MHP: Türkeş'ten Sonra Tufan

Türkeş’in ölümünün -yahut eski Türkçü dava arkadaşlarının onun ardından da kullandıkları deyişle “uçmağa varması”nın- ilk çarpıcı sonucu kuşkusuz “hoşgörü ve itidal timsali bir bilge devlet adamının kaybı” olarak takdim edilmesiydi. Bu takdim ve teşrifatı yapan medya ve siyaset esnafı, Türkeş’i, belki “milliyetçiliğinden” bile evvel has bir Atatürkçü ve “siyasette denge unsuru” oluşuyla yâdetmeye girişti.

Türkeş’e atfedilen “denge unsuru” işlevi de doğrudan doğruya güncel Refah karşıtı atmosferle ilgiliydi: Türkeş giderayak son “uyarılarını” da Refah’a karşı yapmıştı. Ona “uçmağa varırken” yakıştırılan bu misyon aslında hayatı boyunca üstlendiği misyonla uyumluydu: Türkeş onyıllar boyunca bir başka tehdide, komünizme karşı sistemin ve devletin güvencesi olarak görülmemiş miydi? Geçmişteki anti-komünist iç savaş seferi sırasında “Albay”ı fazla şedit ve kıyıcı bulmuş olanların pek çoğu, şimdi “bölücülük” ve “şeriat” tehlikeleri karşısındaki performansından memnundular. Bu yeni belâlar karşısında onu “sağduyulu ve ılımlı” buluyorlardı - kimileri, o eski şiddet ve celâli bu yeni düşmanlara karşı seferber etmesinden de doğrusu fazla rahatsız değildi.

Aslına bakılırsa, Türkeş’te sahiden de güçlü bir doz Atatürkçülük vardı. Her şeyden evvel o bir kurmay subaydı, 27 Mayısçılığı da kaza veya tesadüf değildi. “Kalkınma, ilerleme, teknoloji” (muasır medeniyet) onu daima cezbetmiş; milliyetçiliği, otoriter bir yönetim altında tek ses tek nefesli âhenkli bir toplum yaratma idealini her zaman içermişti. Türkeş’in ırkçılık-Turancılıktan doğup serpilen “aşırı” milliyetçiliği, Atatürkçülüğün -hele Millî Şef dönemi Atatürkçülüğünün- belirli bir yorumuyla rahatlıkla telif edilebilecek bir milliyetçilikti. Dokuz Işık, gerek içerik gerek sembolizm bakımından bir Altı Ok imitasyonudur. Ölümü sonrası ritüellerde de kuvvetli bir imitasyon eğilimi yok mu? Mezar başında günlerce ihtiram nöbeti, Anıt-mezar, Anıt-mezar içinde “bozkurtlu yol”... Arkasından gazetelere “Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetimizin yetiştirdiği ATATÜRKÇÜ (orijinalde büyük harfli-T.B.) değerli devlet adamı” diye ilân verenlerin bildiği, bilmek istediği Türkeş’in bir gerçekliği vardı kısacası.

