Özgürlük Sokaktadır

• “sokağa... eyleme... özgürleşmeye”.

• “Panzerlerimizin geçmesi için caddeler inşâ ettik.” Adolf Hitler

• 19. yüzyıl Fransa’sında ve daha sonraları da İngiltere’de, işçi sınıfı için “yatakhane” binaları inşâ edilmeye başlandı. Amaç, ne zaman ne yapacaklarını kestiremedikleri dizginsiz işçi sınıfını denetim altında tutmaktı. Mesai saatleri bitenleri uzun bir yoldan evlerine ‘sürükleyip’, geri kalan boş vakitlerini bahçe işleriyle harcamalarını sağlamaktı.

• Kentli insanın yürüyüşü çizgi keskinliğine sahiptir. Dümdüzdür. Eğrileri kabul etmez. O dümdüz ilerler. Kendisine sunulanı kabullenir biçimde dümdüz istikamette ilerler. Başı önde. Kentin geometrik yapısıyla uyumlu.

• Totalitarizmin en önemli özelliklerinden biri kendi görkemini en iyi şekilde ifade etmekte yatar. Geniş meydanlar, heykeller vs. Eziklik duygusunu hissettirme.

• Ankara’daki DTCF’de en tepede bayrak. Bayraktan dikey olarak aşağı inersek, toplanma alanına hâkim bir konuşma platformu. İzleyici oraya başını kaldırıp bakmalı.

• 1984’teki “Big Brother”ın en büyük amacı insanların rüyalarını denetleyebilmekti. “Brave New World”de ise doğmadan işi çözmek.

• “Hakikat, yalnızca sokakta yaşayanlarca bilinir.” The Clash.

• Lions ve Rotary Club ile sokak çocukları.

• Artık şehrin merkezinde, görünürde üretim yok.

• Sokak bir yanda büyük bir özgürlük, bir yanda da dehşet içeriyor.

• Sokağı sokak yapan, sokakta vakitlerini geçirenlerin, orada yaşayan ahalinin ruhudur. Sokağa can veren budur. Hiçbir kanunun işleyemediği bir canlılık durumudur bu. Yazının tahakkümünün kırıldığı, hareketin ve sözün yeniden anlam kazandığı yer. Akademinin bütün yasalarının kırıldığı, akademik çalışmaların bir kabuk altında tutamadığı. Hakiki bireysellikle hakiki toplumsallığın bir arada olduğu yer. Özgürlüğün doruk noktasına ulaştığı.

• Kent sınırsız özgürlük seçenekleri sunar. Ama bunların hepsi de yanılsamadır. Ne zaman kendimizi bu yanılsamaya kaptırırsak, işte o zaman tutsaklaşırız. Kent yaşamının en büyük açığı burada yatmaktadır. Başkaları gibi olma da. Kentin sıradanlığı bu kadar yükseklere taşıması, onun üstünlük aldatmacasından kaynaklanmaktadır.

• Sokağa çıkma, evinde otur. Çok çalış, eğlenmeye hak kazan.

• Rekabet sokakta yoktur.

• Ne zaman sokakta durumsal kimliklerimizden yırtacağız, o zaman sokaklar daha da özgür insanların olacak.

• Ne zaman sokakta durumsal kimliklerimizden yırtacağız, o zaman sokaklar daha da özgür insanların olacak.

• Yaşadığımız zamanda, geçmiş, şimdi, gelecek üçlüsünde ağır basan şimdi olmuştur. Kendisini geçmiş ile gelecekten ayırmıştır. Gündelik hayatta şimdinin hâkimiyeti esastır. Dakik olmak, koşuşturmak, programlı olmak, zamanı dilimlemek onu çizmek.

• Sokakta yaşamayanlar evcilleştirilmiş, düzenin işine gelen bir yaşam sürerler.

