Tehlikeli Sessizlik ve Sonrası!..

1993’ün son aylarından beri Türkiye’nin büyük iş çevreleri ve dolayısıyla büyük medya ağı, en geç 1994 ilkbaharında, yani 27 Mart seçimlerinin hemen ertesinde yürürlükte olmasını tasarladıkları bir siyasal düzenleme projesi doğrultusunda yaygın bir gayret gösterdiler.

Anlaşıldığı kadarıyla bu güç odakları, ülke gündeminin baş sırasını işgal edegelmekte olan “Kürt sorunu”nun ağırlığını korumakla birlikte, en azından askerî plânda devlet güçlerinin inisyatifi ele geçirmiş olmalarını dikkate alıyor ve 1994 yılıyla birlikte ülke gündemini, ağırlaşan iktisadî kriz ile “RP’nin yükselişi” olgularının belirleyeceğini tahmin ediyorlardı. Proje, bu veriler üzerine kurulmuş ve en kaba hatlarıyla iktidarda bir merkez-sağ bloğunun (ANAYOL denilen bileşimin), ana muhalefet konumunda da merkez-sol bir bileşimin yeralacağı bir tertiplenme düşünülmüştü. Onların nazarında bu tertiplenme kimi partileri iktidara terfi ettiren, kimilerini de muhalefet konumuna indiren bir planlama mantığına değil; 1994 yılı koşullarının ve gidişatının “düzeni koruma” saikinden bakıldığında tesbit edilebilecek bir görev taksiminin gereklerine uygundu. O nedenle de, proje gerçekte düzeni ve rejimi tehdit eden o iki başat sorunun birini iktidardaki merkez sağa, ötekini de merkez sol bileşimin oluşturacağı “ana muhalefet”e tahsis etmiş görünmekteydi.

Buna göre 27 Mart seçimlerine gidilirken daha bir ağırlaşacak ekonomik kriz ve daha şimdiden bir “RP yükselişi”ni göstereceği belli olan seçim sonuçları hem DYP-SHP koalisyonunun sona ermesini kolaylaştıracak, hem de merkez-sağ ve sol “taban”da zaten varolan “birleşme” eğilimlerini karşı konulamaz oranda arttıracaktı. Bu koşullarda yukarıda belirtilen “görev tahsisi” bizzat merkez sağ ve sol eğilimlerin oluşturduğu ülke çoğunluğunun talebi olarak gündeme gelebilecekti. Çünkü mevcut iktisadî krizin, 1980’lerden beri tüm dünyaya egemen kılınmış liberal yaklaşımlar dahilinde aşılma formülü, bu işin doğal olarak merkez-sağ iktidarlarca yapılabilir olduğu anlamına geliyordu. Merkez-sağ iktidarlar –odağında hızlı özelleştirmeler, ihracatı teşvik, devalüasyon, kemer sıkma ve parasal istikrarın olduğu– bu “ekonominin emrettiği” formülü uygulama görevini yaparlarken, merkez-sola da önemli bir sorumluluk düşmektedir. O da bu uygulamanın yolaçacağı işsizlik, artan yoksullaşma gibi “sosyal” sonuçlarına tercüman olmak, doğan tepkileri çevresinde toparlamak gibi bir görevi üstlenmeliydi.

27 Mart seçimlerinden hayli yıpranmış olarak çıkacakları tahmin edilen merkez-sol partilerin kendiliğinden bu göreve yönelecekleri, özellikle de en fazla oy yitirecek gibi gözüken SHP’nin iktidara sarılmaktan ister istemez vazgeçip, bir birleşme platformunda en az bir merkez-sol partisiyle biraraya gelip merkez-sağ blokun “ekonomik paket”ine karşı geleneksel sol söyleme bürünüp “muhalefet görevi”ni üstleneceği bekleniyor ve isteniyordu.