Tekrarlarsak, Türkeş’in ölümünden sonra ilk ve en çarpıcı gelişme, bu takdim ve teşrifat oldu. Zira Türkiye’de -hâlâ!- Türkeş’i başka türlü bilip tanıyan milyonla insan yaşıyor. Neyse ki, medyadaki genel havanın dışına çıkan bazıları bunu hatırlattılar. Örneğin Yeni Yüzyıl’da Ali Bayramoğlu hatırlattı ki; Türkeş, ölümünden bile birilerini sorumlu tutup düşmanlık ve hınç üretmeyi başaran, tepkilerinden ürküldüğü için öldüğü haberi kendisine geç ve güç iletilen bir siyasal tabanın yaratıcısıydı. (Gazete Pazar’da Latif Demirci, o tabanın cenaze gününü nasıl vakar ve kederden çok hınç ve öfkeyle, herhangi bir nümayiş gibi idrak ettiğini, en münasip araçla, karikatürle anlattı.) Örneğin aynı gazetede Vivet Kanetti hatırlattı ki; Türkeş’e “aman ne ılımlı, hoşgörülü” denmesinin yegâne sebeb-i hikmeti, o tabanına “Kürtleri kesin” emrini vermemiş olmasıydı. Ve en özlüsünü, en yüreğe dokunanını, zaten “medyalı” olmayan Ümit Kıvanç Radikal İki’de hatırlattı ki; Türkeş bu ülke gençlerinin birbirine ölümüne düşman kesilmesinde, o düşmanlığın alabildiğine hukuksuzlaşmasında, gaddarlaşmasında ciddi pay sahibiydi. (Benzeri bir hatırlatmayı, salt siyasal değil dindarca bir ihtiyatla Yeni Şafak’ta Ahmet Taşgetiren de yaptı.) Aslında bunlara da gerek yoktu: Polisin asayişi sağlama görevini “iç düşmanla savaş”a dönüştürmesinin simge isimlerinden biri olan Kemal Yazıcıoğlu “başbuğu” için açılan deftere yazarak hatırlattı ki, “ne öğrendiyse ondan öğrenmişti”...

Bizzat Türkeş ve yakın çevresi, son yıllarında, tabandaki “aşırılıkları” ve “yaramazlıkları” bazı denetim dışı unsurlara ve provokasyonlara yükleyen izahatlar yapmışlardı. Şimdi Tuğrul Türkeş ve çevresi, örneğin Türk Dünyası Kurultayı’na gelen “ülkücü baba” Nihat Akgün ve “işadamı” Oral Çelik’i salondan uzaklaştırmak gibi jestlerle, bu tutumu belirginleştirmeye çalışacaklar gibi görünüyor. Ama unutmamalı: Birincisi, o “aşırılıklar”, uygunsuzluklar, hüdayı nabit veya tabii âfet değil, siyasal-ideolojik neticelerdir. İkincisi, Türkeş ve partisi, siyasal etkinliğini ve pazarlık gücünü bizzat o “aşırılıklar”a -”aşırılıkları” bir yerlere sevk etme ve gereğinde “geri tutma” gücüne- borçlu olagelmiştir. Son dönemde Türkeş’in MHP’yi merkez sağda bir kitle partisine dönüştürme hedefinin yol açtığı paradoks da bundan başka bir şey değildi: “Aşırılıklar”ın marjinalleştirilmek şeklinde bir maliyeti olduğu gibi, “aşırılıklar”dan arınmanın da MHP’nin ‘hususiyetini’ ortadan kaldırma ve bizzat tabanı soğutma gibi bir maliyeti vardı.

Buradan, “Türkeş’ten sonra MHP” bahsine geçebiliriz.

“REİSLER” FEDERASYONU VEYA BEYLİKLER DEVRİ*

Türkeş’in ölümü, MHP ve ülkücü hareketi büyük bir sıkıntıya sokuyor. Ülkücü hareket ve MHP, tecrübeli bir stratejist olan “lider”inden de önce, “ilke” ve “program” gibi şeylerin yerini tutan bir “simge”yi kaybetti. “Başbuğ Türkeş” sadece siyasetçi olarak değil bir simge olarak da, Türkiye’nin anti-komünist fanatizm, Türkçülük, milliyetçi-muhafazakâr reaksiyonerlik gibi uç sağ yönelimlerin MHP’yi oluşturan bir terkibe dönüştürülmesinde merkezî figürlerden birisi olmuştu. Üstelik bu simge, hayli zamandır iç çelişkileri derinleşen bu hareketin birlikteliğinin -gevşemeye başlamış olsa da- temel sigortasıydı. Şimdi, gerek söz konusu iç çelişkiler gerekse sistematik ikinci adamsızlık nedeniyle, bırakalım yeni bir “başbuğ”u, mütevazı bir “genel başkan”ın bile ortaya çıkmasında büyük müşkülat var.

