İyi Pragmatizm Vesilesiyle, Taş Üstüne Taş Koyma Hamlesi

Geçen ay, İsviçre’nin Cenevre kentinde, gezegenin en tartışmalı örgütlerinden birini, Dünya Ticaret Örgütü’nü, kendi bürokratları ve uzmanları ağzından dinlemek durumunda kaldıktan sonra, geniş çeperli bir dünya ticareti yazısı yazmak elzem görünüyordu. Lakin, ne verili piyasa koşulları ne de bu koşulların iletişim dili olan geleneksel ticaret ilişkileri ile olan sevimsiz ilişkimiz malum. Hal böyle olunca, ‘nasıl bir dünya ticareti değerlendirmesi’ yazabilirim diye düşünürken Tanıl Bora’nın Birikim’in 210. sayısında yazdığı ‘İki Sinizm, İki Pragmatizm ve Eylemi Yeniden Düşünmek’ yazısı imdadımıza yetişti. Yazı, memleket solunun ve dahi alternatif siyasi açılımların nefesinin ve algısının köreldiği bu ahir zamanda, zihin açıcı ‘giriş’ metinlerinden biri olarak belirdi. Gelişme kısmı ise, Tanıl Bora’nın da bahsettiği gibi, taş taşımaya hevesli sorun sahipleri tarafından yazılacaktır, diye umut edelim. Olmadı yapana muhabbet gösterelim en azından.

Diğer taraftan, Bora’nın yazısı, siyaseten ‘ayıp’ bir kelimenin bir sıfat marifetiyle, mana ve ehemmiyetinin berraklaşması açısından da pek bir değerliydi. Pragmatizmin iyisi olur mu, olmaz mı tartışmasına verdiği pratik örnek ise, aslında toplumsal hareketlerin dilinin her geçen gün çoğullaştığı siyasal alanda, memleket solunun enteresan bir inat ve gerilimle nasıl monolitik söylemde/ezberde sabitlendiğine dair iyi bir örnekti. Olası ‘taş taşıma’ hamlelerini, bırakın ilgi alanına herhangi bir tartışma alanına bile katmayan bu küçümseme hali ‘pansuman’, ‘reformist’, ‘popülist’, vb. suçlamalarlarla, gündelik problemlerin temaşasını, her daim bir makro söyleme esir ediyor.

İyi pragmatizm’den devam edip, ilk fırsatta yazının asli rotasına çark edelim: Bora, ‘iyi pragmatizm’e örnek olarak verdiği; işsizlerin ve güvencesiz çalışıp yaşayanların dayanışmasını örgütleyen ‘1 Umut Projesi/ Birlikte Umut Derneği’ne muhabbet gösterirken, söyledikleri aslında, bir grup solun patolojik ‘zevklenme’ alanlarına dair iyi bir örnek.

“...Yoksulluk sözkonusu olduğunda, sinizm iyice acılaşır; toplumsal-politik sebeplerini ortadan kaldırmaya muktedir olmayan böylesi etkinliklerin, -şayet neo-liberalizmin ajanlığı değilse-, pansumancılıkla, ‘sivil toplumculuk’la itham edilerek zevkle küçümsendiğini biliriz. Nitekim küçümseniyorlar. Ama işte, yürüttükleri faaliyetlerin bizzat kendisini önemseyerek yapıyor, eyliyor, taş üstüne taş koyuyorlar”[1]

Yoksullukla geçen her dakikanın sefaletinde çürüyen insan için, bir sonraki dakikada beliren umut ışığından daha sahici olan elbette tüm yoksulluğun ilanihaye sona ereceği bir sistemin ışığıdır. Lakin bir sonraki dakika her daim çok daha yakındır ve ‘hayat’ da bu küçük umut ışığının ağzındadır.

Sosyalistlerin vicdanı, hâlâ gezegende kimsenin şüphe edemeyeceği ender bir vicdan türüdür. Lakin, mesele sanki biraz senkron meselesine dönmüş durumda. Ki bu da hadiseyi içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Komşun açken yatmanın elzem olduğu bugünlerde, sadece komşunun açlık meselesine müdahale bile -ki toplumsal hareketlerin hareket alanlarını avantaja çevirmenin yolu da bu olsa gerek- taş taşımaya nasıl ve nereden başlanacağına dair önemli bir veri olsa gerek. Bunu yaparken, insanlık aleminin yoksulluk meselesinin halli için ne kimsenin susmasına ne de eylemsizleşmesine gerek var.