SHP ve onunla oluşacak merkez-sol bloktan beklenen ve onların da yine “doğal olarak” üstlenecekleri bir diğer görev, “laiklik” cephesinin bayraktarlığı idi. “RP’nin yükselişi” olgusuyla sosyo-politik temelleri ciddi bir tehditle karşı karşıya kalan düzenin bu noktada korunması için Türkiye’deki merkez-sol kendiliğinden öne atılacaktı zaten. İşin ilginç yanı “ana muhalefet” konumundaki bir merkez-sol blok sözü edilen iki görevi üstlenmekle iktidardaki merkez-sağa karşı değil, RP’ye karşı konumlanmış olacaktı. Çünkü 1994’ün RP’si hem “laiklik” karşıtı bir akımı, hem de daha önceleri “sol”un mülkü sayılagelmiş “sosyo-ekonomik muhalefet” alanına seslenip etkili olabilmiş bir hareketi temsil ediyordu. Bu bakımdan RP çevresindeki dinî hareket ile merkez-sol muhalefet arasındaki rekabet ve çatışma onların birer muhalefet odağı olarak merkez-sağ iktidara karşı tek tek verecekleri mücadeleden daha hayatî karakterde olacaktı. Bu durumda merkez-sağ iktidar, hem sosyo-ekonomik rahatsızlık ve tepkilerin hem de laiklik bahsindeki çatışmanın muhalefet içi gerilimlerin konusu olabildiği bir ortamda bir taraf değil bitaraf gözükme imkânını edinmiş olacak, asıl dikkatini ekonomiye yoğunlaştıracak, muhalefetin dünyasındaki çatışmalara neredeyse salt inzibati tedbirlerle katılma lüksünden yararlanabilecekti.

İlk bakışta, hemen tümüyle gerçekçi veri ve tahminlere dayandığı söylenebilecek bu proje gerçekleştirilemedi. Ne DYP-SHP koalisyonu bozuldu, ne de merkez-sağ ve solda onca teşvik edilen ve genelde kimsenin itiraz etmediği birleşmeler oldu. Büyük basın ve iş çevreleri nezdinde ehliyetli bir lider ve yönetici olmadığı artık tamamen tescil edilmiş olan Tansu Çiller ve böylesi kritik bir “ekonomik paket”i yürütebileceği konusunda kimseye güven vermeyen DYP-SHP hükümeti ve çevresindeki bürokratik kadro, 27 Mart sonrası sarsıntıyı fazla zorlanmadan atlatıp işbaşında kaldılar.

Ama öte yandan yaratacağı tepkilerden şu veya bu ölçüde endişe edilen “ekonomik paket” de toplumda beklenenin çok altında bir tepki yaratabildi. Orta sınıfı gözle görülür ölçüde sarsan, alt sınıfları daha koyu bir yoksullaşma çizgisine iten, işsizliği hızla tırmandırıp yayan, mevcut sanayinin birçok dalında üretimi neredeyse durma noktasına itip pek çok sanayiciye gelecek için gayet karamsar sözler ettiren ekonomik paket, bu duruma rağmen tepki ve öfke dozu pek gözükmeyen bir “bakalım ne olacak” havası içinde kabullenildi. Dolayısıyla da ortada düzeni tehdit edebilecek bir sosyal patlama potansiyeli gözükmediği için, bu potansiyeli şu veya bu kanala yöneltmek ihtiyacı gibi bir sorun ve görevi acilleştiren bir durum da yok.

“RP’nin yükselişi”nin bir dinci-laik çatışmasını kaçınılmaz olarak gündemin ilk sıralarına sıçratacağı tahmini de tutmuş sayılmaz. İlk günler böyle bir hava doğdu veya körüklendi ise de giderek hava yumuşadı, ilk günlerin gayet tedirgin laikleri RP’li belediyelerle yaşamaya alışırlarken, RP’li belediyeler de sivriliklerini törpülemeye yatkın olduklarını ispata çalışır görünmekteler. “RP yükselişi”ni düzen ve rejimi tehdit ettiği noktasından değerlendiren güç odaklarının RP’ye karşı acilen bir laiklik cephesi açılmasını elzem gören tutumlarını gevşetmeleri de eş zamanlı oldu.

Ancak bu manzaranın bir denge durumunu yansıttığı da söylenemez. Yani, 1994 ilkbaharı Türkiye’sini belirleyen sorunlar karşısında farklı çözüm perspektifleri olan taraflar, Nisan-Mayıs aylarında sessiz bir güç yoklamasına girişip, zorlayarak daha ileriye gidemeyeceklerini sezip pozisyonlarını şu yukarıda özetlenen durumu oluşturacak biçimde “ayarlamış” da değiller. Halihazır durum örtük de olsa bir güç denemesinin, birtakım kararlı girişimlerin bileşkesinde değil, tam aksine kimsenin bir denemeye girişmeye, kararlı bir tavrı sürdürme cesareti, güveni ve inancı olmaması sonucunda bu anlamda kendiliğinden oluşmuştur.

