptığı hatalar sonucu oluşan tecritin doğal sonucu olan savunma refleksiyle haraket ettiği düşüncesine götürür ki, bu tamamen yanıltıcıdır.

Amerika’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasını izleyen günlerden başlayarak NATO’nun geleceğiyle ilgili konuyu tartıştığı, hatta NATO konusunda Clinton’la yeni bir yumuşama politikası izleyeceği bilinmektedir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki sürece bakıldığında, Amerikan’ın NATO politikasında “ısrarlı” bir genişleme planı taşımadığı görülmektedir. Hattâ Clinton l996’daki seçim kampanyası öncesine kadar Cumhuriyetçiler’in politikalarını da Avrupa Merkezli politikalar olarak değerlendirmektedir. Clinton, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonraki ilk dönemde artık bir Rus yayılmacılık tehdidinin en azından ilerki o yıl için ortadan kalktığına inanmıştır. Sovyet Bloğu’nun dağılmasının hemen ardından NATO genişlemesinin gündeme getirilmesi Amerikan planlamacılarına göre, Soğuk Savaş yıllarını çağrıştıran bir provokasyon olabilirdi. Bunun aksine Alman eski Savunma Bakanı ve NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner ve zamanın Alman Savunma Bakanı Volker Rühe, iç politikadan NATO toplantılarına kadar hemen her yerde, Rusya’nın stretejik konumu, askerî yetenekleri ve gelenekleri”yle “yeni Avrupa devletlerini himayemize almamız gerekir” gibi şeylerden söz eder oldular.[9] Clinton, konunun seçimden sonra gündeme tekrar getirilmesini ve NATO’nun doğu yayılmacılığı konusunda kararın l997 yılı ortasında karara bağlanmasını istiyordu. Ama bu, Cumhuriyetçiler için hayli yavaş ilerleyen bir süreçti. Cumhuriyetçilerin konuyu seçim malzemesi yapacakları korkusu ve daha da önemlisi artık Amerikan kamuoyunda Sovyetler’den boşalan bölgeyi Almanlar’ın nüfuz altına almaya başladığı ve Amerikan karşıtı bir Rus Alman yakınlaşmasının doğduğu biçimindeki Cumhuriyetçi propagandaların etkisi meyvelerini verdi. Amerika Temsilciler Meclisi, 23 Temmuz l996’daki toplantısında, NATO’nun doğu yayılmacılığını karara bağladı. Amerika’nın l Ocak l998’e kadar Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın NATO’ya girmesini sağlayacağı ve Kongre’nin de l997 Bütçesi için buna 60 milyon dolar ayırması karara bağlanıyordu.[10] Tabiî bu paranın hemen hepsinin Amerika’da yaşayan çoğu zengin Yahudiler’den oluşan 20 milyonun üzerindeki Polonya ve Çek topluluğundan çıktığını ayrıca belirtmeye gerek yok.[11]

Amerika’nın Bosna görüşmelerindeki aracısı eski Amerikan Bonn Büyükelçisi Richard Holbrooke’nin Alman Der Spiegel dergisinin “gelecek yüzyılın ilk yarısı içinde NATO’nun genişletilerek etkisini sürdüreceğine inanıyor musunuz?” biçimindeki sorusuna verdiği yanıt da Amerika’nın hazırlıklarına işaret ediyor: “NATO barış zamanının en başarılı örgütü, Bir şey kesin. Eğer NATO yeni üye almaz ve bugünkü çekirdek çevresi dışındaki barış amaçlı görevlerini yerine getirmezse anlamsız hale gelir.”[12] Eski Büyükelçi, NATO konusunda inisiyatifin Amerika’ya geçmesi gerektiğini de doğal olarak diplomatik bir dille anlatıyor: “Eğer 1991’de Amerika Belgrad’a hiçbir yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek biçimde, ne zaman Bosna’ya ya da Hırvatistan’a saldırırsanız, NATO bombalayacaktır, diye anlatsaydı şimdi iç savaş yaşamamış olurduk.”[13]

