Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız?

Bu yazı, günümüzün en güncel konularından biri üzerine yazıldığı halde, sanırım, hiç de güncel bir yazı olmayacak. Birikim’de geçen sayı (Aralık 1999, sayı:128) ağırlıklı olarak yansıyan, Avrupa’ya entegrasyonla “demokrasi”yi nerdeyse özdeşleştirmeye yolaçan (Tanıl Bora ile Bülent Peker’in ortaklaşa kaleme aldıkları yazının çok farklı bir perspektif taşıdığını ve dergideki hâkim eğiliminin tam zıt kutbunda yeraldığını belirtmek isterim) ruh halinden oldukça uzak olduğum gibi, yine bir kısım Birikim yazarınca “anakronik anti-emperyalist ya da Üçüncü Dünyacı” oldukları gerekçesiyle eleştirilen “bazı sol çevrelerin” varolduğu iddia edilen kaygılarını da paylaşmadığımı belirtmeliyim. Toplumsal bir heyecana yolaçan bu konuya ilişkin soğukkanlılığım, sadece, kitlelerin kendi inisyatifleri ile gerçekleştirecekleri doğrudan demokrasi dışında herhangi bir demokrasi türüne inanmamamdan, “Batı demokrasisi” denen şeyin, bugünkü hâkim yapıların yarattığı bir ideolojik illüzyondan ibaret olduğunu düşünmemden ya da Türkiye’nin Avrupa birliğine katılmasının veya katılmamasının kapitalist-emperyalist sistemin entegre olmuş bir parçası olma özelliğinde bir değişiklik meydana getirmeyeceğini düşünmemden ileri gelmiyor. Bunlara ek olarak, bu aday üyeliğin ya da diyelim, ilerideki tam üyeliğin, “demokratikleşme” bir yana, Türkiye devletinin vatandaşlarına yönelik baskıcı yöntemlerinde bir değişiklik yaratmayacağını düşünmem de, bu soğukkanlı ruh halime katkıda bulunuyor.

Bu yüzden, bu yazıyı yazmama yolaçan itki, Türkiye’nin şuraya ya da buraya katılması ya da üye olması konusunda fikir serdetmek değil, bir zamanların Sovyetler Birliği ya da Çin Halk Cumhuriyeti hayranlığını fazlasıyla hatırlatan Avrupa ilüzyonu sendromuna ters yönden bir müdahalede bulunma isteğidir.

ÖNCE, ŞU “ANTİ- EMPERYALIZM” MESELESİ...

Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel’e göre, “bir kısım sol”, klasik “anti-emperyalizme” koşullanmışlardır. Avrupa’yla entegrasyona, Avrupa Batı emperyalizminin merkezi olduğu için karşı çıkmak saçmadır. Türkiye’nin Almanya’dan Leopar tankları satın alması, AB üyelik sürecinin empoze ettiği bir olgu değildir.

Doğru. Türkiye, zaten kapitalist-emperyalist sistemin içindedir ve ona entegre olmuştur. Bu yüzden, en aşırı örneğiyle, İP’in yaptığı gibi, Türkiye ulus-devletinin emperyalizme karşı “bağımsızlığını” savunmak, havanda su dövmenin ötesinde, Türkiye ulus-devletinin kapitalist sistemin bir parçası olduğu gerçeğini gizlemeye, dolayısıyla kapitalist-emperyalist sistemin çok önemli bir parçasını, “anti-emperyalizm” sloganları altında savunmaya hizmet eder. Bu yüzden, Türk ulus-devletinin Avrupa Birliği’ne katılması, entegrasyonun biraz daha gelişmesinin ötesinde, ne kapitalist-emperyalist sisteme bir katkı, ne de Türkiye ulus-devletinin kapitalist sistemin bir parçası olmasında bir artış anlamına gelmeyecektir. Öyleyse bu noktadaki “anti-emperyalizm” saçmadır.

Evet ama, Laçiner ve İnsel, bu nokta bu kadar açıkken, bu fikri ciddiye alıp tartışma gündemine getirerek, otuz yıl öncesinde kalmış ve artık iyice unutulmuş, enikonu milliyetçilik kokan “onlar ortak biz pazar” (kim bu “biz”) sloganını hatırlatıp eleştirerek, saçmalıkla iştigal etmiş olmuyorlar mı? İddia edildiği gibi, milliyetçi-muhafazakâr İP’in dışında da bazı sol çevrelerde bu tür demode ve hatalı düşünceler olsa bile, bu düşünceye sahip olanların kendi söylediklerine bile artık inanmadıkları çok açıkken, onları saldırı hedefi yapmak, nakavt olmuş ya da havlu atmış bir boksöre tekme tokat girişmeye ne kadar da benziyor. Sanırım, Laçiner ve İnsel, Avrupa Birliği’ne katılım konusunda ikna edici olabilmek için telaşla böyle kolay hedefler seçme yoluna gitmişlerdir.