O nedenle de ne büyük iş çevreleri ve medya ağının hayli açıkça beyan edilmiş hükümet değişikliği projesinde başarısızlığa uğradığından sözetmek doğrudur; ne laikler ve dinî hareket arasındaki gerilimin gevşemesi karşılıklı bir sağduyu ve toleransın eseridir, ne de toplumun yoksullaşmayı ve artan işsizliği tepki ve öfke patlamalarına yönelmeksizin kabullenişi –medyanın propaganda ettiği gibi– bir olgunlaşmışlığın alametidir.

Umut, inanç, özgüven eksikliği ve savunulur gözüken değerlerin verilmiş içeriğinin sağlamlığı konusunda duyulan kuşkuların herkeste ve her kesimde farklı bileşimlerde varlığı ile oluşan yaygın bir faktör, yukarıda sözünü ettiğimiz sonuçlardan birinci dereceden etkilidir.

Bu faktör, adı geçen taraf ya da kesimlerin –öncü veya yapıcı güç konumuyla– toplumun tümüne şamil olarak önlerine koydukları bir proje ya da amaca yeterince asılamamaları, yoğunlaşamamaları şeklinde kendini gösteriyor. Her girişim ilk ivmesiyle bir noktaya ulaşıp, ardından onu orada tutacak ya da biraz daha ileriye götürecek gayretin olmayışından ötürü, tıpkı fırlatılan bir taş gibi yeniden başlangıç zeminine dönüyor. Dolayısıyla ilk görünümüyle bir durumu değiştirecek gibi gözüken, ilk anda böyle bir algılama doğuran ve sahiplerinin yeni bir konuma geçtiklerini düşündürten girişimler, adeta batak bir zeminin üzerindeymişler gibi yükselmeleriyle birlikte gömülmeye başlıyor ve kısa bir süre sonra yüzey -orada hiçbir şey olmamışçasına- eski haline dönüyor.

Eğer o girişimlerin üzerinde cereyan ettiği ortamı, hali savunan korumaya çalışan, öyle kalmasını isteyen güçlü bir taraf varolsaydı, sözkonusu girişimlere bunların karşı çıkıp akamete uğrattıklarını söyleyebilseydik, zaten olgunun kendi içinde açıklaması var demekti. Oysa her ne kadar tüm girişimleri tek tek ele aldığımızda ortada durumun değişmesini istemeyen, o yüzden de karşı çıkan birilerini tesbit edebilsek dahi; daha yakından bakıldığında bunların da bir biçimde durumdan yakındıklarını, bir biçimde değişmesini istedikleri ve eğer bir girişime karşı çıkan konumda gözüküyorlarsa bunu durumu savundukları için değil, girişimin bizzat kendi içinde güven ve enerjiden yoksun olduğunu görmenin verdiği, “durumu daha da kötüleştirebilir” kaygısı nedeniyle yaptıkları görülür. Fakat yine de akamete uğramaların, yarıda kalmaların nedeni karşılaşılan dirençlerden daha çok, girişimlerin ilk engeli durma, geriye alınma bahanesi sayacak kadar bir iç zayıflıkla malûl oluşlarıdır.

O yüzden de bu ülkenin siyasal alanının özellikle son üç yıllık dönemi, sürüyle yarıda kalmış, başlamasıyla bitmesi bir olmuş girişimler mezarlığı gibidir. Sadece dinî hareketin taş üstüne taş koyarak istikrarlı bir inşâ süreci izlediğini, bu bataklığa benzer ortamda onun daha dayanıklı bir zemin bulabilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ama yapı yükseldikçe o zeminin de çevresinden giderek farksız hale gelerek gevşediğini görmek zor değildir.