DÜNYA TİCARETİNİN HALİ PÜR MELALİ

2000’lere, önceki yirmi senede maruz kaldığımız kapitalist efelenmeye karşı toplumsal hareketlerin Seattle ‘postası’yla girdik. Peşi sıra gelen ve genelde kent ve ulusötesi örgüt isimleri ile anılan karşı gösteriler ise bundan sonraki yirmi senenin daha bir ‘militan’ ve ‘isyancı’ olacağına dair işaret gibiydi. Lakin, Seattle bir başlangıçtı; düzenleyenler de dahil olmak üzere kimsenin tahayyül edemediği militan kitlesellik, Aralık 1999’da, her daim son derece sakin ve rahatlıkla düzenlenen bir toplantıya tarihinde ilk defa ‘izin vermedi’. Ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Seattle görüşmeleri yapılamadan bitmiş oldu. Sonrasında, sürece ağırlıklı rengini veren 2001 Doha toplantısı ile kendine gelen DTÖ, bu sefer de 2003’te Cancun’da, başını Brezilya, Hindistan ve Çin’in çektiği gelişmekte olan ülkelerin, G20’lerin ve onlara destek veren G33’lerin direnciyle altüst oldu. Bu arada Cancun sokaklarında, sürece müdahil olmak isteyen alternatif küreselleşme yanlıları da ilk ‘şehit’ini veriyordu. Güney Koreli çiftçi Lee Kyung-hae üzerinde (“WTO kills farmers”- “Dünya Ticaret Örgütü çiftçileri öldürüyor”) afişi olduğu halde kendini bıçaklayarak harakiri yapıyordu.

Aslında DTÖ, IMF’den ve Dünya Bankası’ndan farklı bir yapı. 1944’te Uluslararası Ticaret Örgütü’nün (ITO) dünya ticaretinin trafiğini belirlemek için attığı adım, 1948’de ABD tarafından sekteye uğratıldı. GATT (General Aggrements on Tariffs and Trade-Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Antlaşması), geçici statüde 1947’de imzalandı ve DTÖ’nün kuruluşuna kadar yürürlükte kaldı. Uruguay Round, GATT bünyesinde sürdürüldü. Süreç, 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ile sonuçlandı.[2]

Şu anda 149 üyesi bulunan DTÖ’de görüşmeler Haziran ayında yoğun görüş ayrılıkları nedeniyle askıya alındı. Lakin, işin enteresan tarafı, bu askıya alınma halinden, uzun yıllardır dünya ticaretine ve örgütlerine tahakküm eden ABD, Kanada, Avustralya ve bir nebze de olsa AB çok rahatsız değil. Özellikle ABD, Cancun öncesinden beri, ikili ve bölgesel antlaşmalara daha teşne. Her ne kadar, ABD’nin bizatihi kendi güneyinde yıllardır zorladığı ‘serbest’ pazar projeleri, FTAA (Free Trade Area of the Americas – Amerika’nın Serbest Ticaret bölgesi) ve diğer bazı ikili antlaşma çabaları, güneyin MERCOSUR (Mercado Común del Sur - Southern Common Market-Güneyin Ortak Pazarı) ve ALBA (Amerika’nın Bolivarcı Alternatifi) gibi alternatif ‘ortak’ pazar girişimleri ile sabote edilse de...

Son yapılan Hong Kong müzakerelerinde de görüldüğü üzere, ortak çıkarlar konusunda ciddi bir müttefiklik hattı yakalanırsa, DTÖ (yapısı da müsait) gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin müdahalesine geçmişten daha fazla açık. DTÖ’nün nereye evrileceği ve bu vesileyle aslen ne ifade edeceği başka bir tartışmanın konusu. Keza ABD’nin, şu anda sürecin tıkanmasından çok da rahatsız olmaması bile, durumdan işkillenmek için yeterli bir neden. Öte yandan, 1999’da Seattle’da dillendirilen ve peşi sıra Cancun’da haykırılan en önemli konu, insanların, başını kim çekerse çeksin, sürüp giden zamane ticaret hallerinden rahatsız olmalarıydı. Yoksa, yapısı itibariyle DTÖ, aynen BM gibi, devletler arası bir müzakere platformu olduğundan (ve Güvenlik Konseyi gibi bir yapıyı ihtiva etmediğinden), protestonun yegane adresi olmaktan uzak. Bunu, sokakta ve sürece katılan ülkelerin toplumsal hareketlerinin kendi ülkelerini etkileme sonuçlarının müzakereler nezdindeki tezahürünü Seattle ve Cancun’da izledik. Velhasıl, başta belirttiğimiz üzere, meseleyi yerli yerine koyup, asli rotaya çark edelim. Sonuçta, başını ABD veya ulus-ötesi şirketler çeksin ya da çekmesin, ‘ticaret’ ulus-devletlerin insafına da bırakılacak bir hadise değil. Kendi halklarının refah düzeyini umursama konusunda çok da şanlı bir tarihe sahip olmayan Güney’in hükümetlerinin bu son dönem çıkışları artık sürecin nasıl bir noktaya geldiğini göstermesi açısından ibret vericidir.