Öte yandan, Laçiner ve İnsel’in, “anti-emperyalizm” ya da “küreselleşmenin öbür yüzü” konusunda söyledikleri bazı öyle şeyler vardır ki, bunları, kolay hedeflerin çabucak yere serilmesi olarak görmek mümkün değildir. Örneğin Ahmet İnsel, “küreselleşmenin olumlu yanı”na ilişkin saptama yaptığı bir yerde, küreselleşmenin, “aynı zamanda ulus devletleri aşan iktisadî-siyasî coğrafyalar içinde kümeleşmeyi getir”diğini (Ahmet İnsel, “Avrupa Karşısında Türkiye”, Birikim, sayı:128, s.29) söylerken, ulusal devlet konusundaki saçmalıklarıyla ideolojik bakımdan zaten yere serilmiş bulunan ulus-devletçilerin argümanlarına nerdeyse haklılık kazandıracak ve onları yığıldıkları yerden ayağa kaldıracak bir saptamada bulunmuş olmuyor mu? Ulus-devletçilere karşı bugüne karşı hep söyleyegeldiğimiz şey, küreselleşmenin hiç de ulus-devleti ortadan kaldırmadığı ya da onu “aşan” bir şey olmadığı, tersine, ona dayandığı gerçeği değil miydi?

Bu bir yana, Laçiner’in, Avrupa Birliği’ni kastederek, “enternasyonal mahiyet taşıyan hiçbir şeyde sosyalistler dışında olamazlar,” (“Avrupa’nın Eşiğinde”, Birikim, Sayı:128, s.23) cümlesini kullanması, insanda en azından, uzun boylu düşünülmeden edilmiş bir laf izlenimini bırakıyor. Nasıl yani? Bundan, “sosyalistlerin” kapitalist-emperyalistlerin bütün “enternasyonal” paktlarına katılmaları gerektiğini anlayabilir miyiz? Ve eğer böyle anlayacak olursak, bırakın geleceği, “sosyalistler” adına geçmişe ilişkin ne korkunç sonuçlara varmak zorunda kalacağımız açık değil midir? En berbatını örnek verecek olursak, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman-İtalyan-Japon ittifakı da “enternasyonal mahiyet taşıyan” bir “şey”di.

Burada, yeri gelmişken, şu “Kemalistler” “öcüsüne” de değinmemiz gerekiyor. Kanımca, Laçiner ve İnsel, yine okuyucularını kısa yoldan ikna edebilmek için, ellerine ne geçirmişlerse aceleyle ortaya sürmüşler. Bunlardan biri de, Birikim okuyucusunun kendilerine karşı oldukça teçhizatlı olduğu Kemalistlerin Avrupa Birliği’ne karşı tutumunun hatırlatılması yoluyla, “Avrupa Birliği’ne karşı çıkmak Kemalistlerle aynı safa düşmektir” mesajının verilmek istenmesidir. Üzülerek belirtmek zorundayım ki, bu, Kemalistlerin ideolojik mücadelede uyguladıkları yöntemin aynısıdır. Onlara göre de Kemalist argümanlara karşı çıkmak İslâmcılarla aynı safa düşmek değil miydi? Oysa gerçek, gerçektir. Gerçeğe saygısı olan insanlar, ne İslâmcılarla, ne Kemalistlerle, ne de bir başkasıyla “aynı safa düşmüş görünme” endişesine kapılırlar. Eğer Kemalistler de, benim gibi, (niyetleri ne olursa olsun), Avrupa Birliği’ne katılmanın Türkiye ulus-devletinin baskıcı uygulamalarında bir değişiklik yaratmayacağını söylüyorlarsa (ki, böyle söylediklerini hiç sanmıyorum) bu noktada kırk yılda bir doğru bir şey söylemiş oluyorlar demektir. Ve bu yüzden, “onlarla aynı safa düşüyorum” gibi bir endişeye hiç mi hiç kapılmam. Aynı, başörtüsü yasağının saçmalığını belirttiğim zaman İslâmcılarla “aynı safa düşüyor görünmekten” çekinmediğim gibi.