Şüphesiz bu noktada PKK’da temsil edilen Kürt milliyetçiliği ile –şu anda kendini eylem bazında güvenlik güçlerinin temsil ettiğini bilip şimdilik bununla yetinebilen– Türk milliyetçi akımın az yukarıda çizilen manzaraya, yapılan tanıma uymadığı söylenebilir. Hattâ bunlar tam aksine bir görüntü vermekte, kesin, tartışma kabul etmez kanıları, en sert eylemlerde ifadesini bulan ve daha da şiddet yüklü mecralara akmaya hazır enerjileri ile tereddütlerin, dermansız, yarıda kalıveren girişimlerin kol gezdiği ortamın etkilerinden tamamen sıyrılmış gibi gözükmektedirler. Fakat dikkat edilmelidir ki bu milliyetçi akımlar, yapıcı hiçbir vasıf taşımayan yapıcı yükümlülüklerden sıyrıldıkça enerjileri –o da şiddete dönük olarak– yoğunlaşan hareketlerdir. Varlık nedenini ötekinde bulan eylem enerjisi, ötekini yok etme isteğinden kaynaklanan bu hareketler, az önce bataklık benzetmesiyle tarif ettiğimiz ortamın dibinde oluşmuş zehirli, patlayıcı gaz yoğunlaşmalarından başka bir şey değildirler. Yüzeyde tüm girişimlerin derece derece ve kendi ölçülerinde bir yapıcılık kaygısını hâlâ taşıyor olmalarına mukabil bunu gerçekleştirememe aczinden dolayı yaşanan peltemsi hareketler, bu yapıcı kaygıyı yitirdiği, bu kaygıdan sıyrıldığı oranda –tersine dönmüş bir intihar kendinden nefret ve kendini imha eğilimi olarak– “öteki”ne, hattâ tüm ötekilere yönelik bir yıkıcı enerji-hareket-türüne dönüşürler. Bataklıktaki patlayıcı gaz oluşumu da böyledir. Çürümeden beslenir, çürümenin alternatifi değil, çürümenin nihai noktasıdır.


Toplumun tüm unsurlarını, mevcut düşünüş biçimlerinin hepsini kapsayan yapıcı tasavvur ve dolayısıyla enerji krizi, yetmezliği sadece tüm toplumsal bünyeye yayılan –milliyetçilik formundaki– bu yıkıcı potansiyeli değil; devlet ve toplumu hâlâ bir mekanizma gibi gösterebilen kurumlar içinde de kendini tahrip niteliği taşıyan tavırları serbestleştiren bir havayı da oluşturmuştur.

O nedenle de örneğin onca hayatî önem atfedilen 5 Nisan kararlarının uygulamaya konulmasının hemen ardından, kararların mantıki sonuçları açısından geri adım anlamına gelen tavizler de ardı ardına verilmeye başlandı.

Otomotiv endüstrisinde yaşananlar, vergi ve özelleştirme bahsinde cereyan eden olaylar bunun sadece bir bölümü. 5 Nisan kararlarının kaçınılmazlığını ileri sürenlerin büyük kısmı, bunu söylerlerken bir başarı umudunu yansıtmak şöyle dursun Haziran sonunda bu atlatılabilirse Eylül’de, bundan da sıyrılınabilirse falanca tarihte, ama mutlaka bir tepetaklak gitme tehlikesinin ufukta beklediğini söylüyorlar. 24 Ocak kararları en azından “iş alemi”nin büyük çoğunluğunun desteğinde ve bir dizi “uyanığı” da peşinden sürükleyen, hiç değilse onların gözlerini parlatan, ellerini ovuşturtan bir “umut kapısı” açmıştı. Şimdi o bile yok. Ve o nedenle de “kararlar kaçınılmaz” diyenler, sonuçta o kararları hükümsüz kılacak tavizleri koparmanın gayreti içindeler. Kararların geleceği bulanık görülüyor ve çare olmadığı biline biline hale, mevcut duruma sarılma refleksine uyuyorlar.

DEP’in kapatılması çevresinde cereyan eden olaylar, bu kendini tahrip güdüsüne kapılmış olmanın çok daha çarpıcı bir örneği. DEP’i “öteki”yle özdeşleştirerek imha etme kararlılığının ilk etabında devlet katında bu kararlılığın temsilcisi, açık sözcüsü konumundaki DGM, DEP’li milletvekillerini; TBMM’yi neredeyse basacak bir kuşatma ile derdest ederken Meclis gibi mevcut rejimin kâğıt üzerinde en üst kurumunu alelade bir bina derekesine düşürmeyi pekala göze almıştı. Bu kez tam böyle yapmadı, ama DGM Başsavcısının konuyla ilgili beyanlarındaki –bu kez de bir kedi fare oyunu oynama keyfini yaşamak istermişi çağrıştıran– eda üç ay önce saygınlığı fiilen tahrip edilmiş Meclisin onun gözünde ne kadar kıymet-i harbiyesinin olduğunu yansıtıyordu.