• Dükkanların vitrinleri, sokaktan gelip geçenler içindir. Zamanlarının bir bölümünü tüketim için ayıran insanların, dolaşırken onları sokaktan kopartıp rotalarını değiştirmek için düzenlenmişlerdir. Ne kadar çok insan içeri çelinebilirse o kadar başarılı bir vitrin düzenlenmesine sahip olunmuş demektir. Bu, insanları sokaktan kopartmanın bir yoludur. Ki, 19. yüzyıl Fransa’sında işte bu yüzden vitrin muhabbetine izin verilmiştir. İnsanları sokaktan kapma, onları tüketime hazırlama. Ya da bi sürü dükkan sahiplerinin oluşturdukları büyük tüketim merkezleri. Hiçbirisi geniş koridorlara sahip değildirler. Ayakta durup konuşma faaliyetine girip tüketimi aksatma hoşgörülemez.

• Sokağı etkisiz hale getirmek bütün iktidarların ortak paydasıdır.

• No future.

• Sokak şiddeti içerir, ama bu var olamamanın yarattığı şiddettir. Bir bitkinin topraktan çıkarken, suyun fışkırırken yarattığı, yaşamın, yaşamanın kendisinin yarattığı şiddettir. Rekabeti, yarışmayı bünyesinde barındırmaz. Bu noktada da kendisini, devletin uyguladığı şiddetten ayırır. Ve sokak devletin şiddetine karşı direnir.

• Devlet kendi şiddetini içselleştirmek için şiddet durumlarına işaret eder. Bu noktada kendi şiddetini meşrûlaştırır. Medya denilen uşaklık kurumu da ona alkış tutar, destekler. İkisinin paslaşmasının sonuçları sokaktakilere çıkıyor.

• “Askerî resmî geçitlerden birine gidin. O üniformalılar lanetlidir. Bunu yüzlerinde görebilirsiniz. Umuttan yoksun ve silahları ve canice buyrukları dışında hiçbir şeyleri olmayan bu insanların yüzleri ufalarak domuz jambonlarını andırmaya başlamış. Seyredin. Her şeye sahipler. Ülkenin serveti, kurşun geçirmez zırhları, kendi evleri, büyük aileleri, uşakları, banka hesapları, plajları, yatları, 74 yıl sürecek beklentileri var – ama umutları yok. Birini sevecek olursa, sevdiklerini sunabilecekleri tek şey omuzladıkları silahlarını doldurup beklemek. Her şeye sahipler ama umut onları terk etmiş. Hepsi kendi kendilerinin kabadayısı kesilmiş ama kabadayıların koruyabileceği bir şey kalmamış. Yönetici sınıflar öldürücü sınıflar haline gelmiş. Öldürücü sınıflar şarkı söylemez. Evsizler söylüyor.” John Berger.

• “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayaklarımız üzerinde ölmek evladır.” Dolares İbaruri.

• Sürtmek.

• “Hijyen” kavramı elle tutulur bir şey değildir, lâkin, burjuvazi tarafından her yerde musallat edilir. Burjuvazi neredeyse onsuz bi bok yapamaz haldedir. Elbette bütün bunlar bir kandırmacanın ürünüdür. Onların gerçekte istedikleri kendi dışındakilerin onlarla beraber olmamasıdır.

• Eskiden burjuvazinin ve kasabadan gelen zengin insanların eğlenme amacıyla gittikleri “şehir kulüpleri” çok revaçta olan yerlerdi. Bu yalıtılmış mekânda kendi türlerinden insanlarla beraber olup, bi güzel vakit geçirirlerdi.

• Tarlabaşı’nı sırf hijyen muhabbeti yüzünden yerle bir ettiler. Orasını fahişelerden, eşcinsellerden, berduşlardan, pezevenklerden, sokakta yaşayanlardan, puştlardan, yalakalardan, kabadayılardan, delikanlılardan, vesairelerden ayırmak için yerle bir ettiler. Bütün bu yukarıdakiler onlara göre “hasta”ydılar ve bir çırpıda yaşadıkları yerleri çökertmek gerekiyordu. İşe Tarlabaşı’ndan başlayıp Beyoğlu’na geçtiler. “Temizlik mangaları” kurup insanlara saldırdılar.