Sözünü ettiğimiz iç çelişkilerin yapısal bir nedeni var - toplumsal temellere dayanan nedenler. Ülkücü “camia” içinde, grupların, “reislerin” ve çeşitli ilişki şebekelerinin özerkliği fazlasıyla artmış durumda. Bu ayrışma, ülkücü “reislerin” ’80’lerde merkez sağ partiler çevresinde konuşlanması ve bir kısmının da mafyalaşması ile başlamıştı. Gerek para-rant gerekse güç ve prestij açısından büyüyen “kaynaklara” sahip olan “reisler”, bağımsız -veya “görece özerk”- güç odakları haline geldiler. “Kendi” kadrolarını ve “kendi” etkinlik sahalarını kurup başına buyruklaştılar. ’90’lardaki genişleme ve güçlenme sürecinde bu eğilim iyice ivme kazandı. Bu karmaşayı daha da arttıran bir etken, ülkücülerin gerek resmî gerekse yeraltı güç odaklarıyla ilişkileridir. İktidardaki merkez sağ partilerdeki ülküdaşlarla, devletin gizli-açık güvenlik birimleriyle, ülkücü mafyayla kurulu bağlantılar, grupların ve “reislerin” kontrolünü ve bir hukuka bağlanmasını zorlaştırıyor.

“Camia”, bu manzarayı açıklamaya en müsait terimdir. MHP’liler (o zamanki adıyla MÇP’liler), birçok “ülkücü baba”nın durumunda olduğu gibi MHP’ye üye olmasalar da ‘çok’ yakın duranlar, MHP’yi küçümseyip esasen “Ocaklı” kimliğiyle davrananlar, başka sağ partilerde politika yapanlar; bunlar arasında o partilerde epey yerleşikleşenler, bir yandan MHP’yi kollayarak orada gurbetteymiş gibi duranlar; hiçbir yere üye olmayan ve her yere mesafeli duran ‘âkil’ eskiler; bürokrasideki, özellikle “güvenlik bürokrasisi”ndeki yandaşlar... Bu gruplardan her birinin içinde temayüz etmiş “reis”ler, “beğ”ler vardır ve Camia, bunların tamamı demektir. İşte Türkeş, Camianın tamamının “başbuğu”ydu. Bu karmaşık ilişki ağını bir enterkonnekte şebeke gibi müthiş bir âhenk ve tutarlılıkla yönet(e)mese de, kendi şahsında bütün bu gruplara bir ortaklık hissi veriyordu.

Türkeş’in olmadığı şartlarda, Her şeyden evvel “ülkücü camia”nın camia olarak kalması zorlanacak. Zira reislerin ve beğlerin, “eşitler arasında birinci” sayılacak bir ‘hemcinslerine’ sembolik düzeyde bile biat etmeye gönül indirmesi hiç kolay değil. Bunu her şeye rağmen zorlayacak en güçlü saik ise, camianın parçalanması durumunda, bütün unsurlarının güç yitirecek olmasından duyulan endişedir. 1995 genel seçimlerinin arifesinden beri büyüme ivmelerinin düştüğü, ’90’larda devşirdikleri gücü konsolide etmek gibi ciddi reel politik maharet isteyen bir işle boğuştukları bir evrede, bu endişe haliyle derinleşiyor.

Bu zeminde Türkeş’in mirasına talip olanlara baktığımızda, en açık hesaplaşma, özellikle Ülkü Ocakları geleneğine sahip çıkan “öz ülkücüler” ile, MHP’ye son yıllardaki popülerleşme ve merkez sağa yanaşma sürecinde (yeni girerek veya geri dönerek) katılan veya bu çizgiyle özdeşleşen “liberal ülkücüler” arasında olacak gibi görünüyor. Bu ikinci grubu kayırması nedeniyle büyük tepkilerle karşılaşan Alparslan Türkeş, ölümünden önceki aylarda durumu yatıştırmak için “eskilerle” barışma toplantıları düzenlemeye koyulmuştu. Ancak Türkeş’ten sonra partiye hâkim olma mücadelesinde, “eskilerin” ve “öz ülkücüler”in “yenilere” ve “pop ülkücülere” dönük hıncının arttığı görülüyor. BBP’nin kopuşu da esasen aynı tepkiye dayanıyordu, şu anda yükselen, tepkinin ikinci dalgası. BBP kopuşunu başlangıçta İslâmi ve “sivil toplumcu” vurguyla ideolojik açıdan temellendirmeye gayret etmişti. MHP içindeki harekette ise, ideolojik açıdan, “tabanın öz sesi”ni savunan bir popülizmden ötesi görünmüyor. Kadro gücü açısından baskın olan ve özellikle Orta-Doğu Anadolu taşrasından güç alan bu kesimin partide hâkimiyet kurması durumunda MHP çok büyük ihtimalle marjinal bir konuma geri çekilecektir.