Bunlar olurken TBMM, DEP’in kapatılmasıyla bu partinin milletvekilliklerinin de iptalini gerektiren Anayasa hükmünün yolaçacağı –kısmî seçim gibi– şimdi istenmeyen sonuçlardan kurtulabilme yolları arıyordu. Anayasanın ilgili maddesi değiştirilecekti, ama sırf bununla yetinilirse “Avrupa ne der” endişesi epeyce ağır bastığından, daha kapsamlı bir Anayasa değişikliği yapıp “DEP’i kapattık ama, daha demokratikleştik” diyebilme gerekçesi sağlamak akla geldi. İç ve dış kamuoyuna partilerin 1982 Anayasasını büyük ölçüde “demokratikleştiren” bir tasarı üzerinde neredeyse tümüyle uzlaştıkları haberi alelacele iletildi. Gerçi çok geçmeden uzlaşmanın dağıldığı, sorunlar çıktığı bildirildi, girişim tavsadı, ama bu arada Anayasa Mahkemesi bir kılıfını bulup iptal edilecek milletvekilliklerin bir kısmını dışta tutup kısmi seçim “tehlikesi”nin şimdilik atlatılmasını sağladı.

TBMM’nin bu ani anayasa değiştirme operasyonunun demokratikleşme aşkıyla ilişkisi olmaması bir yana, geçerli yasalara göre dahi son derece tartışmalı olan bir parti kapatma kararını perdelemek gayretinden ibaret kalan bu girişimi ne anlama gelir? Bu onun kurum olarak, rejimin temel bir kuruluşu olarak kendini basit bir kamuflaj aleti durumuna sokması, bizzat kendi varoluş nedenini tahrip etmesi demek değil midir? Hükümetlere kanun gücünde kararnameler çıkarma yetkisi verip, bu yetkiyi gitgide yaygınlaştırarak kendi özgül yasama işlerini terketme sürecine zaten girmiş olan Meclis, şeklen hâlâ taşıdığı yetkiyi güvenlik aygıtlarının ısrarıyla alınmış bir parti kapatma kararının “yan etkileri”ni örtbas etmek gibi bir rol için kullanabiliyorsa, bırakın yasama olarak öteki kuvvetlerin –yargı ve yürütmenin– üzerinde olduğu iddiasını, artık o kuvvetlerden biri olduğunu dahi iddia edemez noktaya gelmiş demektir.

Eğer tam da bu sıralarda “ülkenin her sorununun çözüm yeri Meclistir” sözü sık sık söylenmiyor olsaydı, parlamentonun –tüm dünya demokrasilerinde gözlemlenen– önem, itibar ve işlev kaybı olgusunun Türkiye’deki bu “yansıması” üzerinde bu kadar durmak gerekmezdi. Belirtmek istediğimiz nokta şu: Her ne kadar “Kürt sorunu”nda şu an –aşağı yukarı son altı aydır– tüm çabalar “askerî yöntem-çözüm”e yoğunlaşmış halde ise ve ülke kamuoyu büyük çoğunluğu ile “çözüm” yolunda ne kadar “ileriye gidildiğini bölgeden gelen “ölü sayıları” ile ölçmeye koşullanmış görünüyor ise de; bu yöntemin en bağnaz yandaşları dahi “nihai çözüm”ün şöyle ya da böyle bir yeni siyasal düzenleniş ile kalıcılaşabileceğini –zımnen de olsa– teslim etmekte. Ve yine o kesimler de dahil herkes, bir yandan askerî yöntemler sürdürülürken, bir yandan da o siyasal çözümün önkoşullarının hazırlanması gerektiğini biliyor. HEP’in ya da DEP’in Mecliste bulunmasına gösterilen “tahammül”, böyle bir orta vadeli çözüm perspektifi üzerinde açıkça söylenemeyen bir kabulün varolmasıyla ilişkili idi.