• Düz sokakların militarist açıdan en büyük özelliği herhangi bir ayaklanma-başkaldırı anında kitleyi kolayca denetim altına almak ve şayet gerekirse onları taramak.

HAKLARINIZI BİLİN

Bu gitarla yapılan kamu yararına bir bildiridir...

Bir öldürülmeme hakkına sahipsiniz. Cinayet suçtur. Bir polis ya da aristokrat tarafından işlenmedikçe...

O halde...

Sokakları terkedin. Sokakları terkedin. Koşun. Gidecek bir evin yok mu...” (the clash)

• Batı Avrupalı makineleri tasarladı, çünkü düzenlilik, kural ve kesinlik istiyordu; çünkü çevrenin davranışlarını olduğu kadar arkadaşlarının hareketlerini de daha belirgin, hesaplanabilir bir temele indirgemeyi istiyordu. (Lewis Mumford).

• Şiddetin kaynağı devlettir.

• “Yurttaşlar ülkesinde binbir şeye zorlanan ‘özgür insanlar’ vardır yalnızca” (Max Stirner).

• ‘Gerçek’, bir teori değildir; eylemdir, hayatın kendisidir.

• “Her yerden ayak sesleri duyuyorum, yüklü adımlar, evlat çünkü yaz geldi ve sokakta dövüşmenin zamanıdır, evet ne yapabilir yoksul bir çocuk, şarkı söylemekten başka bir rock’n’roll grubunda, çünkü mahmur Londra’da yer yok. Sokakta Kavga Eden Adama bir saray devriminin vaktinin geldiğini söylediler ama yaşadığım yerde oynanan oyun uzlaşmacı çözümler” (Mick Jagger).

• Büyük kentler bütün tahakküm mekânizmalarıyla insanların tepelerine binerler. İnsanlar ne kadar özgür olduklarını düşünseler de, gerçeklikte özgür değillerdir. Farelerin, gemileri ilk ya da son terk etme bahsi burada geçersizdir; çünkü, gerçeklikte insanlar ne zaman gemiye-sokağa sahip olmuşlardır? Ya da “evet, sokaklar bizimle özgürleşebilir” şiarını haykırmışlardır. İş bu burada, insanların gevşeklikleriyle bulundukları yerlerdeki durumlarını kuramadıkları noktasında kalıyor. Seçim bizim.

• Berduş.

• Otoyollarının en büyük yararı, trafiği (her yönüyle; iş, para, vs.) hızlı bir şekilde akıtmaktan çok şehrin dışına kaçan insanların tüketim ihtiyaçlarını hipermarketlerde yapmalarını sağlamaktır. Elbette egemen ideoloji ile onun bekçi “köpek”leri bu yolları planlayıp yaparlarken bunu düşünmüş olmayabilirler. Ama işin astarı şimdi değişik ve gidişat buna doğru kaydı. Böylelikle gidenlerin ayakları, hem şehrin merkezinden, hem de sokaklardan kesilmiş oldu. Lâkin, bu da, kent merkezlerinin ‘hipermarket’ olma özelliğini kırabilmiş değil. Kapital’in kentle ilişkisi keskindir. Ayrıca, banliyölere kaçış, kenti kültürel disneyland ve ticari hipermarket olmaktan kurtaramıyor.

• “Küfür, eylemcisi açısından en az zararla atlatılabilecek, buna karşılık ifade gücü son derece yüksek bir şiddet eylemi olarak son derece yaygındır. (...) Ancak, benim daha fazla önemsediğim, bir kişiye hakaret kastı taşıyan ve asıl yaygın olan ‘günlük’ küfürler değil, bizzat bir isyanı ve itirazı dile getiren ‘radikal’ küfürler. Genellikle ‘topunuzun...’ diye başlayan bu küfürlerdeki itiraz dozu, fiziksel olarak çok yıkıcı olabilen birçok şiddet eyleminde yoktur. Ayrıca; pek çoğu ciddi zeka ve yaratıcılık ürünü olan ve dilin en zengin kullanım alanlarından birini oluşturan küfür, son derece açık tanımlar sunarak kavram dünyamızı zenginleştirir. ‘... koyyum’, bir hakaret olmanın ötesinde, kaale almamanın en kısa ve en özlü ifadesi değil midir. Günlük kullanımda sarfedilen küfürlerin çoğu, bu yönleriyle en keskin sloganların pek çoğundan daha politiktir. Ve küfür, bir şiddet eylemidir.” (Kemal Can, Birikim, sayı 40) Küfür, sokağa aittir. Ve ebeveynlerin çocuklarının ağzından ‘küfür’ namına bir şeyin çıkmamasını istemeleri ve bu yolda onları zorlamaları, çocuklarını daha şimdiden sokaktan ayırmaktır. Kesilen damar, gelecekte ‘uygun’ ‘yurttaş’ yaratmanın en hoş dinamiğidir.