TİCARETİN ADİLİ OLUR MU?

Ticaretin adil olup olmamasından ziyade, bu kavramla doğru düzgün bir ilişki kurmak elzemdir. Sonuçta, tarlasında bir senelik emeği vesilesiyle ürününü satarak yaşamaya çalışacak olan çiftçinin ‘zamane’ metodu, kendisini tartışma dışında tutmak isteyenler beğense de beğenmese de, ‘ticaret’tir. Ve bu tartışmaların devam ettiği her dakika, üretici bu yöntemden kaynaklı sorunlarla cebelleşir durur. Bir problem vardır elbet. O problem, ulusal ve uluslararası pazarın fiyatlandırma ve üreticiyi sürece katma meselesi ile ilgilidir. Ne üretici ne de tüketici kendini birinci derecede ilgilendiren bu sürece bir türlü müdahil olabilir.

Mevcut ticari düzende; düşük ‘çözünürlüklü’ pazar şartları, gümrük duvarları, fiyat spekülasyonları, kotalar ve bilmem kaç taraflı antlaşmalarla, ulusal yasalar arasında masa tenisi topu gibi gidip gelen küçük ölçekli üreticinin payına düşen, koca bir teslimiyetten başka bir yol değil. İşte bu makus talihin değişimine yönelik bir umut olmak, taş üstüne taş koymak babında başlayan ve devam eden bir harekete dikkatle bakmakta fayda var: ‘Fair Trade’, yani ‘adil ticaret’ hareketine...

TARİHÇE

‘Adil Ticaret’ hareketinin kökleri 1940’lara kadar gidiyor. Hareketin ilk üstlenicileri ise ağırlıklı Kuzeyli dinî gruplar ve bazı sivil toplum örgütleri. ABD’de Menonitler’in örgütü olan, Mennonite Central Committee (MCC) ve Church of the Brethren, 1946 ve 1949 yıllarında sırasıyla, Üçüncü Dünya ülkeleri ile adil ticaret ürün zinciri kuran ilk hareketler oldular. Menonitler, Üçüncü Dünya ülkelerinden adil fiyatlarla satın aldıkları ürünleri kilise ağları vasıtasıyla kendi ülkelerinde satıyorlar. Keza bu hareket halen ‘On bin köy’ projesi altında devam etmekte.

ABD’de başlayan ‘adil ticaret’ hareketi, Avrupa’da toplumsal hareketlerin de omuz vermesi ile güçlenerek ve siyasallaşarak devam etti. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, dönemin devrimci havası bu konuyla ilgilenen grupların da havasını doğal olarak değiştirdi. Başını Avrupalı sol öğrenci hareketinin çektiği oluşumların mevcut serbest piyasa modeline yönelik militan eleştirileri, Adil Ticaret hareketini de ikinci safhasına geçirdi. 1968’deki UNCTAD’a (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferasına) bile damgasını vuran bu müdahalenin sonucu, “Kalkınma için ‘Yardım değil ticaret’” kararı oldu. Yani, kuzeylinin güneyliye gösterdiği bir inayet ilişkisinden ziyade, eşit şartlarla kabul edilen bir ticaret ilişkisi; kuzeyin pazarını güneyli üreticiye açması. 68’in havası bitince, alınan kararlar uygulanmadı.[3]

Avrupa’da ise harekete en kapsamlı nefesi veren Hollanda ve İngiltere oldular. 1960’larda Hollanda’da Steun Onderontwikkelde Streken (SOS) isimli ‘adil ticaret’ yardım örgütü kurulurken, İngiliz menşeili Oxfam (Oxford Committee for Famine Relief) ‘bridge - köprü’ isimli ‘elişi ithalatı’ programı ile sürece katıldı. Bu program uzun yıllar devam etti. 1970’de ise Almanya’da kurulan kalkınma hareketi “Aktion Dritte Welt Handel” ile beraber diğer Avrupa ülkelerinde, yoksul ülkelerin, yoksul üreticilerinin ürettiği malları, mevcut pazarın dışında ülkeye sokup, kendi kurdukları dükkanlarda (World Shops) satan örgütler kuruldu. 1970’lerde başta Benelux ülkeleri olmak üzere, oldukça çok yere yayılan World Shops’lar sayesinde pazara giren alternatif ticaret örgütleri, hatırı sayılır sayıda güneyli üreticiyi memnun etse de, aslen süreç 1980’ler ve 1990’lar sonrasında farklı bir safhaya evrildi.