Kaldı ki, Kemalistlerin tutumunun, bilerek ya da bilmeyerek abartıldığı, onların olduklarından daha fazla anti-Avrupacı gösterildikleri kanısındayım. Bu, konjönktürel taktiklerin, Kemalistlerin söylemlerinin fazlasıyla ciddiye alınması olur. Kemalistler, Türkiye ulus-devletinin reel politikerleridir ve Türkiye devletinin global çıkarlarının Avrupa Birliği’ne katılmayı gerektirdiği ayan beyan ortadayken uzun süre anti-Avrupacı bir konumda direnemezler, direnmezler. Bunu yakında hep birlikte göreceğiz.

Kemalistlerin nasıl bir tutum takındıkları ya da bundan sonra nasıl bir tutum takınacakları bir yana, esas tuhaf olan, örneğin Ömer Laçiner’in, “bundan gerisi de gericiliktir” (s.24) gibi epeyce Kemalizm kokan laflar etmeye başlaması ya da Taner Akçam’ın, Niyazi Berkes’in 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz adlı Kemalist risalesini hatırlatırcasına, “200 yıldır, Batılılaşmayı, ‘Avrupa konseyi’nin üyesi olmayı önüne koymuş Türkiye, bu hedefi, ne kadar gerçekten istemiş olup olmadığının cevabını vermenin eşiğine gelmiştir,” (“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Aday Üye İlân Edilmesi Şarttır”, Birikim, Sayı:128, s.41) türü, Kemalistleri aratmayacak söylemler üretmesidir.

TÜRKİYE DEVLETİNİN HEGEMONYACI ÇIKARLARI VE AVRUPA BİRLİĞİ

Taner Akçam’a göre, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesine ilişkin kararla, “ya ‘misak-ı milli’ ve ‘cumhuriyet’ fikirleriyle belirlenen devlet anlayışına gerçekten sahip çıkılacak ya da yeniden ‘büyük güç fantezileri’ içine yuvarlanılacak”tır. “Pratikte bu Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar bölgede etkin bir iktidar gücü olmanın yollarını aramak anlamına gelir” (A.g.y., s.40).

Artık burada, Taner Akçam’ın “misak-ı milli” ve “cumhuriyet” türü Kemalist devlet anlayışlarıyla “büyük güç fantezilerini” karşı karşıya koyan mantık hatası üzerinde durmayacağım. Çünkü bu, tartışmayı gereğinden fazla uzatacaktır. Üzerinde duracağım esas nokta, Akçam’ın, Avrupa Birliği üyeliği ile, Türkiye’nin Balkanlar’a ve Kafkasya’ya yönelik bölgesel hegemonyacılık eğilimlerini birbirinin karşısına koymaya çalışmasıdır.

Oysa, Avrupa Birliği’ne, yani günümüz dünyasının en güçlü kapitalist devletler ittifakına katılan bir Türkiye, bölgesel hegemonyacılıkta daha da iddialı olma şansını elde edecek, milliyetçi böbürlenmelerin ötesinde, bunu gerçekleştirmenin maddi koşullarını gerçekten yakalamış olacaktır. Üstelik Avrupa’nın, böyle bir yönelimin önüne set çekeceğini sanmak en büyük yanılgılardan biridir. Tam tersine, Avrupa, Kafkasya ve Balkanlar’la ortak dinsel ve kültürel bağlara sahip bir Türkiye’nin bu bölgelerdeki etkisinden yararlanmayı her zaman düşünmüştür, düşünmektedir. Türkiye’nin özellikle Kafkasya’ya yönelik faaliyetlerinde başarılı olacağına inanması, Avrupa’nın Türkiye’yi bünyesine almasında belki de tayin edici bir nokta olacaktır. Nitekim bu gerçeği, Türkiye medyası bile saptama ferasetini göstermektedir: “Türkiye’nin Batı’daki yıldızını parlatan sebeplerden biri (altı orijinalinde çizili) Kafkaslar ve Orta Asya’da sahip olduğu etkinliktir.” (Güngör Mengi, “Neden Kıbrıs?”, Sabah, 13 Aralık 1999)

Türkiye için, ya Avrupa Birliği ya da Kafkaslar’da hegemonyacılık diye bir ikilem sözkonusu değildir. Çok daha mantıki olan, hem Avrupa Birliği’ne katılmak, hem de Kafkaslar’da nüfuz alanları yaratmaktır. Çünkü, Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olduğu sürece bölgede etkin olacağına gerçekten inanılan bir ülke haline gelecek ve bölgede somut başarılar elde ettiği sürece de Avrupa Birliği’nde benimsenme şansı artacaktır. Avrupa Birliği’nin bölgesel hegemonyacılığı önleyici bir güç olduğunu sanmak, bu birliğin bir güçlü devletler ittifakı olduğunu ve eğer Türkiye halen bu birliğe tam üye olarak kabul edilmiyorsa, bunun, Türkiye’nin henüz yeterince güçlü ve yeterince hegemonyacı olamamasından ileri geldiğini görememekten kaynaklanmaktadır.