• “Blade Runner’da, post-endüstriyel çürüme görüntüleri, kapsayıcı, melez bir mimari tasarım içinde kurulmuştur. Şehrin ismi Los Angeles’tir, fakat daha çok New York’a, Hong Kong’a veya Tokyo’ya benzemektedir. Bize gerçek değil, zeka ürünü mimarilerin, topoi’nin bir sentezi gibi hayali bir coğrafya olarak sunulur. Pek çok farklı gerçek şehirden, kartlardan, reklamlardan, fimlerden aktarmalar yaparak metin, post-endüstriyel şehir hakkında bir şeyler söyler. Çok değerli ve değiş tokuş edilebilir bir yapıdır, coğrafi yer değiştirmelerin ve yoğunlaşmanın bir ürünüdür... Aşırı nüfuslu ve fakir ülkelerden göçmüş çok büyük göçmenler mekânıdır. Göçmenler şehri kalabalıklaştırırken, yerli küçük burjuvalar banliyölere veya ‘dış dünya’ya doğru kayarlar. Terkedilmiş binalar ve çürüyen komşu bölgeler, aşırı nüfuslu, kalabalık eski alanlarla bitişik bulunurken, bir yandan da yeni, high-tech iş bölgeleriyle kıç kıçadır. Filmin nüfusu, yüzü olmayan eklektik bir insan kalabalığından oluşur. Doğulu tüccarlar, punklar, hare krişnalar. Konuşulan dil de pestiştir. ‘Şehir konuşmaları’, Japonca, İspanyolca, Almanca’nın bir karmaşası’dır. Şehir, geniş bir pazardır, yeraltı ağlarının entrikaları bütün ilişkileri istila eder. Patlayan Doğu baskındır, dünün Doğu’suyla bugünkü kaynaşır. Şehre tepeden bakan Japon ‘simulacrum’u, iğfal edici Japon’un yüzü ile kokakola işareti arasında gidip gelen dev reklam panosu. Post-endüstriyel şehirde, ‘futurist’vari high-tech bakışı entellektüel bir senaryonun içinde eriterek, kentleşmenin patlaması, Üçüncü Dünya’yı birincinin içinde yeniden yaratır. Neredeyse hiç hareket etmeden bir kişi yolculuk edebilir; çünkü, Doğu hemen yan bloktadır. Blade Runner’ın Los Angeles’i Çin Mahallesi’dir – şehrin içindeki Çin.” (Giuliano Bruno, “Ramble City: Postmodernizm and Blade Runner”, çev. Çiçek Öztek, yayıma hazırlanan bir kitaptan)

• Bir mit olarak Karındeşen Jack’in piyasaya sürülmesi, fahişelerin sokaklara çıkmasıyla eş zamanlıdır. Fahişelerin sokaklarda fink atmaları, onları görmeye gelen bir sürü insanın varlığı ve sokakların ‘kamu adabına’ ters düşen yerler olmaya başlaması, egemenlere uygun düşmeyen şeylerdi. Fahişeler ile berduşları sokaklardan ‘defetmek’ için Karındeşen Jack olayından yararlandılar. Fahişe cesetlerinin sokaklarda bulunması, korkunun insanlar üzerindeki hâkimiyetini bir kat daha arttırmış oldu. Artık fahişeler rahat rahat sürtemeyecekler ve onları görmeye gelenler de endişe içinde olacaklardı. Ama, bu kısa sürdü ve sokaklar kendilerini yine onlara açtılar. Sarhoşlarıyla, köpekleriyle, fahişeleriyle, berduşlarıyla...