Çünkü MHP, son yıllardaki popülerleşmesini ve meşrûlaşmasını büyük ölçüde “liberal” vitrinine, yeni imajına borçlu - ve o vitrini benimsemeyen “öz ülkücülerin” önde gelenleri de bunun farkındalar. Bu farkındalığın da sınıfsal-toplumsal bir dayanağı var: Eskinin taşralı alt-orta sınıf ülkücülerinin birçok önemli siması, ’80’lerde ve ’90’larda cep telefonlu-mercedesli “işadamlarına” dönüşerek elitleşti. Tabandaki “öz ülkücüleri” temsil iddiasını sahiplenenler de, çoğunlukla, karşı çıktıkları “liberallerden” sosyal konumları itibarıyla pek farklılaşmayan bu tip kadrolar. Nitekim Tuğrul Türkeş’e karşı aday olan “öz ülkücüler” de, yarım ağız da olsa, partinin son yıllardaki “açılma, genişleme” çizgisini sürdüreceklerini belirtiyorlar. Adaylardan Devlet Bahçeli ve grubu da, “partinin çerçevesini genişletme” stratejisini ’80’lerin ikinci yarısında biraz daha ihtiyatla başlatmaya çalışmış bir ekip olarak, iki çizgi arasında ortayolculuk yapmayı deniyor.

Hareketin kadim geleneğine ve “Ocak”lara dayanan bu kesimin yekpârelikten uzak olması da önemli bir zaaf. Örneğin çoğu geçmiş yıllarda başka partilere meyletmiş yaşlı “eskiler” ile çoğu Ocaklı kökenli radikaller arasında gerilim var. Gerilimler mutlaka ideolojik-siyasal nedenlere dayanmıyor - camia ve hareket içindeki ayrışmanın yapısal nedenlerine yukarıda değinmiştim. Bir kısmının “reis”inin adı genel başkan adayı olarak anılan çok sayıda grup mevcut ve bunlar arasında pragmatik ittifaklarla geçici dengelere kavuşturulan sert bir rekabet hüküm sürüyor. Bu grupların hemen kongre öncesinde güçlerini birleştirmeleri, puanlarını arttıracak bir hamle olabilir; ancak böyle bir ittifak da olsa olsa bu gruplar arasındaki mücadelenin ertelenmesine yarayacaktır.

Oğul Türkeş, ülkücü harekete modern, şehirli bir görünüm kazandırarak merkez sağa eklemlemeye dönük bu misyonu sürdürmeyi hedefliyor. Tuğrul Türkeş, “yeni” oluşuyla, “sarkık bıyıklı ürkütücü imajlı eski ülkücü” tipini aşmaktan söz edişiyle, “ülkücülüğü sulandıranların” nümunesi durumunda ve böylelikle “eskilerin” ve “öz ülkücülerin” boy hedefi. Buna karşılık Türkeş soyadına sahip olmak, medyanın rağbetine mazhar olmak ve Türkeş’in yakın çevresindeki “beğ”lerin bir bölümünce desteklenmek gibi avantajları var. Bu “beğ”ler gibi değişik eğilimlerden birçok başka hizip de, onu paravan olarak kullanıp yıpratmayı ve orta vadede altetmeyi hedefleyerek, Tuğrul Türkeş’e destek verebilecektir. Bu nedenlerle Tuğrul Türkeş’in haleflik şansı yüksek görünüyor - ama halef koltuğunda asla rahat bırakılmayacağı da kesin.