Avrupa Birliği, bir kuzu sürüsü değil, bir kurt sürüsüdür.

AVRUPA’YA ENTEGRASYON VE “DEMOKRASİ”

Laçiner, İnsel ve Akçam, Avrupa Birliği’nin “demokratik bir ittifak” olduğuna, Türkiye’nin “demokratikleşmesinin”, “kendi iç dinamiklerinden” çok (unutalım artık şu, “demokrasinin” aşağıdan geleceğini, kitlelerin eseri olacağını!), Avrupa’ya entegrasyonla mümkün olacağına inanıyorlar. Gerçi Laçiner ve özellikle İnsel, bu konuda bazı ihtiyati kayıtlar düşmüşlerdir, ama sonuçta söyledikleri budur. Akçam’da bu ihtiyati kayıtları bile bulmak mümkün değildir ve bu fikri döne döne o kadar çok tekrarlamaktadır ki, bunları burada alıntı olarak vermek, yazının gereksiz yere uzamasına yolaçacaktır. Bu yüzden, burada, yalnızca bu fikrin tekrarlandığı sayfa numaralarını vermekle yetinmek zorundayım (s.38, 42, 43).

Bazı örnekler vererek Avrupa’nın (özellikle de yaşamakta olduğum İngiltere’nin) “demokratikliği” üzerinde durmak istiyorum.

Önümde bir gazete küpürü duruyor. 31 Temmuz 1998 tarihli The Independent’e ait bir küpür bu. Haberin başlığı: “Polis nezarethanesinde ortalama haftada bir ölüm vakası”. Habere şöyle giriliyor: “Polis nezarethanelerinde ölüm vakaları ortalama haftada biri aşıyor... Son altı yılda polis tarafından tutuklandıktan sonra ölenlerin sayısı 380.” Özetleyerek devam ediyorum: Siyahların % 47’si, nezarethanede öldükleri sırada yanlarında polis görevlileri bulunuyordu (bunun anlamı, kurbanların polis tarafından öldürüldüğü ya da eğer “intihar ettilerse” ya da “başka bir nedenden” öldülerse polisin buna müdahale etmediğidir). Nezarethanede ölen siyahların % 71’i, beyazların ise 26’sı, öldükleri sırada polisin gözetimi altında (en azından kameralar yoluyla) bulunuyorlardı (bunun anlamı, polisin, nedense, siyahların ölümüne daha geç “müdahale” ettiğidir!) Londra’daki ölümler, ülkenin diğer yerlerindeki ölümlerden 7 misli fazladır. Polis, ölümlerin % 34’ünün “kasıtlı olarak kendine zarar vermek”ten kaynaklandığını belirtmiştir (nedense insanlar polis nezarethanesine düştüklerinde kendi kendine zarar verme ruh haline giriveriyorlar!). Ve şu tesadüfe bakın ki, ölenlerin % 72’sini, “unemployed” denen işsizler oluşturmaktadır. Doğrudan polisin dahliyle meydana geldiği kabul edilmek zorunda kalınan ölüm olaylarında kullanılan öldürücü araçlar şunlardır: Amerikan stili uzun cop, bayıltıcı gaz, “sürükleme kemeri” (Home Office İmmigration görevlileri, 1993 yılında, Joy Gardener adlı siyah kadın sığınmacıyı bele ve boğaza takılan bu kemerlerle sürüklerken ölümüne sebebiyet vermişlerdi).

İngiltere, merkeziyetçi bir gözetleme ve fişleme devletinin egemenliği altındadır. “Ağabey” sizi her yerde gözetler. Dükkanlarda, işyerlerinde, bankalarda, belediye binalarında, metrolarda, hattâ bazı yerlerde tuvaletlerde bile kameralarla gözetlendiğiniz yetmiyormuş gibi, sokaklarda da gözetlenirsiniz. Bu gözetlemelerin bazıları açıktan açığa, bazıları da gizliden gizliyedir. Yolda yürürken, aniden devasa bir direğin tepesindeki kameranın peşinizden sizi izlemek için döndüğünü hissedersiniz ya da en azından böyle bir duyguya kapılırsınız. En kötüsü de bu gözetlemeyi kanıksamanız ve artık hissetmez hale gelmenizdir. Bu hale gelmişseniz, artık “Ağabeyi sevmeye” başlıyorsunuz demektir.