• “Geçmişten ve gelecekten geriye kalan tek şey ‘şimdi’nin talep edilişidir – henüz inşâ edilmesi gereken şimdiki zaman için. Bugün, tarihin yıkıcı ve yapıcı anları yavaş yavaş biraraya geliyor. İkisi karşılaştığı zaman, topyekün devrim olacak. Ve devrim, refah toplumunda artakalan tek zenginliktir.” (Internationale Situationniste, sayı 11, 1967, Defter, sayı 4 alıntı, çev. Lale Müldür)

• Şehirde çok, hem de çok sıkıldık...

• Kaldırım taşları, ‘gerçek bir galaksi’ keşfetmeyi isteyenlerin en büyük yardımcılarıdır. Zaten sokakta mücadeleye girenin kaldırım taşlarından, sopalardan, molotoflardan ve kendilerinden başka neyi var? Neyimiz var?

HABİTAT’INIZI YİYİM

• Ömer Laçiner, Birikim 85’te, 1 Mayıs Kadıköy hakkında yazdığı yazıda, “(...) O halde benim şu toplumda olduğu gibi mümkün tüm toplumlarda da yerim olmayacak demektir diye düşünen ve giderek sayıları kabaran milyonlarca işsiz, işsiz adayı ve işsizlik korkusu içinde insan var artık, Türkiye de dahil ‘gelişmiş’ veya ‘gelişmekte olan’ ülkelerde” diyor. Affına sığınarak şunu ekliyorum; “bu dünyada yerim yokmuş, keşke bir yalan olsaydım.”

• “New York... Merkez istasyonu ile 70. cadde arasında kalan Park Avenue, kentin en şık ve lüks yerlerinden biridir... Soğuk kış güneşi altında, cepheleri ayna gibi parlayan gökdelenlerin ve gösterişli mağazalarla bankların sıralandığı hareketli bir cadde... Manhattan’dan kuzeye doğru ilerledikçe manzara birden değişir; Park Avenue’de yerin altından yukarı çıkar, göz kamaştırıcı gökdelenlerin yerini eski ve çoğu metruk binalar alır ve 96. caddede görünmez bir sınır oluşturur. Kenti, Harlem adlı mahalleden ayıran bir sınır... Yüzyılın başlarında Harlem, Caz klüpleri, lokantaları ve modern lokalleriyle bir eğlence merkeziydi. Fakat zenginlerin şehir dışına taşınmasıyla burası da terkedildi ve katı bir şehircilik politikası yüzünden kentin en sefil insanlarının toplandığı bir yer halini aldı; zenciler, Portorikolular, kaçakçılar, sokak kadınları... Kendi yasaları olan farklı bir toplum meydana geldi. Normal vatandaşlar buraya çok ender uğrardı. Harlem’e kabul edilen beyazların sayısı çok azdır...”

(Atlantis, İmkânsızlıklar Dedektifi Martin Mystere, Büyük Albüm Sayı 13, sayfa 213-216)

• Sokaktaki çocuklar yapayalnızken

Ve gerçek bir galaksi keşfederken bir anlık aşklardan

Ve birbirlerini severken ve sevecekken bu çocuklar inkâr edilmezken

ezelden beri ve elbette ki bu böyleyken...

Önümüzdeki on asırdan bahsediyorum

ve nah şuraya yazıyorum

İçeri tıkılabilirim

Dalga geçebilirler benimle, gülebilirler öyle ya da böyle

Aşkı ve devrimi kışkırtıyorum

Ben sonsuz bir provokatörüm, Yes! I am.

Size söyledim

Silahlar ve kelimeler aynı şeydir

İkisi de gebertir.