Başta elişi ürünlerinin hakim olduğu adil ticaret pazarı, 1980’lerde elişine olan ilgi azalmaya yüz tutunca, hareket yanlılarını yeni çıkış yolları aramaya yöneltti. Bu krizi aşmak için kendilerine seçtikleri alan, bundan sonraki yıllarda siyasal ve yapısal olarak bambaşka bir alana evrildikleri bir seçim oldu. Bu yeni alan; ‘tarım ürünleri’dir. Asırlardır, sömürgeciliğin pazardaki en belirgin ‘poz’larından biri olan güneyin ürünlerinin kuzeyin pazarına olan yolculuğuna yönelik bu ‘adil müdahale’, geçmişin ‘inayet’ hareketinden daha ciddi ve siyasi bir çizgiye evrilmekle mümkün olacak hamlelere neden oluyordu.

Hareket kendine öncelikle kahve, çay, kakao, muz gibi ürünleri, dolayısı ile bu ürünlerin üreticeleri olan küçük çiftçileri seçti. Ve öncelikle buradaki üretici kooperatifleriyle, toplumsal hareketlerle ilişkili üreticilerle ilişkiye geçilip, onlardan alınan ürünler World Shop’larda satılmaya başlandı. İlk başlarda oldukça ilgi gören süreç, militan tüketicinin bile birkaç dükkandan mütevellit ‘adil ticaret’ ağına müdahil olamaması ile, sekteye uğramaya başladı. Pazara daha fazla girilmesi gerekiyordu. Gönüllülerin organize ettiği militan satışlar ve World Shop’lar ise ihtiyacı karşılayamıyordu. Bu noktada ‘adil ticaret hareketi’, 90’ların ortasındaki zeminine de rengini verecek olan başka bir çıkış yolu daha keşfetti (hareketin her krize yönelik olarak geliştirdiği başarılı teknikler ise ayrıca incelenmeye değer) ve serbest piyasada da yer alacak bir marka yarattı. Öncelikle Hollanda’da yaratılan bu marka, başka ülkelere dağılmakla kalmayıp, diğer Avrupa ülkelerinde de ayrı ayrı markalar yaratılıp, ürünler ulusal pazara sokularak daha fazla tüketiciyle temas imkanları yaratıldı. Bu markalar, Hollanda’da, İsviçre’de, Belçika’da, Danimarka’da, Norveç’te; Max Havelear ve Almanya, ABD, İtalya, Kanada, Japonya’da Transfair, İngiltere ve İrlanda’da Fairtrade Mark, İsveç’te Rättvisemärkt olmak üzere piyasaya sürüldüler. Daha sonra bu gruplar bir araya gelerek TransMax adlı adil ticarette denetim ve standartları belirleme ve üreticileri adil ticaret şartları altında destekleyip, pazarı çeşitlendirme amacı ile 1997’de FLO’yu (Fairtrade Labelling Organizations International) kurdular.[4]

Şu anda sürmekte olan ‘adil ticaret’ hareketinin yapısını öğrenmek açısından FLO’nun bazı standarlarını bilmek önemli: a-) Adil ticaretin taraflarının, küçük ölçekli aile işletmelerinden oluşmaları, b-) Politik olarak bağımsız örgütler altında örgütlenmeleri, c-) Ekolojik hedefleri gözeten, doğal kaynakları koruyarak sınırlı kimyasal madde kullanmaya gayret etmeleri (görüldüğü üzere, üretici illa organik ürün üretmek durumunda değil, ama bu tarz üretime geçenler de az değil) gerekmektedir.

Piyasada talebin artması, adil ticaret hareketinin bölgeye taleple dönmesine, üreticilerin yararlandıkları imkanları gözleyen diğer üreticilerin de sürece katılmak istemesiyle, ‘adil ticaret’in standartlarını ve normalarını belirleyecek başka örgütler de kuruldu. Adil ticaretin ‘kuzey’ ayağına dair önemli uluslararası örgütler:

• Fairtrade Labelling Organizations International, (Uluslararası Adil Ticaret Etiketleme Organizasyonu) (FLO)1997’de kuruldu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da elliden fazla ülkenin bir milyondan fazla küçük ölçekli üreticisini ve tarım işçisi aileyi bünyesine alan bu örgüt, üretici örgütlerini inceliyor ve sertifikalandırıyor.

• International Fair Trade Association (IFAT) (Uluslararası Adil Ticaret Örgütü) 1989 senesinde, adil ticaret üretici kooperatifleri, birlikleri, ithalat ve ihracat şirketleri, toptancılar, ulusal ve bölgesel adil ticaret ağları ve destekçi örgütlerin bir araya gelmesi ile kuruldu. Altmış ülkeden üç yüz destekçisi var.

• Network of European Worldshops (NEWS) Avrupa’nın onüç ülkesinden onbeş World Shop’u içine alan çatı örgüt.

• European Fair Trade Association (EFTA), Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan ithalat yapan, ekonomik olarak dezavantajlı olan 400 üretici ile çalışıyor.