Fakat bu orta vadeli çözüm perspektifini oluşturan fikir, teşhis ve gözlem silsilesi, sağlam bir inanç ve tercih zeminine oturmadığı için, olayların seyri içinde bazen yanlış kurulmuş gibi gözüküyor ve onu bir yana bırakmış, terketmiş gibi gözüken tavırlar egemen oluyor; sonra yeniden o perspektifi gözeten bir havanın esişine tanık oluyoruz. Burada sözkonusu olan, soruna ilişkin tavırları netleşmiş, kesinleşmiş, iki taraftan birinin belli bir süreçte, olayların belli bir yönde gelişmesi halinde öne çıkması, ötekilerin gerilemesi, durum değiştiğinde de bu kez tersinin olması gibi bir şey değildir. Şüphesiz ortada “Kürt sorunu”nun mutlak bir askerî bastırmadan sonra –belki– kısmi idari düzenlemelerle “nihai çözümü”nde kararlı olan bir “şahinler” kesimi var ve bunların karşısında da askerî yöntemi büsbütün reddetmeyen, ama bunun “ölçülü” olmasını isteyen, ancak nihai çözümün yeni bir siyasal düzenleniş zemininde mümkün olduğunu savunan birileri var. Her iki eğilim de merkez sağ ve sol partilerin içinde değişik oranlarda temsil ediliyor. Fakat bu nisbeten kararlı kesimler de dahil mevcut siyasal kadronun ve Türk halkının büyük çoğunluğu, “Kürt sorunu”nda aktüaliteye göre “şahin”likle “güvercin”lik arasında gidip geliyorlar.

Nitekim, son aylarda PKK’nın metropol kentlerde ve tatil yörelerinde gerçekleştirdiği eylemlerin –ki şimdiye kadar yine de ucuz atlatılmış görünüyor– ön plâna çıkmasıyla, güvercin seslerinin neredeyse duyulmaz olduğu bir havaya girildi. Bu eylemler sürer ve hele bunlardan biri bir faciaya yolaçarsa şu anda sessiz bir tepki birikimi ile yüklü bu tavır, en ürkütücü türden bir saldırganlığa dönüşebilir. Böylesi bir gelişme en çok Akdeniz-Ege kuşağı bölgede, sonbahar aylarında beklenebilir.

“Kürt sorunu”nda şahince bir nihai çözümden yana kararlı olanların dahi eğer asgari bir sağduyuya sahipse ve ileriyi hesaplama vasfı var ise böyle bir gelişmeye engel olmak için çaba göstermek zorundadırlar. Çünkü eğer “Batı”da böyle bir kitlesel patlama olursa, “şahinler”in istediği türden “nihai çözüm”ün bile koşulları ortadan kalkmış olur. “Şahinler”in çözümü en katı haliyle bile, devletin güvenlik güçlerinin PKK askerî gücünü ezmesi, silahlı eylemleri sona erdirmesidir. Ne denli sert olsa da bu, yine de kendini sınırlamış, kapsamı denetlenebilir bir şiddeti içerir. Oysa yukarıda sözü edilen ihtimal gerçekleşir, kitleler sokağa dökülür, “plebçe bir çözüm”e yönelirlerse bu sınır tanımayan, kimsenin denetleyemeyeceği dizginsiz bir şiddetin sonu belirsiz girdabına yuvarlanmak demektir.

5 Nisan kararları ertesinde daha bir gözle görülür hale gelen yoksullaşmanın ve hızla artan işsizliğin kaçınılmaz olarak çoğalttığı “statik gerilim”in de içinde kendini ifade etmiş sayacağı, boşalacağı böyle bir “çözüm” vadisine girilme ihtimali korkunç bir ihtimaldir. Şu anda Türkiye’de hiç kimsenin bu ihtimal üzerinde konuşmuyor oluşu, hiç kimsenin bunu düşünmüyor, aklına dahi getirmiyor oluşundan dolayı değildir. Aksine, şüphesiz hiç istememekle birlikte sık sık akıllara gelmekte, “acaba mı” dedirtmektedir. Bu ihtimalin gerçekleşmesinin korkunçluğunu herkes kestirebilmekte, bu korkunçluğu yaşama ihtimalinin hepimize lanetli, günahkâr bir damga vurulması ihtimali demek olduğunu sezinlemekteyiz. Bu gibi durumlarda bireyler ve topluluklarda durumlarına içkin bu tür ihtimallerden söz etmek günahkârlığın itiraf edilmesi veya o günahı yarı yarıya işlemek gibi hissedildiğinden, üzerinde konuşmaktan kaçınılır, susulur.