(Leo Ferre, Le Chien, ‘Köpek’)

• Barikat... Klasik sokak savaşlarından bugüne kadar gelen barikat... Kurulduğu andan itibaren ‘eski’ dünyaya ait bütün duyguların terk edildiği, ‘yeni’ duyguların, dayanışmanın, güvenmenin, kardeşliğin, özgürlüğün yaşandığı yer. Geride bırakılan yaşam barikatın karşı tarafına geçtiği için, barikatta herkes ‘bir’dir. ‘Biz’, artık ‘bir’dir, ‘bir’ de ‘biz’... Barikatın en önemli vasıflarından biri, karşı tarafın cesaretini kırmaktır. Barikat, devletin üzerine basarak gerçekliğini haykırır, onun otoritesini yıkar. Filizlenen ‘yeni’ yaşamın kahkahasını duymak onu delirtir. Bu, Paris’te de, Ankara’da da böyledir. Yaşamdır... Egemen ideoloji, geçmişin yardımıyla kenti ayıran caddeleri geniş tuttu ki, barikatlar kurulmasın ve şayet kurulduğu anda da caddeler tam anlamıyla kapatılmasın. Ama, biz biliyoruz ki, caddeler veya sokaklar ne kadar geniş olursa olsun bi şey fark etmez. Lâkin, klasik sokak savaşları çağı tam anlamıyla kapanmış olmasa da, 1968’den ve Gazi’den öğrendiğimiz bir şey var; “bir... iki... üç... daha fazla...”. “Yarın sabah... Her şeye sahip olacağız yarın sabah... Eğer istersen.”

• Çevremizin denetimi ellerimizden alınıp uzmanların ellerine verilmiştir; şehir planlamacıları, mimarlar, memurlar, bürokratlar vs. çevreyi, yönetebilir yapılar olarak örgütlemektedirler; iş merkezleri, ‘fabrika’ kentleri, süpermarketler, hipermarketler, ‘dinlenme’ ve ‘eğlenme’ merkezleri, ‘kır’ parkları, insansız sokaklar. Fiziki engeller, insan faaliyetlerinin tamamlanması yolunda ortaya konurlar. Nüfusun bir arada tutulmasındaki nihai amaç, iş ile kazanç’a hizmet etmektir.

• Kentlerde yaşayanlar, tıpkı mimarlar ile şehir planlamacılarının eskizlerindeki insan figürleri gibiler; ‘kendi’ sokaklarında veya ‘kendi’ kentlerinde yaşadıkları ve ‘söz hakkı’na sahip oldukları yanılması içindeler. Ama, gerçeklikte, üretimin, ‘tek’leştirmenin, tekelleştirmenin ve denetimin tahakkümü altındadır. Caddeler de artık insanları birbirlerine yakınlaştıran, birleştiren bir şey olmaktan çıkıp paranın transferine hizmet etme noktasına kaymıştır.

• “... Tramvay geçip gidince, Avrupa’nın canlı bir tasvirinin geçtiğini sanırsınız ve bir tiyatrodaki dekorun değişmesi gibi kendinizi yeniden Asya’da bulursunuz. Bu tenha sokaklardan dev çınarların hemen her tarafına gölge verdiği küçük meydanlara çıkarsınız. Bu meydanların bir tarafında, develerin su içtiği bir çeşme, başka bir tarafında, kapısının önünde bir sıra minder olan ve Türkler’in uzanıp çubuk içtikleri bir kahve... Yeni ve büyük bir yangının izlerini taşıyan geniş sahalar; aralarında otlar biten ve keçiyolları olan oraya buraya dağılmış evlerden başka bir şeyi olmayan vadiler; yolların, patikaların, bahçelerin, yüzlerce evin seyreldildiği ama ne bir tek insanın, ne bir dumanın, ne açık bir kapının, ne de en küçük bir ikamet ve hayat işaretinin farkedildiği tepeler görülür; öyle ki, insan kendisini bu koca şehirde yapayalnız zannedip korkuya kapılır.” (Edmonda de Amicis, İstanbul (1874), çev. Prof. Dr. Beynun Akyavaş, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, Ankara)