ADİL TİCARETİN ANA İLKELERİ5

• Ticaret ilişkisi içinde bulunanlar arasında eşit, şeffaf ve sorumluluğa dayalı ilişki,

• Üreticilerin mevcut pazarlara erişim hakkının devamlılığını sağlarken, yeni pazarlara da ulaşma imkanları kazandıracak kapasitenin geliştirilmesi,

• Eşit, acil ve düzenli ödeme garantisi,

• Kadınların üretim sürecindeki yerinin önemle dikkate alınarak, kadınların sürece daha aktif katılımı için destekleme,

• Çocuklar; eğer çalışma hayatının içinde ise (yerel adetleri de dikkate alarak) sağlıklı koşullarda, güvenlik içinde ve eğitim imkanları ihlal edilmeden, BM Çocuk Hakları Konvansiyonu’na uyarak çalışmalarını sağlama

• Çevreye saygılı ticaret.

Özetle, ‘adil ticaret’ örgütlerinin sürece müdahalesi, yaygın ticaret ağının ve uluslararası pazar koşullarının saf dışı bıraktığı küçük üreticileri koruma perspektifinden hareketle oluyor. Müdahale süreci de esasen; üretim kapasitesi, ücretlendirme ve pazara girme olanakları olarak şekilleniyor. Alternatif ticaret örgütleri olarak isimlendirilen bu yapı, üreticiye pazarın fiyat endekslerinin dışında, her koşulda ve düzenli olarak (özellikle büyük şirketlerin dönemsel fiyat manipülasyonlarından kaynaklı) ödediği asgari ücretin yanından, fiyatların arttığı durumlarda da ek prim vermektedir. Bu primin nasıl kullanılacağı ise, kooperatif veya örgütlerce düzenli olarak yapılan yıllık toplantılarda, içinde yaşadıkları üretim koşullarını iyileştirmek ve sorunların çözümü için nasıl hareket edileceği beraberce kararlaştırılıyor. Kaynak kimi zaman ürün sevkiyatı için kamyon alınması, kimi zaman kadınlara kreş ve eğitim imkanı sağlanması için bina yapılması, kim zaman da ‘organik tarım’a geçmek için merkez kurularak, uzman getirilmesi biçiminde olabiliyor. Öte yandan, özellikle tarımda öncelikli ihtiyaç olan ön ödeme ise, yapılan sözleşmeye istinaden ödeme tutarının %60’ı olarak üreticiye ödeniyor.

ADİL TİCARET MÜNASEBETİ

İLE ‘KAHVE’ MOLASI

Kahve, muhtemelen, Güney’in Kuzey’e servis ettiği en mühim kaynaklardan biri olsa gerek. Lakin bu servisin asırlardır hangi koşullarda yapıldığı hepimizce malum. Güney’in bu afilli ürününe ‘arsız’ ilgi yoğunlaşıp karmaşıklaştıkça, bu üretim kolunda bulunan küçük üretici ve tarım işçisi de, ‘modern’ ve serbestliği kendinden menkul pazarların çarkında eriyip duruyordu. Bu vesileyle, adil ticaret hareketinin evrildiği ileri safhada, kendisine öncelikli ürün olarak ‘kahve’yi seçmesinden daha doğal bir şey yoktu. Ve elbette kahve üreticisinin ağır mağduriyeti ve duruma karşı örgütlenme çabaları da bu işbirliğinin temelini oluşturacaktı. Bu arada ek bir bilgi olarak; 2004’te ‘etik/adil’ kahve satışının ulaştığı rakam 75 milyon euro. Kahveyi sırasıyla 45.6 milyon euro ile ‘etik’ muz, 20.2 milyon euro ile ‘etik’ çikolata ve 19.2 milyon euro ile ‘etik’ çay takip etmiş.[6] Görüldüğü üzere, gün geçtikçe, birçok sofra daha adil kurulmaya çalışılıyor.

2000’lerin başında kahve fiyatlarında yaşanan düşüş Orta Amerika’dan Afrika’ya kadar 125 milyon kişiyi etkilemiş. Dünya Bankası’nın rakamlarına göre, devamlı istihdamda %54, sezonluk istihdamda %21’lik düşüş, bir üreticinin söylediği üzere 70 senedir bölgede görülmemiş bir sefalete neden olmuş.[7] Abartı mı, değil mi bilinmez, lakin gezegenin kahve üretim haritasını bir anda dünya sefalet haritasına çeviren gelişme aslında, üreticinin tevelettünü zorlayan bir tekerrür hadisesi. Altın ve gümüşten sonra, sömürgecilerin, Kuzeyin sofralarını ‘tatlandırdıkları’ şeker kamışı plantasyonları, Latin Amerika topraklarını metazori işgal ederken, halefleri gibi tükendikleri yerlerde de peşlerinde ölüm ve sefaletten mütevellit ‘acı bir tat’ bırakıyordu.[8]