Önümüzdeki 6 yıl için Amerika’nın “askerî teknik devrim” için 110 Milyar dolar harcayacağı[14] dikkate alınırsa NATO’nun yeni konseptinin ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Amerika halen dünyanın en hızlı silahlanan ülkesidir. Körfez Savaşı sırasında Başkan Bush tarafından dile getirilen “yeni dünya düzeni” kurma çabası bunu gerektirmektedir. 1986-96 yılları arasındaki on yıllık süreçte ABD dünyanın gidişatının aksine silah piyasasındaki payını yüzde 27’den yüzde 44’e çıkardı. Rusya ise aynı dönemde yüzde 46’dan yüzde 20’ye geriledi. Silah pazarını elinde bulunduran ülkeler listesinde üçüncü sırada Almanya yer alıyor. Almanya’dan sonra İngiltere, Çin ve Fransa geliyor. Bunların hepsinin kontrol ettiği pazar ise yüzde 20 oranında. Bunlardan Almanya dışındakiler BM Güvenlik Konseyi Üyesi durumundalar. Yani dünya silah pazarının yüzde 80’ini BM Güvenlik Konseyi idare ediyor.[15] Yine 1987’den 1997’ye kadar olan on yıl içindeki dünya silah ihracatına bakıldığında da Amerika’nın 26.7’den 42.6’ya çıktığını, buna karşılık Rusya’nın dünya silâh ihracatındaki yüzdesinin 35.2’den 8.6’ya düştüğünü görüyoruz. Bu rakamlara ülkelerin NATO’ya ayırdığı paylar dahil değil. Ve asıl ilginç olanı hem NATO ülkeleri hem de NATO aynı hızla silahlanıyor. NATO’nun on yıllık rakamlarındaki yükselme ise 17.8 oranından yüzde 22’ye varan bir tırmanma olarak görülüyor. NATO’nun yıllık harcaması 500 milyar doları buluyor ve bunun yarısından fazlasını ABD karşılıyor.[16]

NATO’nun yeni konseptinin Amerika’nın on yıldır uyguladığı eski konseptinden ibaret olduğunu daha önce belirtmiştik. Amerika ekonomik, askerî, diplomatik, ideolojik, teknolojik ve kültürel alanlarda çıkarlarının üstünlüğünü savunabilen hattâ bunun meşrûluğuna ve haklılığına inanmaya dünyanın diğer kısmını zorlayabilen tek ülkedir. Silâhlanan Amerikan ırkı dünyanın hizaya getirilmesinde yedi kıta ve dört iklimde kendini görevli saymaktadır. NATO’nun yeniden doğuşunu, Amerika’nın silâhlı saldırı birliğini meşrûlaştırmak anlamında tercüme etmek hiç de abartılı olmayacaktır. Sözlerimi biraz abartılı bulanlar Amerika Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright’ın 30 Ekim 1998’de Washington’da yaptığı konuşmaya bakabilirler: “Bayrağımız bundan sonra da çıkarlarımızın olduğu her yerde dalgalanmaya devam edecektir. Başkan halkımızı daha iyi koruma amaçlı önlemler geliştirdi ve bu kongre tarafından onaylandı. Terörizme karşı savaşımız bütün kıtalarda her cephede ve her yöntem kullanılarak gün be gün sürecktir.”[17] O günlede Afrika’da bombalanan Amerikan elçliklerinin acısıyla Dışişleri Bakanı’nın böyle konuştuğu hatta bu acının etkisiyle Amerika’nın Sudan ve Afganistan’a birkaç bomba salladığı düşünülebilir, bu sözler “münferit” olarak değerlendirilebilirdi. Ama Albrigth’ın hangi konuşması bu tür içerikten yoksun ki? Huntington’u bile çileden çıkaran şu değerlendirmeyi okuyalım şimdi de: “Amerikalılar onsuz olunamayacak bir millettir. Bizim kafamız en yukarıda ve bunun için diğer milletlerden daha uzağı görebiliyoruz.”[18]