• Sokaklar, tamamiyle trafik için düzenlenmektedir. Karşılaşma, sürtme, berduşluk etme, artık sokaklara özgü olmamalıdır planlamacılara göre. Bütün bunlar, asalakça şeylerdir ve tahrip edilmelidir. “(Otoyollar gösterecektir ki) sıra sıra evlerin arasından ağır trafik akarken şehir sokağına yer yoktur artık; sürmesine izin verilemez.” (Le Corbusier)

• Seçkinler, egemen ideolojinin ‘sahipleri’ zenginler, ‘yeni zenginler’ hep şehir dışına ya da kendilerine has ‘site’lere kaçmaktadır. Bu, Ankara, İzmir, Bursa gibi iller için doğru, İstanbul içinse kısmen doğrudur. İstanbul kendini ‘boğaz’la özdeşleştirdiğinden ‘hanımefendi ve beyefendi’lerimiz için boğaza nazır tepelere konmak, şehir dışında bir mekâna sahip olmaktan daha anlamlıdır. Oturdukları siteleri özel güvenlik sistemleriyle donatmakla neredeyse bir kuşun bile izinsiz uçmasını istememektedirler. Bekçileri, güvenlik kameraları, köpekleri, ‘site’ etrafındaki tel örgüleri dışarıdan içeriyi görmeyi engelleyen yüksek duvarları, alarm sistemleriyle korunaklı mekânlarında hem kendilerini ‘site’ dışında yaşayan insanlardan yalıtırken hem de ‘özel dünyalarını’ çok özel bir biçimde kurmaktadırlar. Buralara kolayca girmek her babayiğidin harcı değildir. Girişte evvela ‘güvenlik birimleri’ tarafından durdurulup, ‘kimlik tespiti’ yapılıp, “Kime, niye?” sorularına cevap alındıktan sonra, ‘ziyaret edilecek şahıs’ aranıp, ziyaretin kabul onayı alındıktan sonra içeri girme hakkı kazanılır. Artık o yalıtılmış dünyadasınızdır. Dışarıyla her türlü irtibatınız kesilmiştir - telefon dışında. Dışarısı, tel örgülerin, duvarların ötesinde bir yerdir ve ne olup bittiği durduğunuz yerden pek anlamlı değil.

• Kent’in insanlara özgürlük tanıdığı, sürekli nitelenen bir tekerleme gibi. Lâkin, tanısa tanısa, bir özgürlük yanılsaması tanıyor, o kadar. Her şeyin Gösteri’nin hâkimiyetinde olan bir dünyada bu kadarı da kâr değil mi?

• Sümer’den başlayarak her yere anıt dikme bir modadır gidiyor. Dikilen anıtlardaki şahsiyetler “ben burdayım”, “hepinizi gözetliyorum”, “ne yaparsanız yapın benden kurtulamazsınız” diyorlar. Caddelerde, sokaklarda sürtenleri, gelip, geçenleri, gezinenleri ürkütüyorlar. Her yerde olduklarını haykırıyorlar; çünkü onlar kenti yaratan, temellerini kent üzerinde kuran devletin adamları.

• Le Corbusier’in “eğri yol eşşeklerin yoludur; doğru yol insanların yolu” lafı, o’nun planladığı yerlerde neden ‘sokak’a yer vermediğinin en belirgin göstergesidir.

• Eski Avrupa kentlerinde sokaklar, geometrik bir merkezden çevreye yayılan yollar olarak düşünülmüştü; çünkü mantık, ‘militarist mantık’tır ve kendi dışında bir şeyi barındırmaz.

• Egemen zihniyet, dizginsiz insanları denetim altına alıp, sokaktan ‘defetmek için’, onları birer ‘iş sahibi’ olmaya zorladı. Böylelikle hem onları daha rahat sömürebilecek hem de ne yaptıklarını bilebilecekti. Ve bunu başardı da.