Gittikçe çıkmaz bir yola giren kahve krizini aşmak için yöntem arayan üreticiler nihayetinde bu yolu buldular: Latin Amerika, Karayipler, Afrika ve Asya’nın 23 ülkesinden 500 bin küçük ölçekli çiftçi, Batılı dostları ile geliştirdikleri alternatif ticaret modeli sayesinde, adil ticaret sertifikalı üretime geçerek, ürünlerini ‘öteki’ metotlarla, aynı pazara soktular. Sosyal ve çevresel standartlara uydukları ölçüde, kriz dönemlerinde bile garantili ödeme hakkı kazandılar. Fiyatlar düşükken aldıkları temel-asgari ücretlerle yaşamlarını sürdürebilirken, fiyatların yükseldiği dönemde elde ettikleri primlerle de, kooperatiflerinin veya hareketlerin belirlediği ölçüde, üretimlerini daha sağlıklı, güvenli ve sürdürülebilir kılıyorlar. Diğer yandan, Latin Amerika’daki kahve üretiminin çoğunu ‘sırtlayan’ yerliler, Adil Ticaret standartları sayesinde, kültürel miraslarını ve entellektüel birikimlerini de koruyup geliştirebiliyor. Örneğin; Guatamala tepelerindeki La Voz Kooperatifinde, Adil Ticaret Standartları ve yardımları sayesinde Maya tarım teknikleri tekrar hatırlanıp, üretimde bu tekniğin geliştirilerek kullanımı sağlanabiliyor.[9]

DİĞER BAZI AVANTAJLAR

Yerel üreticiler için, adil ticaret ağına dahil olmanın önemli avantajlarından biri de, örgütlenme deneyimi kazanılarak, daha dayanışmacı ve ortak çıkarları önceleyen birliklerin devamından yana olunması. Öte yandan büyüyen her örgüt, başta örgütün bulunduğu devlet olmak üzere, uluslararası kuruluşlar ve piyasa aktörleri ile müzakerelerde, kendi lehine önemli pozisyonlar ve avantajlar sağlamakta.

Adil ticaret; tüm soru işaretlerine ve küçük cevaplarına rağmen, gerçekleştirdikleri bağlamında, başarılı bir toplumsal hareket dinamiğidir. En azından büyük sorulara verilecek büyük cevapların altını dolduracak zihin açıcı başlıklardan biridir. Güneyin ‘yoksulluğu’na tek başına çare olacağını söylemek doğru olmayacaktır. Sonuçta süreç içerisinde yer alan aktörler küçük ölçekli aile çiftçilerinden oluşmaktadır. Hem onların üretim kapasiteleri, hem de ‘etik malların’ pazara ulaşmasını sağlayan ‘adil ticaret’ örgütlerinin kapasitelerinin sınırı, tüm gezegenin mevcut ihtiyaçları göz önüne alındığında hayli yavan kalacaktır. Mevcut kelamı mühim! Sonuçta, bu mevcuttan kaynaklı, tarımda ‘Konvansiyonel üretim biçimi’nin de sorunların çözümü mü, bizatihi kendisi mi olduğu da başka bir tartışma konusudur.

Özellikle Kuzeyin, sömürge döneminin peşi sıra kapitalist ekonomi biçiminden mütevellit pazar ilişkilerini de hakim kılmasıyla oluşan yıkıcı ve bencil tüketim alışkanlıklarını değiştirme biçimine yapılacak müdahale sadece Güneyin değil Kuzeyin de sorunudur. Öte yandan, talebi önceden motive eden ve zihinleri/ piyasayı ‘yaratılmış ve rekabeti haiz ihtiyaçlarla’ dolduran ekonomi yönetimi, geçmiş örneklere bakıldığında sadece kapitalistlerin değil, reel sosyalist ekonomilerin de gündemini belirlemişti. Sosyalist ekonomiyi korumak, pazarda rekabet gücünü artırmak, doğayla rekabete neden olurken, pazarın ve sömürünün diline ziyadesiyle teşne kapitalist açgözlülüğünün karşısına güçlü, sürdürülebilir ve güçlü bir alternatif koyamamasının da nedenlerinden biri midir acaba? Velhasıl, başka birçok yan ürünle, ‘rıza’lar yaratan, talepleri organize eden kapitalist ekonominin verili koşulları içinden bakarak, şu andaki tüketim alışkanlıklarını ezeli ve ebedi kabul etmenin gereği yok. Uzun yıllar farkında olunmadan yaşanan ürünlerin hakim olduğu pazarlardan doğan Kuzey’in “pre-mature” piyasasının yeknesak tüketicileri, teslim oldukları tüketim kalıpları içerisinde Güney’in ve doğanın kanını emmeye devam ediyor. Kuzeyli tüketicinin esasta karnını değil, gözünü doyurmak için, devasa kargo uçakları ile her gün Güneyden tonlarca yaş ve kuru gıda taşımak için binlerce seferler yaparken, sadece Güneydeki üretim çeşitliliğine zarar vermeyip, tükettikleri yakıt ile tüm gezegeni ‘seraya’ çeviriyorlar.