Her halükârda, MHP’nin yeni lideri, bir tür “federasyon” lideri konumunda olacak. Bu durumda parti dışındaki ülküdaşların etkisi ve nüfuzu da artacak. Özerkliğini sürdüren gruplar ve “reisler”, seçim veya bir siyasal kriz durumunda ayrı baş çekmeye yahut transfere açık olacaklar. Sonuçta, ülkücü hareketin orta vade denebilecek bir süreçte ayrışmasını (“bitmesini” demiyorum) kuvvetle muhtemel kılan bir yapı ortaya çıkıyor.

DIŞ ETKİLER

1995 yazında ülkücüler arasında dolaştırılan “Genç Ülkücüler” imzalı bildiride şöyle deniyordu: “Başbuğumuz dimdik ayakta ve nice genci eskitecek güçtedir. Birtakım dış odakların lider adayı diye takdim ettiği dönekleri Ülkücü Hareket tanıyacak kadar basiretlidir. Bugün MHP’de bir değil binlerce Alpaslan Türkeş yetişmiştir. Bu münasebetle ülküdaşlarımız bu tükenmiş yalaka kişilerin telkinlerine aldanmamak için dikkatli olmalıdır. MHP liderini içinden çıkaracaktır. Bu hareket Yazıcıoğlu ile, Durak’la, Zeybek’le, Somuncuoğlu ile büyümemiştir. Bu hareket Başbuğ ile, Rıza Müftüoğlu ile, Muharrem Şemsek ile, Naci Memiş ile ve daha nice isimsiz kahramanla büyümüştür. Partimizde son iki yılın yükselişine imza atan değerler varken ülkücü hareket kıvırmaya alışmış tiplere rağbet etmeyecektir.” Türkeş’in ölümünden sonra da benzeri sözler sıkça duyuldu: “Dışarıdan” gelecek adaylara karşı, bunlar “eski ülküdaş” veya çok saygın isimler olsa bile, tepki gösterildi. Bu nedenle, Mehmet Ağar veya başka bir “dış transfer”in MHP’nin başına geçmesi seçeneği birkaç gün içinde gündemden düştü. Ancak söz konusu tepki, ülkücü hareketin tabanından çok, grup başlarının tepkisiydi. Ülkücü tabanda, Mehmet Ağar benzeri ‘harici bozkurtlara’ pekâlâ sevgi ve sempati duyuluyor. Dolayısıyla MHP’de bir yönetim bunalımı doğduğunda, dışarıdan birileri lider seçeneği haline gelebileceği gibi, dışarıdaki ‘ülkücü asıllı’lar ‘durdukları yerden’ MHP tabanı üzerinde etkili olabilecektir.

Her halükârda hariçteki ülkücü asıllıların MHP’deki nüfuz arayışı artarak sürecek. Sadece ülkücü asıllılar değil ANAP ve DYP’deki milliyetçi hizipler, partilerindeki etkinliklerini arttırmayı amaçlayarak MHP’den kadro ve seçmen transferine çalışacaklar. ANAP ve DYP’nin yönetimleri de MHP tabanına sıyanetkâr bir hassasiyetle yaklaşıyorlar ve ilk genel seçimde MHP’yle ortaklık yapmaya açıklar. Üstelik, böyle bir ortaklık, kronik liderlik bunalımına girmesi muhtemel olan MHP’yi tamamen eritme umudunu da onlara vaadediyor. Ne kadar reddedilirse reddedilsin, bu nüfuz arayışının MHP’yi etkileyeceği ve orta vadede erozyona yol açacağı kesin. Hele ANAP veya DYP’yle ittifakı hedefleyerek politika yapan hiziplerin var olduğu ve genel olarak gruplar arası rekabetin kızıştığı koşullarda...