İngiltere, “bilgisayar ile üretir, evrensel hukuk kurallarıyla” (Mehmet Altan, “Karlofça’dan Helsinki’ye”, Birikim, Aralık 1999, Sayı:128, s.64) fişler. Fişlenme artık hayatınızın bir parçası haline gelmiştir. Bilgisayarların gözetim ve denetiminden kaçmanız mümkün değildir. İşsizseniz işsiz merkezlerinde, çalışıyorsanız çalıştığınız yerde ve vergi dairelerinde fişiniz vardır. Görevli, bir düğmeye basarak bütün encamınızı saniyede ortaya çıkarır, sizi kıskıvrak yakalar. Bunun dışında, Home Office denen İçişleri Bakanlığı’nda, Metropolitan poliste, Scotland Yard'da gizli ya da açık dosyalarınız vardır. Bütün faaliyetleriniz, sizin bilginiz ve onayınız olmadan buralara kaydedilir ve beklemediğiniz bir anda yine bilgisayarlarla önünüze serilir. Artık British Gas, British Telecom, British Electric ve bankalardaki, ödemedeki düzenliliğinizi ya da düzensizliğinizi kaydeden fişlemelerden burada sözetmeye bile gerek yok.

İngiltere'de hükümet güçleri ve polis her şeyi denetimi ve gözetimi altında tutar. Devlet ve polis, Türkiye'de olduğu gibi toplumun hücrelerinin dışına sürülmüş ya da sızamamış bir ur değil, toplumun kanına ve hücrelerine sızmış ve işlemiş, ona karışmış kan gibi bir sıvıdır. Güney Londra'daki büyük bir estatede (büyük blok apartman) pizza ilânı dağıtırken, diğer kiracıların kapılarına tıpatıp benzeyen kapılardan birinin Metropolitan polise ait olduğunu farkettiğimde çok şaşırmıştım. Düşünebiliyor musunuz, polisin bir apartmanın içinde kendine ait bir dairesi, bir karakolu var. Toplumla polisin bu kadar içiçe geçtiği bir durum, eğer polisin “demokrasinin bekçisi” olduğunu düşünmüyorsak, kendini copa ve nezarethanelere zaten teslim etmişliğin göstergesidir.

İngiltere'de, yönetim, işleri daha hızlı ve akılcı bir şekilde yürütebilmek için kendi içişleyişinde ademi merkeziyetçi, halkla ilişkilerinde ise boğucu ölçüde merkeziyetçidir. Bizleri aldatan, onun içişleyişindeki bu ademi-merkeziyetçiliğidir. Oysa halka ve işçilere karşı bütün politikalar merkezî düzlemde kararlaştırılır ve merkezî düzlemde uygulamaya konur. İdeolojik hegemonya aygıtları merkezî düzlemde harekete geçirilir. Eğitim sistemi merkezî düzlemde işler. Türkiye'de bile yoksul aileden bir çocuk, eğer şansı yaver giderse, üst eğitim olanaklarına kavuşma şansını elde edebilir. İngiltere'de bu, imkânsıza yakın bir şeydir. İngiltere'deki eğitim politikası, işçinin çocuğunun işçi, burjuvanın çocuğunun Establishment'in üst düzeydeki bir üyesi ve görevlisi olmasına göre çok ustaca ayarlanmıştır. Bu yüzden, Cem Karaca'nın “işçisin sen, işçi kal,” şarkısı İngiltere'ye çok güzel uymaktadır.

İngiltere'deki, dar bölge esasına dayanan iki partili temsilî parlamenter sistem, Türkiye'yle kıyaslandığında çok daha anti-“demokratik”tir. Önemli bir seçmen tabanına sahip olan Liberal Parti bile bu sistem içinde, parlamentoya zar zor ancak ayağının birini uzatabilmiştir. Bu öyle bir sistemdir ki, son seçimleri kaybeden Muhafazakâr Parti’nin neredeyse bütünüyle parlamentonun dışında kalacağından, İşçi Partisi'ni destekleyenler bile korkmuştur. Britanya'nın en etkili sol partisi sayılan (tabiî ki, İşçi Partisi'ni sol saymıyoruz) Sosyalist Worker Party (SWP) bile, bu dar bölge sisteminden dolayı seçimlere girememektedir. Çünkü, kazanamayacağı kesinlikle ortada olan adayların önemli miktarda bir seçim parası yatırması, ne üyelerin aidatına dayanan bir partinin, ne de adayların kişisel olarak kaldırabilecekleri bir şey değildir. Bu, ancak büyük kuruluşların, sendikaların desteğiyle mümkündür ki, sendikalar da zaten İşçi Partisi'nin yan kuruluşları olduklarından hiçbir zaman böyle bir desteği vermezler. Görüldüğü gibi, İngiltere'nin çift parti sistemi, aslında dönemsel (çünkü bu sistemde seçimi kazanan bir parti en az 15 yıl iktidarda kalmayı garanti eder) bir tek parti diktatörlüğüdür. Bu tek parti, parlamentodaki güvenli çoğunluğuna dayanarak bir kere iktidarı ele geçirdi mi, artık parlamentonun da bir hükmü kalmaz, hükümetin direktifleri yönünde boyun eğmek zorundadır, hükümet, kamuoyunu da istediği gibi yönlendirir.