Öte yandan, modern toplumlarda kentleşmenin aldığı ‘doğasız’ hal vesilesiyle, tüketim ile üretim süreçleri birbirinden iyiden iyiye kopmuş, modern tüketicinin talep normları da tamamen piyasanın eline geçmiş durumda. Her gün fütürsuzca tükettiği ürünlere yabancılaşan insanoğlu, devasa tarım tekellerinin bu ürünleri laboratuvarlarda ‘gen manyağı’ yapıp patentlemesini bile gündemine alamıyor. Doğayla kurulan ilişkinin bu denli sefilleştiği bir dönemde söylenecek çok söz, edilecek çok küfür var. Saklı tutalım!

Velhasıl, başta üretim ve tüketim biçimlerini sorunlaştırarak tüketici ve üretici dayanışmasını önceleyen, Güneyin bağımlılığına panzehir niteliğindeki ‘üretim çeşitliliği’ ile erkeğe bağımlı üretim modeline ‘feminist’ müdahale açısından da adil ticaret önemli potansiyeller taşımakta.

SÜRDÜREBİLİR KÜRESEL SİSTEME ADİL KATKI

Hareket elbette bazı riskleri ve eksiklikleri de bünyesinde barındırıyor; hâlâ verili pazar işleyişine, dönüştürücü çomak sokamamak gibi, piyasadaki radikal değişimlere hızlı yanıtlar verememek gibi, ulusötesi antlaşmaların ve ulus-devletlerin gümrük ve kota duvarlarına karşı siyasi ve kitlesel cevap verecek potansiyele ulaşamamak gibi ve en önemlisi toplumsal hareketten, ticari işletmeye dönme riski gibi. Lakin, aslolan riskleri defetme enerjisi ile avantajları büyütme perspektifi olunca, hareket daha çok yol alacaktır. Burada meselenin omurgası, kooperatiflerin sadece ekonomik bağlamda değil siyasi bağlamda da, yerel ve enternasyonel hareketlere eklemlenme kabiliyeti ve yönelimidir; Latin Amerika’da olduğu gibi. Latin Amerika’da neler oluyor gibi bir soruya verilecek cevaplardan biri daha böylece belirmiştir.

“Uzun zaman önce John Stuart Mill’in de belirttiği üzere, demokrasinin gücü onun etkinliğinden değil, insanların yaşamlarında yarattığı kaliteden ve karakterden ileri gelir. Bu vesileyle, adil ticaretin de etkinliği, hayatlarını değiştirdiği yoksul çiftçilerin sayısı ile değil, daha adil ve sürdürülebilir küresel sisteme yaptığı katkı ile ölçülecektir.”[10]

Meselenin Kuzey yakasında ise durum biraz daha farklı. Adil ticaret eylemcileri zamanlarının çoğunu ayırdıkları trafikten kafalarını kaldırıp, biraz daha ‘sahici koşullar’ın analizi ile ilgilenmeliler ve piyasanın manevralarına daha hızlı karşılık vererek, onu sıkıştırmanın yollarını bulmaya denemelidirler. Bağımsız araştırmacı ve danışman Lawrence Watson bir söyleşide bu konuya parmak basıyor:

“Adil ticaret eylemcileri, meselenin ‘adil’ boyutu konusunda oldukça ihtiraslı ve kararlı olsalar da, ‘ticaret’ boyutu konusunda da bir o kadar kararsızlar”[11]

MEMLEKETE DÖNÜŞ

Uzun bir ‘adil ticaret’ özetinden sonra memlekete dönmekte fayda var. Hoş, konumuz gereği, başta ‘adil ticaret’ olmak üzere, toplumsal hareketlerin ilgili başlıkları konusunda uzun uzadıya bahsedilecek bir deneyim sahibi olmasak da, bu başlıklar altında oldukça ciddi potansiyellere sahibiz. Misal fındık meselesi, misal çay meselesi, misal tekstil meselesi, hatta ve hatta bizzat memleket sol kamuoyunu da içine alan, yeni bir tüketim ve tüketici tipi projesi. Kim istemez, şöyle kapısında adil ticaret logosu olan mekanlarda oturup çayını yudumlamayı. Veya, fındıkçısını, çaycısını dünyanın adil pazarlarında görmeyi...