Bu suskunluk, bir anlamda o ihtimalden kaçamayacağını bilmenin korkusuyla yüklü olduğu için, son derece tehlikelidir. Buna bir de bu yazının başlangıç kısmında vurguladığımız, umut, inanç, özgüven budanmışlığı ve değer kaosuyla örülmüş o faktörün yolaçtığı takatsizliği, ortamı bir yarım girişimler batağına çeviren gidişatı eklersek, gayet tekinsiz bir süreçte olduğumuzu ürpertiyle görmek zor değildir.

Bu, adeta toplumsal bir irade yitimi hali içinde herbiri gidişatı başlıbaşına olumsuz yönde etkileyen bir dizi gelişme, sanki ortada –bu halden artık bıkmış olmaktan gelen– örtük bir “ne olacaksa olsun” kararı varmışçasına, cılız karşı koymalar, ikazlarla yetinilerek seyrediliyor. Büyük iş çevreleri ve medya, ehliyetsizliği konusunda neredeyse tam bir fikir birliği olan bir Tansu Çiller hükümetinin hayatî denilen bir ekonomik düzenleme operasyonunu yürütmesini endişeyle izlemekten başka bir şey yapamıyor; gerek merkez sağ, gerekse merkez-sol partilerin tabanları, onca önemsedikleri “birleşme” fikrinin bütün yaygınlığına rağmen “yukarıda” bu talebin gerçekleştirilememesi karşısında sadece yakınmakla yetiniyor; yüzbine yakın işçi işsizleşmiş, bunun birkaç katı aynı tehdidi ensesinde hissediyorken, varlık ve kuruluş nedenlerinden biri de bu tehdide karşı koymak olan sendikalarını harekete zorlamak yerine sendika yöneticilerinin ve medya ağının hamasi nutuklarıyla teselli buluyor gibi durabiliyor; “Kürt sorunu”na legal hiçbir örgütlü ifade imkânı tanımamaya kararlı bir tutumun bu arada Meclisi de hukuku da çiğneyen bir pervasızlıkla atağa geçmesinin, parlamenter vitrini bir fil aldırmazlığıyla boydan boya çatlatan bu tutumun yaygın zararlarını, siyasal kadronun büyük çoğunluğu görüyor, kapalı kapılar ardında söyleniyor, ama susarak geçiştirmeyi yeğliyor vb.

Başkalarının tepkisizliğinden, yetersiz tavırlarından kendi tepkisizliğimizin, ya da aczimizin bahanelerini üretmeye meyilliyizdir. Ama kendimiz de dahil tüm manzaraya baktığımızda tesbit edebileceğimiz bu pelteleşme durumunun, tüm ortamda derece derece herkes üzerinde etkili, o ancak kırık, solmuş fikir ve inanç kırıntıları içerebilen girişimlere yol verebilen faktörün genel, temel bir nedene bağlı olduğunu hiç değilse sezinleyebiliriz. Son iki üç yüz yıldır, hayatı, insani ve toplumsal olguları, onların belli yönlerinin ötekilere göre başatlığını, esas olduğunu varsayan düşünüş kalıpları içinde yorumlamaya, yargılar üretmeye koşullandık. Zihniyet dünyamız, giderek ötekilere kapanan bu düşünce kalıplarının bir toplamı olarak oluştu ve bu kalıpların birbiriyle üstünlük yarışına sahne oldu.

Şimdi eğer hem hâlâ şeklen o düşünce kalıpları içinde “doğru” hükmü ve tavrı bulmaya çalışıyor, hem de dün bize yeterli gelebilen o bulduklarımızın yetmezliğini hissediyor, doğruluklarından emin olamıyorsak ve o nedenle de onlara dayalı girişimlerimiz “eski şevki” içeremiyor, inanç yükleyemiyorsak; şevk, inanç ve cesaret isteğimizi –belki artık susuzluğumuzu demek gerekiyor– yoğunlaştırarak o kalıpların dışına bir keşif heyecanıyla çıkmaktan başka yol yoktur.

Türkiye toplumunun da bu bataklık sessizliğindeki ürkütücü gidişattan kurtulabilme umudu da, ancak ve sadece o keşif heyecanını duyan bu keşfe cesaret eden, bunun için köprüleri atabilen insanların, şu hayli kısa dönemde seslerini olabildiğince yüksek duyurabilmeleri sayesinde var olacaktır.