MHP’ye kur yapma yarışının merkez sağdaki sonucu ise, zaten öteden beri bir “programa” göre değil, “piyasaya göre” politika yapan merkez sağın MHP’yle benzerliğinin artması olacak. Türkeş’in mirasının “bütün millete malolması”ndan söz edebiliriz belki!

BBP... VE REFAH

BBP, kuruluşundan itibaren, Türkeş’in ölümünden sonra MHP tabanının kendisine akacağı beklentisine sahipti. BBP yöneticilerine göre kendilerinin MHP’den kopuş gerekçelerini ülkücü tabanın büyük çoğunluğu haklı bulmuş, sırf “başbuğ” faktöründen ötürü onları takip etmemişti. Mamafih şimdi bu faktörün kalkmasıyla MHP tabanının BBP’ye akacağı beklentisi gerçekçi değil. BBP’den MHP’ye bir kayma olabilmesi için, MHP’de yönetim krizinin iyice çözümsüzleşmesi gerek. Öte yandan “rahmetli Başbuğa ihanet ettiler, onu üzdüler” suçlaması, BBP’ye karşı MHP’deki grup reislerince oynanabilecek kuvvetli bir kart.

BBP’nin MHP’de cezbedebileceği unsurlar esasen ülkücü tabanın İslâmi hassasiyeti yüksek kesimleri olacaktır. Bu bakımdan MHP’nin, Türkeş’in ’90’larda izlediği laisist çizgiyi izlemeyi sürdürüp sürdürmeyeceği önem kazanıyor. RP karşıtı laisist kampta yer alanlar ve bu arada medyanın geniş bir kesimi, Türkeş’in ülkücülere “laik ve Atatürkçü” bir tutumu vasiyet ettiğini ısrarla vurguluyorlar. MHP’de en bariz biçimde Tuğrul Türkeş’in temsil ettiği bu çizginin galebe çalması durumunda, muhafazakâr taşra tabanından BBP’ye -ve RP’ye- kaymalar olması muhtemel.

Keza MHP’de “liberal” “yeni çizgi”nin etkinliğini sürdürmesi durumunda, Ülkü Ocakları’nı muhtemelen saracak olan yönetim bunalımının da katkısıyla, gençlik tabanındaki radikal unsurlar nezdinde de BBP cazibe merkezi haline gelebilir. Fakat her halükârda bu kaymanın BBP’yi abâd edecek düzeyde olması beklenmemeli. Zira BBP de RP’yle MHP arasındaki cereyanda kalmış, onlara nispetle politika yapan bir parti - dolayısıyla daha geniş bir ufuk vaadetmiyor. Hele bütün enerjisini MHP mirasıyla ilgili beklentilerine hasretmesi halinde, hıyanet suçlamalarının ve eski hesapların da devreye girmesiyle, BBP açısından fiilen MHP’deki hizip mücadelelerinin içine gömülme tehlikesi mevcut. Şu da var ki, 1995 genel seçiminde ANAP’la yaptığı ittifakla (ardından da Refahyol’a verdiği destekle) BBP’nin “pragmatist değil ilkeli parti” olma iddiası hayli yara almış ve “öz ülkücüler” üzerindeki mutasavver moral üstünlüğünü kaybetmiş bulunuyor.