Washington’daki NATO zirvesinde onaylanan belgelerden birisi de “Avrupa Güvenlik ve Savunma Aidiyeti” idi. Türkiye medyasının bu belgeyi çok yeni bir şeymiş gibi sunması ve devlet kanadı da dahil pek çok çevrenin “bize karşı bir girişim” olarak nitelendirmesi ne kadar yersizse, belgenin önemsiz olduğunu savunmak da o kadar yanlış olur. 1994 Brüksel ve 1996 Berlin NATO toplantılarında karara bağlanan ve şimdi onaylanan belgeyle Avrupalılar her şeyden önce, Amerika’yla herhangi bir pazarlık yapma zorunluluğu duymadan NATO yetkileri çerçevesinde gerekli gördükleri durumlarda askerî harekât serbestliğine kavuşmayı amaçlıyorlar. NATO Askerî Kanadı Komutanı Alman General Klaus Naumann’ın veciz ifadesiyle Avrupalıların kafasındaki bu askerî birlik, Amerika’dan “ayrılabilir ama ayrı olmayan”[19] bir askerî örgüt olacaktır. Projenin mimarı durumundaki Fransa’nın NATO’nun Avrupa kanadına daha etkili müdahale etmesine Amerika, “en sonunda Fransa’ya da NATO içinde bir rol bulundu” gibi bir gerekçeyle sesini çıkarmamıştı. Gelinen noktada, özellikle Almanlar’ın dile getirdikleri “Amerika’yla eşit haklara sahip olan bir Avrupa değil Amerika’yla eşit güce sahip olan Avrupa” düşüncesi Avrupalıları her şeyden önce kendi askerî birliklerini kurmaya yönlendiriyor. Klaus Naumann şöyle devam ediyor: “Askerî aygıtımız en azından demir perde döneminden daha elastik, daha haraketli ve işlevsel olmak zorundadır. Amerika, en azından yıllardır teknik, stratejik ve işlevsel olarak bu durumdadır... Avrupa’nın gücü Amerika’yla karşılaştırıldığında açık sürekli artmaktadır.”

İlk bakışta Almanlar’ın Amerika’yla NATO içinde sorunsuz bir işbirliği istedikleri, askerî aygıtların modernleştirilmesi gibi teknik bazı sorunlar nedeniyle ayrı askerî örgütlenmeye gitmeyi savundukları zannedilse de, Naumann’ın şu sözleri asıl amacın ne olduğunu çok açık anlatıyor; “Yalnızca ekonomi ve finans alanında globalizmi karşılayabilen bir Avrupa, ilerde oluşması muhtemel çok kutuplu bir dünyada tayin edici bir merkez olarak ciddiye alınmayacaktır. Avrupa için ilerde güvenliğin yalnızca Amerika’yla birliktelikten geçtiği kesin olmasına rağmen Amerika’nın yüz çevirmesi tehlikesi de mevcuttur.”[20] Alman Eski Savunma Bakanı Volker Rühe’nin “daha fazla Avrupa” dileği de bu doğrultuda okunabilir. Elbette soğuk savaş sonrası kendine daha bir çekidüzen veren Avrupa Birliği’nin ortak para birliğine geçmesiyle, Amerika’dan göreli bağımsız bir merkez oluşturduğundan söz etmek mümkün.

Bu belge NATO’nun kendine belli bir ömür sınırı biçmediği, ilelebet var olmayı amaçladığı ve bundan sonra da en azından Doğu Avrupa’da yeni üye yazmaya devam edeceği gibi konularla birlikte de düşünülmelidir. Ancak, hem Amerika hem de Avrupa’nın geleceği açısından olaya bakıldığında atılacak her adımda Rusya’nın akla getirilmesinin zorunluluğu da ortadadır. Bütün denklemlerde Rusya biraz da gücünden ve niyetinden bağımsız olarak vardır. 1972-74 döneminde Willy Brandt’ın imzaladığı Almanya’yla bütün Doğu Bloku ülkelerinin ilişkilerinin normalleştirilmesini hedefleyen anlaşmaları hazırlayan zamanın devlet bakanı Egon Bahr, açık konuşmaktadır: “Rusya’sız Avrupa’da ve Avrupa için bir güvenlik ortamından söz edilemez. Ya Rusya’yla birlikte güvenli ve rahatız ya da Rusya’dan her zaman güvenlik dilemeliyiz. Rusya’yı Avrupa içine almak ve Ruslarla birlikte çalışmak gerekiyor.”[21]