• Proletaryaya ev sahibi olma hakkı verildiğinden beri, onlar da tahakkümün kısır döngüsünün altına girmiş oldular. ‘Evleştirme’ olayı, egemenlerin istediği gibi, onların sokakla ilişkisinin kesilip, aile ve mülkiyet ilişkilerinin sağlamlaştırılmasında gerçekten faydalı oldu. İşinden çıkan birisinin sokaklarda ‘berduşluk’ yapması yerine, ‘mutlu’/’neşeli’ evine gitmesi, ailesiyle ilgilenmesi, boş vaktini ya onlarla, ya da evinin ‘güzelleştireceği’ bahçesiyle harcamasını isteniyordu. Bu hamle de başarılı oldu. Sokakların gerçek sahipleri olan halkın, sokaklardan ayakları kısmen de olsa kesilmiş oldu. Zaten, aynı zamanda ev sahibi olan patronuna karşı nasıl direnebilirdi ki?. Ya da Naçeyev’in belirttiği, ‘devrimcilerin ailesel bağları olmamalı’ fikri haklılık kazanıyor. Proletaryanın sokaklardan sürülmesi, sokakları zorla ‘zapteden’ egemenlere yarıyor. Rahatça dolaşma olayını gerçekleştiren bu zümrenin yolunu engelleyebilecek bir şey de kalmamış oluyor, ‘lumpenler’den başka. Bir onlar vardır engel ve onların da sokakları terk etmesi gerekir. Zor, birinci olarak uygulanacak şeydir. İkincil işlem olarak kent dışına sürülmeyle bazı muhitlere alınmamaları için kolluk kuvvetleri ellerinden geleni esirgemez. Mamafih kısmen de olsa başarılı olurlar. Başarı sağlayamadıkları ‘muhit’lerde terör estirmeyi de ihmal etmezler. Egemenler ve onların bekçi “köpek”lerinin rahatlık gereksinmeleri yeteri kadar sağlanabilmiş midir bilinmez.

• İnsanların sokaktan soğutulup evlerine ‘hapsedilmeleri’nde bütün herkesin suçu var. Tabiî ki olaya ‘suçlu edebiyatı’ gözüyle bakarsak! Şayet biz, yaşadığımız çevreye yeteri kadar ilgi gösteremiyorsak, bırakalım onlara zafer nidaları atsınlar. Ama, çıkıverelim dışarıya. Hadi!

• ‘Uygun adım marş’ caddeleri inşâ edenlerin bilmesi gereken tek şey, ‘rap rap’ladıkları yerlere her an bir uçağın inivereceğidir.

• “Enkaz inşâ edenlere bir uyarı: Şehir planlamacıların devri kapandıktan sonra, sıra sefalet mahallelerinin ve gettoların yeraltı insanlarına gelecek. Onlar, nasıl inşâ edeceklerini bilecekler. Yatakhane şehirlerinin ayrıcalıklıları sadece yıkmayı biliyorlar. Yeraltı insanlarının bunlarla karşılaşmasından çok şey umulabilir; devrim, bu karşılaşmadır.” Internationale Situationniste, sayı 6, 1961.

• Gösteri biter. Seyirciler gitmek için ayağa kalkarlar. Paltolarını alıp eve dönme zamanı. Geriye dönerler... Paltolar yok. Ev de yok.

• Bütün alanlar düşman tarafından ele geçirildi. Sürekli sıkıyönetim altında yaşıyoruz. Sadece polisler değil - geometri de. (Rozanov

• Sokaklar karşılaşma alanları diye bilinir. Eşe, dosta zaten başka nerelerde rastlayabiliriz ki? Şimdilerde gitgide dükkanların ön cephelerini birkaç masa ile donatma sevdası başladı. Değil yürüyecek, iki dakka ayak üstü konuşma için dursanız, dükkan sahibi yerinden fırlayıp, vitrini kapatıyorsunuz diye dikleniyor. Fesupanallah!

• Tıpkı bilimkurgu filmlerindeki uzay araçlarında olduğu gibi, alışveriş merkezlerinde de koridorlar dar. Anlayacağınız durmaya izin yok. Yolu tıkarsınız. Bu, insanları sokaktan uzaklaştırmanın bir uzantısıdır. Hiçbir zaman durmayacaksın; sürekli tüketim. Aynen sokaktaki gibi; “durma, gir içeri.”

• Özgürlük sokaktadır.