BBP’nin kendine çekmekte yetersiz kalabileceği İslâmi-muhafazakâr MHP tabanı üzerinde, Refah Partisi’nin ciddi bir iddia sahibi olacağı anlaşılıyor. Alparslan Türkeş’in MHP’ye laisist-Atatürkçü bir tavrı vasiyet ettiğini işleyen medyanın idealindeki gibi MHP’nin laikliğe-Atatürkçülüğe sadakati devam ettiği oranda, özellikle Orta-Doğu Anadolu taşrasında İslâmi-muhafazakâr MHP tabanının huzursuzluğu ve Refah’a meyli artacaktır. Zaten bu coğrafyada MHP ile RP arasında birkaç senedir yükselen bir gerginlik var. Ancak ülkücülerin “yeni düşman” olarak Refah’ın veya İslâmcıların üzerine salınacağı doğrultusundaki yorumlar fazla abartılmamalı. MHP’nin içinde bulunduğumuz konjonktürde Refah karşıtı kampta duracağı kesin gibi görünüyor, ama bu duruşun Refahlı/İslâmcı harekete karşı eylemli bir biçim alarak tırmanması pek kolay değil. Tuğrul Türkeş karşıtı “öz ülkücülerin” bazı unsurlarının savunduğu türden, İslâmi hassasiyeti tahkim eden bir restorasyon ise, bir yandan RP’nin çekim alanına girmeye, diğer yandan şehirlerdeki yeni taban potansiyelini yitirmeye yol açacağından ötürü semereli bir manevra olmayacaktır. Her halükârda İslâmcılıkla münasebetini ve mesafesini ayarlama meselesi, MHP’yi zora sokan bir mesele.

Refah Partisi’nde, MHP’nin bu sıkıntısından yararlanmayı umanlar belli ki az değil. Hele hem daha eskilerden hem de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesini sağlayan ittifaktan dolayı “MHP’li kardeşleri”yle çok sıcak ilişkileri olan Melih Gökçek bu işe epey vakit ve kaynak ayırıyor. Melih Gökçek’in MHP tabanına olan düşkünlüğü, sistemli ve reel politika açısından rasyonel bir nitelik taşıyor. Kambersiz düğün olur mu; Türkeş’in ve MHP’nin akidelerinin, şiarlarının, siyaset etme tarzının “millete malolması”nın bereketinden Refah Partisi neden mahrum kalsın?

Refah ve İslâmcılar çevresinde MHP tabanına dönük daha duygusal denebilecek bir düşkünlük var bir de... Susurluk’tan sonra da Çatlı ve benzerleri için “ne olursa olsun inanan çocuklar” -ki kendileri için mevlid de okutuluyordu zaten- edebiyatı yapmaya kadar varabildi bu. (Gerçi burada da sırf duygusallık yok tabiî, “vurucu” bir potansiyelden sebeplenme kaygısı da olabiliyor.) Örneğin Türkeş’in memleket gençlerinin birbirine kırdırılmasındaki dahlini hatırlatan Ahmet Taşgetiren, birkaç gün sonra, ülkücülerin cenazede tekbir getirip “ya Allah bismillah Allahüekber” tezahüratı yapmasından hislendi. Refah’ın ve İslâmcıların içinde bulunduğu kuşatılmışlık halet-i ruhiyesi içinde bir tutamak bulmanın ferahlamasıydı muhtemelen; ülkücülerin kafasındaki Türkeş’in, medyanın arzuladığı gibi laik-Atatürkçü bir Türkeş olmadığının ortaya çıkmasından duyduğu memnuniyeti yansıtıyordu bu hisleniş. İslâmcılarda, ülkücü tabandaki Anadolu çocuklarının saflığı, temizliği, garibanlığı ve dindarlığı ile ilgili, naif yanları olan bir duygusallık var. Ama naif olmaktan çıkabiliyor. Ülkücü öğrencilerin (?) polis himayesinde satırla-sopayla daldıkları üniversite kantinlerinde yahut ülkücü amigoların stadlarda bağırdığı ya da örneğin Sivas’ta linç neşesiyle bağırılan bir “Ya Allah bismillah Allahüekber” türü var - bunu şimdi bir dindarlık ve “temiz Anadolu çocukluğu” belirtisi mi sayacağız? Öyleyse, Refah’ın da Türkeş’in mirasından nasiplenmesi -Melih Gökçek’e de gerek kalmadan- pek kolay gerçekleşecek demektir.

TANIL BORA

(*) Yazının bundan sonraki kısmının ilk versiyonu, Milliyet Gazetesinde “Türkeş’in Mirası” başlıklı üç günlük yazı dizisinin üçüncü gününde (11 Nisan) yayımlanmıştı. Aşağıdaki kısım, o yazının geliştirilmiş biçimidir.