İngiltere'deki konuşma özgürlüğünün de abartılacak bir yanı yoktur. Söz özgürlüğü, artık Hyde Park soytarılığına indirgenmiştir. Bu parktaki o komik kürsüler, söz özgürlüğünün artık bir komediden başka bir şey olmadığını kanıtlar sadece. Bu toplumda, Şükrü Argın'ın belirttiği gibi, (Birikim, Ağustos 1999, sayı: 124) sözün bir ağırlığı kalmamıştır. Öte yandan, medya bütünüyle establishmentin aygıtı durumundadır ve toplum öylesine labirentlere bölünmüştür ki, insanların bu labirentlerde seslerini duyurmaları artık imkânsız hale gelmiştir. Türkiye'de en azından Başbakanlığın önünde soyunup televizyonların akşam haberlerine konu olma şansınız vardır. Burada bu olanak da yoktur. Kimse kimsenin sesini duymaz. Bu ülkede, sarsıcı nitelikte birkaç gösterinin dışında, her gün meydana gelen yüzlerce etkinlikten, düzenleyenlerin dışında hiç kimsenin haberi olmaz.

Buna rağmen, yeşil anarşistlerin gazetesini çıkaran üç editör, geçen yıl, gazetelerinde “şiddet eylemlerini kışkırttıkları” gerekçesiyle tutuklanmış ve Gandalf davası diye anılan bu dava aylarca sürmüştür. Gerçi editörler altı ay kadar hapis yattıktan sonra serbest bırakıldılar, ama bu olay bile, İngiltere'nin “demokratik sisteminin” söze de sanıldığı kadar tahammüllü olmadığını göstermeye yeter.

Kendi “demokrasisi” bu durumda olan Batı'nın, Türkiye'ye taşıyacağı “demokrasi”yi düşündükçe, eskilerin, “kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayriye himmet ede,” sözünü hatırlamadan edemiyor insan. Evet, Türkiye'ye taşınacak şeyler de yok değildir. Bunlar, İngiltere'de iki yıl önce sergilendiğinde Türk polis uzmanlarının alıcı olarak ziyaret ettikleri Kotex firmasının gümrük vergisinden muaf tutulacak işkence aletlerinin yanısıra, Türkiye'nin yarı-askerî baskıcı rejimini iyiden iyiye örtbas etmeye hizmet edecek ve “işkencenin sistematik olmadığını söyleyebilmek için işletilen mekanizmaları” (Tanıl Bora-Bülent Peker, “Medeni Dünyanın Kapısında Türkiye ve İnsan Hakları”, Birikim, Aralık 1999, sayı:128, s.33) yürürlüğe sokacak daha akıllı ve medeni kamuflaj aygıtlarından başka bir şey olmayacaktır.

AH ŞU İŞÇİ “HAKLARI”!

Ahmet İnsel, “özgürlükçü ve dayanışmacı sol”un, “Avrupa sosyal şartlarından Türkiye'de çalışanların da yararlanması için girişimlerde” bulunmasını (A.g.y., s.27) ve “Avrupa içinde emekçilerin daha serbest dolaşımını destekleme”sini (A.g.y., s.28) istiyor.

Burada, ihtiyati bir kayıt olarak, sadece İngiltere'deki işçi “hakları”na ilişkin bazı belirlemelerde bulunacağımı, Avrupa'nın diğer yerlerinde işçi “hakları”nın İngiltere'yle aynı koşullarda olup olmadığını bilmediğimi belirtmeliyim.

İngiltere'de işçi “hakları”, son derece kısıtlıdır. Kâğıt üzerindeki “hakların” kısıtlılığının yanısıra, sendikalar, hükümetin ve sistemin destekleyicisi yan devlet kuruluşları haline geldiğinden, var olan “haklar”ın çoğu da fiiliyatta işlemez durumdadır.