Aslında, küçük de olsa bazı çabalar yok değil. Özellikle ekolojik tarım konusu ile ilgilenen az sayıda grup, üretici ile ‘bilinçlendirilmiş’ tüketiciyi bir araya getirmek için mütevazı ama güçlü bir rota izliyor. Tekstil sektöründe kadın işçilerin, adil ticaret normalarına göre çalışması konusunu önceleyen ve ‘adil ticaret’ ismini kullanarak örgütleşen hareket de var. Lakin hâlâ Türkiye’de FLO’nun bir ofisi veya bu ofisin kurulmasını zorlayacak bir üretici kooperatifi perspektifi yok. Kim bilir, belki de yeni yeni güçlenmekte olan ve son dönemlerin diğer bir umut ışığı çiftçi sendikaları, sahip oldukları ulusal ve uluslararası ağ potansiyeli ile böyle bir işlevi üstlenebilir. Bu yılın temmuz ayında Vatan gazetesinde yayımlanan Elif Ergu’nun haberinde, Fransız Alter-Eco Commerce Equitable adlı şirketin Türkiye UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) vasıtası ile Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı Suvarlılı köylülerin ürettikleri Besni türü kurutulmuş üzümleri için temas kurduğu ve diğer alıcılardan daha yüksek bir fiyat ödemeyi kabul ederek, doğrudan köylülerle üç yıllık bir antlaşma yaptığı haberi vardı.[12] Fransız şirket tamamen ‘adil ticaret’ normlarına uyarak ticaret yapıyor. Demek ki, ‘adil ticaret’, bir şekilde memlekete girmiş oldu. Lakin, umut edilen, üretici ile temas kurmaya çalışan ‘adil ticaret’ girişimlerinin de UNDP ile değil, bizzat üretici kooperatifleri ve çiftçi sendikaları (ve hareketi) destekli FLO’a ile temas etmesidir.

İyimser pragmatizm veyahut radikal reformizme dikkat kesildiğimiz ölçüde, bazı ‘olumsuz’ yaftaları peşinen kabul ederek rahatlasak da, meselenin taş üstüne taş koymak kadar, olası taş biçimlerine dair, tecrübeler ve deneylerle fikir yürütme derdimizin olduğunun da altını çizmekte fayda var. Sonuçta, diğer bazı toplumsal hareket deneyimleri kadar, fındık meselesi, çay meselesi ve dahi tekstil meselesinden mütevellit potansiyeller bu denli ortada iken, ‘adil ticaret’ hareketinin de bir türlü alternatif siyasi açılımlar deneyimleyememesi, başta her türlü ‘pragmatizm’lerden, ‘reformizmler’den azade bir siyasi tasavvur kurmak isteyenler için de mühim olsa gerek. Bir de meselenin, üretici ve dahi işçi tarafı var ki orası da ziyadesiyle ‘başka türlü’ sesler duymaya hasret.

[1] Tanıl Bora, “İki Sinizm, İki Pragmatizm ve ‘Eylem’i Yeniden Düşünmek”, Birikim, sayı 210, s. 16-23.

[2] What is the World Trade Organization?, “Understanding the WTO”, WTO İletişim ve Medya İlişkileri bölümü tarafından ilk olarak 2003’de yayımlanmış 2006’da da tekrar gözden geçirilmiştir.

[3] “The Fair Trade Story”, 2005, http://www.oikos-foundation.unisg.ch

[4] “Fairtrade Labelling Organizations International”, http://www.fairtrade.net/

[5] “Fair trade”, http://en.wikipedia.org/wiki/Main_Page

[6] Beard, Matthew., “Ethical Shopping Bears Fruit for Fair-Trade Farmers”, Independent, 1 Mart 2005

[7] “One cup at a time: Poverty Alleviation ad fair trade in Latin America” , http://www.colostate.edu/Depts/Sociology/FairTradeResearchGroup/

[8] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev. Atillâ Tokatlı, Roza Hakmen, Çitlembik Yayınları, Haziran 2006.

[9] Alternatif ticaret örgütlerinin yereldeki kooperatiflerle çalışma biçimleri açısından, oldukça yaygın ve etkili olan İngiltere’deki ‘Cafédirect’ projesinin web sitesine bakmakta fayda var: www.cafedirect.co.uk

[10] “One cup at a time: Poverty Alleviation ad fair trade in Latin America”, http://www.colostate.edu/Depts/Sociology/FairTradeResearchGroup/

[11] Maley, Jacqueline, “How fair is Fairtrade?”, The Guardian, 8 Mart 2006.

[12] Ergu, Elif, “Kuru Üzümlerin Fransa Yolculuğu”, Vatan, 7 Temmuz 2006.