Böylesi bir “aidiyet” belgesi içinde yer almak hem Ruslar hem de Amerikalılar açısında NATO içinde bir Rusya düşüncesinden daha gerçekleşebilir görülmektedir. 27 Mayıs 1997 tarihinde Paris’te NATO’yla Rusya arasında imzalanan ve Rusya’nın önemli durumlarda NATO toplatılarına danışman olarak çağrılmasını içeren anlaşmanın hiçbir zaman pratikte işlemediği dikkate alınırsa, aslında Amerika’nın Rusya’dan olabildiğince uzak durma niyetinde olduğunu söylemek mümkün. Yine Rusya’nın da bir “mecburi NATO’laştırılmaya” karşı çıktığı ayrı bir gerçek. Her fırsatta, Avrupalılara karşı “2. Dünya Savaşı öncesi bir NATO kurulmuş olsaydı, dünya böylesi bir faşizm önemi yaşamamış olurdu” düşüncesini dile getiren Amerika, soğuk savaşın mağlubu olan Rusya’yla böyle bir Avrupa’yı hem de hadlerini bildirerek bir araya getirmiş oluyor. Yine böyle bir “aidiyet” NATO’nun altında olacağından Amerika olası bir Rus-Alman yakınlaşmasını ya da kamplaşmasını da bu yolla denetleyebilecektir. Böyle bir formül Fransa’nın bir dünya gücü olma hayali, hiç değilse Amerika’yı Avrupa gibi bir güçle dengeleme projesine de yatkındır. Avrupa Birliği’nin ekonomik lideri durumundaki Almanya’nın Rusya sesini çıkartmadığı sürece bütün Doğu Avrupa’ya hakim olacağı ise bir sır değildir. Bütün bunlar dileklerden ve daha doğrusu devlet katlarında geliştirilen senaryolardan ibaret. Gerçek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün de fonksiyonunu yitirdiği, Avrupa’nın bir tür NATO’da Amerikan yardımcı polisliği rolüne layık görüldüğüdür.

Amerika açısından Gerhard Schröder, Lionel Jospin, Massimo D’ Alema ve Thony Blair’in liderliği altında “Clintonlaşmış” bir sosyal demokrasiyle var olan bir Avrupa, elbette her zaman gönüllü yardımcı polisliğini sürdürecektir. Kosova barış görüşmelerinin çıkmaza girmesi sonucu, Amerika’nın “tek çözüm” olarak dayattığı askerî yol karşısında Avrupa sosyal demokratları bir “üçüncü yol” dahi düşünmeden hemen hizaya gelmişlerdi. Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu’nun deyimiyle “Batı ittifakının temelini teşkil eden NATO”[22] çerçevesinde, NATO Genel Sekreteri sosyalist Javier Solana başkomutanlığında Avrupa sosyal demokrasi, 23 Mart’ ta “ahlaki görev[23] uğruna savaşa başladı. Türkiye’nin ne uğurda savaştığının belli omadığı ise hiç de yeni bir şey değil.

[1]. Die Zeit, haftalık politika, ekonomi bilim ve kültür gazetesi. s. l8, 29 Nisan l999

[2]. Bundan sonraki alıntılarda, NATO zirvesinde kabul edilen 30 sayfalık stratejik konseptin 26 Nisan l999 tarihli Almanya’da yayımlanan Die Tageszeitung’da yer alan bölümlerinden yararlanılmıştır.

[3]. Her ne kadar NATO, 8 Mayıs’taki bombardıman sırasında isabet alan Belgrad’daki Çin Büyükelçiliği’nin teknik bir yanlışlık sonucu vurulduğunu açıkladıysa da Çin NATO’yu muhatap almayarak Amerika düzeyinde prostestoda bulundu. İnsan hakları sorunu, silahsızlanma gibi konularda Amerika’yla işbirliğini askıya aldığını açıklayan Çin’in, Amerika NATO konseptlerini iyi okuduğu anlaşılmaktadır. Rusya özel temsilcisi eski Başbakan Cernomirdin’in olay üzerine Çin’i ziyaret emesi de Amerika’nın “olası tehdit” konseptine uygundur!