Örneğin, bu ülkede, özellikle son özelleştirmeler nedeniyle, bir şirket ya da işletme, Türkiye'de bile tasavvur edilemeyecek bir fütursuzlukla, bir anda yüzlerce işçiyi kapının önüne koyabilmektedir. O anlı şanlı, binalarına girerken bile bir devlet ya da finans kuruluşuna girdiğiniz izlenimini edindiğiniz “güçlü” sendikalar, işten atılan işçiler için tazminat talebinde bulunmanın ötesinde hiçbir şey yapmamaktadır. Bu, işin, işçi hiyerarşisinin en üst kesimini oluşturan ve işçi sınıfının en iyi koşullara sahip İngiliz kökenli işçilerine ilişkin faslıdır. Ama esas önemli olan, bugün Britanya'da en ağır ve pis işlerin yaptırıldığı, yani Britanya imparatorluğunun esas yükünü çeken göçmen işçilerin durumudur. Bu göçmen işçilerin büyük çoğunluğu (ki, bunlar, İngiliz ekonomisinin esasını üreten, dünyanın dört bir yanından gelmiş kalabalık bir nüfusu oluştururlar) Establishment'in bile bile göz yumduğu “illegal” çalışma koşullarında, işten atılmama güvencesinden, sağlık olanaklarından, iş güvenliğinden, asgari ücretten, sendikal haklardan, çalışma süresi kısıtlamalarından yoksun bir şekilde, kelimenin tam anlamıyla bir yük hayvanı gibi çalıştırılmaktadırlar.

Britanya'da asgari ücretin saati 3.5 sterlindir. Ben, resmî makamlarca Londra'nın en yoksul bölgesi ilân edilen Hackney'deki tekstil fabrikalarında Türk ve Kürt göçmen işçilerinin saati 1.5 sterline çalıştırıldıklarına tanığım. Londra'da bir odanın haftada 40 sterlin, resmen saptanmış (işsizlere ödenen) haftalık geçim standardının 50 sterlin olduğunu düşünecek olursanız, bu göçmen işçinin, sosyal yardım haklarından da yararlanmıyorsa (ki çok sayıda kaçağın, denizaşırı öğrencinin vb. bu koşullarda çalıştığı açıktır), ölmeyecek kadar bir gelir elde etmek için haftada 60 saat çalışmak zorunda olduğunu kolaylıkla hesap edebiliriz. Artık burada, günümüzün modern köle ticareti sonucunda Avrupa'nın kenar bölgelerinden ya da Avrupa dışından (Türkiye de dahil) “aupair” (çocuk bakıcısı) olarak gelen genç kadınların uğradığı içler acısı sömürüden (hiçbir iş güvencesi olmadan, belirsiz saatler boyu çalışıp çocuk bakımının yanısıra her türlü ev içi hizmetçiliği yaptıktan sonra haftada 35-40 sterlin gibi cüzi bir ücret almak) ve marûz kaldıkları manevi işkenceden sözetmeye bile gerek duymuyorum.

Bundan dört yıl önceki JJ Fast Food işçilerinin direnişinin ortaya koyduğu gibi, buzhanelerde, ağır koşullarda, her türlü sağlık olanaklarından yoksun bir şekilde çalışan göçmen işçiler, belki bir yararı olur diye gizlice sendikalaştıklarında, bunu tespit eden fabrikanın patronu ve menajeri tarafından bir anda kapı dışarı edilirler. “İllegal” koşullarda çalıştıklarından, sendikanın onlar için yapacağı fazla bir şey yoktur. Zaten böyle durumlarda sendika bürokratlarının işçilere verdiği tek öğüt, boşuna “kürek sallamamaları”dır. Tottenham'daki “Pitta Bread” ekmek fabrikasındaki Somalili işçilerin iş koşullarını protesto ederek iş bırakmaları, otomatikman işten ayrılma kabul edilir ve işçiler topluca işten atılır. Bu işçilerin % 90'ı “illegal” koşullarda çalışmaktadır. Somalili işçilerin mücadelesi ayyuka çıktığı ve bizzat kendileri “illegal” çalıştırıldıklarını yazılı olarak ilan ettikleri halde, işverene karşı, “illegal” işçi çalıştırmaktan dolayı hiçbir soruşturma açılmaz. İşveren, işten attıklarının yerine, “illegal” çalışmaya gönüllü başka işçileri alarak işine devam eder.

Akla şu gelebilir. İyi ya, Ahmet İnsel'in sözünü ettiği, “Avrupa içinde emekçilerin daha serbest dolaşımı” sağlanırsa, göçmen işçilerin “illegal” çalışma koşullarından doğan sömürüsü de bir ölçüde azalmış olur, bu işçiler, en azından Britanyalı işçilerin sahip olduğu hakları elde ederler. Oysa bunun gerçekle ilgisi yoktur. Birincisi, Türkiye AB'ye katıldığında, işçilerin Avrupa'da legal çalışma koşullarının gerçekleşeceğini farzetsek bile (bunun gerçekleşeceği bile hayli tartışmalıdır), o zaman patronlar, buna karşı yeni önlemler alacaklardır. Nasıl daha önce Türk ve Kürt işçilerinin ucuz işgücüne başvurmuş, onları legal çalışma hakkı olan işçilere tercih etmişlerse, bu kez de Avrupa Topluluğu üyesi olmayan başka ülkelerden “illegal” işçileri, Türk ve Kürt işçilerine tercih edeceklerdir. Bu durumda, Türk ve Kürt işçileri, ya aynı bugünkü bir kısım İngiliz işçisi gibi işsizlik bürolarını doldurup “dilenci” parası almak için kuyruğa girecek, ya da “legal haklarından” vazgeçip, yine düşük ücretle ve her türlü haktan yoksun olarak “illegal” işçilerin koşullarında çalışmaya razı olacaklardır.

Burada artık, işsizlerin durumuna, Avrupa Birliği çapında alınan merkeziyetçi kararlarla, özellikle bugünlerde, Avrupa'nın bütün ülkelerinde nasıl sıkıştırıldıklarına, sorguya çekildiklerine, çağdaş toplama kampları olan eğitim kamplarına gönderildiklerine, kendi yeteneklerinin ve potansiyellerinin dışında alâkasız işlere ucuz işgücü olarak sürüldüklerine hiç değinmesem daha iyi olacak.

VE SEATTLE...

Ahmet İnsel, haklı olarak, Avrupa'nın, sadece tekelci sermayenin ve Hıristiyan ittifakının Avrupa'sı olmadığını belirttikten sonra, Avrupa'nın, “toplumsal dayanışmayı, yurttaş girişimlerini, en geniş siyasî katılımı, küreselleşmeden mağdur olan kesimlerin haklarını, çevre koruma bilincini savunan akımların en yoğun bulunduğu alan” olduğuna (A.g.y., s.30) dikkat çekiyor ve bu konuda en anlamlı örneklerden birisi olarak, 30 Kasım'da, Amerika'nın Seattle kentinde toplanan Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) Bakanlar konferansını “abluka altına alan toplumsal muhalefet girişimlerinin getirdikleri alternatif küreselleşme önerileri”nden (A.g.y., s.28) sözediyor.

Öncelikle belirtmeliyim ki, hep birlikte izlediğimiz gibi, WTO'nun toplantısını abluka altına alan toplumsal muhalefet, alternatif bir küreselleşme önerisi ileri sürmemiş, bu kapitalist globalleşme örgütünün karşısına doğrudan doğruya “kill the capitalism” sloganıyla çıkmıştır. Seattle'da olayların başladığı aynı gün, bu yılın 18 Haziran'ında, “stop the city” ve “kill the capitalism” sloganlarıyla Londra'nın merkezini birbirine katan gösterinin örgütleyicisi Reclaim the Street adlı sokak örgütü, Euston istasyonunun önünde paralel bir gösteri düzenledi ve aynı sloganları ileri sürdü. Çok açık görüleceği gibi, polisin vahşice saldırısına uğrayan, Seattle'daki ve Londra'daki gösteriler, “alternatif küreselleşme” gibi, egemenlerin dümen suyunda talepler ileri süren hareketler değil, onların küreselleşme politikasına, “kapitalizme ölüm” ve “kentleri durdurun” türü sloganlarla karşı çıkan son derece radikal hareketlerdir. Bu hareketler, küreselleşmeye karşı aşağıdan yükselen dalganın müjdecisidirler. Ve bu hareketlere can veren muhalefet güçleri, Avrupa Birliği gibi kapitalist ittifakların içinde değil, onun tam karşısında yeralmaktadırlar. “Demokrasi” adına Avrupa Birliği'ni destekleyen öneriler, kapitalizmle ve Avrupa Birliği'nin ahtapot kollarıyla çetin bir savaşa girişmiş bu güçlerle değil, onların düşmanlarıyla kolkola girmek anlamına geliyor, ne yazık ki.