[4] Clinton, Amerikanische Botschaft, Bonn; http//www1.usembassy.de/cgi-bin/ad-/ist.cgi

[5] Alman Ordusu Dergisi’nin Şubat 1996 sayısında (Truppenpraxis/Wehrausbildung) da yazan Üsteğmen Reinhard Herden, gelecek yüzyılda düşmanın kim olacağını şöyle yazıyor; “Gelecek yüzyılda bugün birarada barış içinde yaşayan engin devletler, kendilerini yoksul ülkelerin halklarından ve bölgelerden korumak zorunda kalacaklar.” Yoksul devletlerden zengin ülkelere ilticacı akınının olacağı Avrupa ve Amerika’da gerçekten gelecek yılların en büyük tehlikesi olarak görülüyor. Öte yandan bu konsepte göre, örneğin Diyarbakır’daki HADEP mitingi sonrası dağılmayan kalabalığa da NATO’nun müdahale yetkisinin olduğunu unutmamak gerekiyor.

[6] Clinton, aynı yerde.

[7] Süddeustcher Zeitung, 28. Nisan l999

[8] Huntington, P. Samuel: “The Lonely Superpower”, Foreign Affairs’in Mart/Nisan l999 sayısında bu adla yayımlanan makale, “Die einsame Supermacht” adıyla Blaetter für deutsche und internationale Politik dergisinin Mayıs’99 sayısında yer almışıtır. Alıntılar bu Almanca çevirisinden yapılmıştır.

[9] Bkz. Birikim, Sayı 96, Selami İnce, “Nato niçin genişliyor?”

[10] Peter Rudolf: Die USA und die NATO Osterweiterung, Aussenpolitik, 4 aylık Almanca dergi, IV/96 Sayfa 345

[11] Kendisi de bir Yahudi Çek göçmeni olan Amerika Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright’ın bakan olduktan sonra konuya özel bir önem göstermesi de ayrıca dikkate değerdir.

[12] Der Spiegel, 12, l997 S.151

[13] Aynı yerde.

[14] Die Neue NATO, Instrument zur Durchsetzung westlicher Interressn” adlı broşörün 20. sayfasında yer alan bu rakamlara ek olarak Amerika’nın Reagan’ın. “yıldız savaşları” projesine geri döndüğü belirtilmektedir. Broşör Bonn’da kurulu olan Anayasa ve Demokrasi Komitesi’nin yayınları arasındadır.

[15] Stockholm Uluslarası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin 1997 Raporu. Osan İkiz çevirisi. Milliyet, 17 Haziran 97.S. 14,Entellektüel Bakış.

[16] Harald Müller, Almanya’da Hessen Barış ve Çatışma Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi. Rakamlar Müller’in 31 Ekim 97 haftalık Rheinischer Merkür gazetesinde yayımlanan konuyla ilgili makalesinden alınmıştır.

[17] America Dienst (USİS Bonn), s. 23, 18. 11. 1998

[18] Albright’ten alıntılayan Huntington. Bakınız: Huntington, “Die einsame supermacht”

[19]. Naumann, Klaus: “Auropa in der NATO”, Internationaler Politik Dergisi, sayı 4/1999 Sayfa 55.

[20]. Naumann, Sayfa 60

[21]. 2 Mayıs 1997 tarihli Die Zeit gazetesinde Egon Bahr’la yapılan görüşme

[22] Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu: “Balkanlar’ da Barış Askerî Çözünden Geçer” Strateji, 95/3 S.1. İbret verici bu bu yazı “Türkiye’de Amerikan görüşlerini en iyi tercüme eden makale” ödülü almalıdır.

[23] Kosova krizi nedeniyle NATO‘nun Yugoslavya’yı bombalaması, Solana’dan Alman Dışisleri Bakanı yesil Joschker Fischer’e kadar geniş bir sol, sosyal demokrat çevrede “ahlâki sorumluluk” ya da “vicdani görev” olarak değerlendirilir oldu.