İşçi Sınıfı Partiyi (mücadeleyi) Niçin Kaybetti?

Hemen herkesin hemfikir olduğu bir durum söz konusu: İşçi sınıfı toplumsal tarih içinde bir asırdır sahip olduğu merkezî konumunu artık korumuyor. 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl ortalarına kadar Fransa’da, hattâ tüm Batı Avrupa’da, işçi sınıfının toplumsal yapıyı tamamen değiştirme gücünün varlığından ya da bu varsayımdan hareketle, siyasî ve toplumsal bütün önemli çatışmalar, bu sınıfın toplumda işgâl ettiği konum etrafında şekillendi. Bu teşhis, köklü değişimden yana olanlar kadar -çok farklı çözümler de içerse, devrimci seçenek buydu-, bunun gerçekleşebilecek en büyük tehlike olduğunu düşünen ve bu riski yok etme mücadelesi verenler tarafından da paylaşılıyordu. Bu, toplumsal meselenin işçi sınıfı meselesi demek olduğu ve toplumsal mücadelenin uzlaşmaz iki sınıfın çatışması olduğu anlamına geliyordu. Marx bunu en radikal şekliyle formüle etmişti. Bu durum, toplumsal yapının korunması ya da yok edilmesi, reform ya da devrim gibi, toplumsal ve siyasî mücadelede çok farklı düzeylerde ifade edildi.

Sevindirici ya da üzücü (bazıları seviniyor bazıları üzülüyor), bugün artık bu sorunsal içinde değiliz. İşçi sınıfı bütünsel bir toplumsal örgütlenme alternatifinin taşıyıcısı konumunda değil. Bu, işçi sınıfının yok olduğu veya sosyal ve siyasî olarak bir önemi kalmadığı anlamına gelmez. Tartışılması gereken, işçi sınıfının bugünkü varoluşu ve üstlendiği yeni roldür. Bu tespit, işçi sınıfının taşıdığı düşünülen devrimci gücü paramparça eden, toplumsal ve siyasî bir gerilemeye marûz kaldığı anlamına gelir ki, bu da az bir şey değildir.

Niçin? Bu yazıda tek tek açıklama iddiasında olmadığım pek çok neden böyle bir değişikliği anlamamıza yardımcı olabilir. Ben, tek olmadığını bildiğim, fakat çok aydınlatıcı bulduğum açıklamayla yetineceğim. İşçi sınıfı, özellikle Fransa’da ve 20. yüzyılda, 1848’de Paris işçilerinin yaşadığı gibi, doğrudan siyasî bir çatışmada yenik düşmedi. Benim tezim, bu sınıfın, ücretli kesim yapısında gerçekleştirilen büyük sosyolojik değişim nedeniyle, etrafının çevrildiği, mayınlandığı ve aşıldığı. İşçi sınıfı, ücret sisteminin genelleşmesi ve çeşitlenmesi ile yüksek ücretlilerin genel ücret yapısında onu, merkezî olmayan, ast, bağlı konumlara sürmesi neticesinde yoksullaştırıldı ve “geçildi”.

Bu yoksullaştırmanın iki önemli aşamada gerçekleştiğini göstermek -ya da böyle bir yazının sınırları içinde ileri sürmek- isterim. Birincisi, sanayi toplumundan ücretli topluma geçişe işaret ediyor. Halen içinde bulunduğumuz ikinci aşama ise, ’70’lerin ortalarından itibaren sonuçları hissedilen ücretli toplumun yarattığı sarsıntıdır. Öyle ki, işçi sınıfının bugün ne olduğu, içeriği, sosyal, siyasî etkilerini sorgulamanın yollarından birisi onu ücretliler tarihine geri göndermek ve özellikle günümüzde üretim biçimlerinde gerçekleşen değişiklikleri dikkate almaktır.

O halde, sanayi toplumundan, işçi sınıfının toplumsal düzenin küresel alternatifinin taşıyıcısı görüntüsü verdiği dönemden başlayalım. İşaret noktası olarak 1936 alınabilir. İşçi sınıfının Fransa’da kendi gücünün farkında, kendine ait bir ideolojiyle donanmış ve parti, sendika gibi kendi aygıtlarına sahip olduğu yıl. Toplumsal olarak halen alt konumdadır, toplumsal zenginliğin temel üreticisinin kendisi olduğunu söylemesine karşın iktidara, saygınlığa ve zenginliğe giden yollardan yoksundur. Her şeyin yerle bir olacağı ve emeğinin karşılığını alamayanların süreci tersyüz edip iktidarı ele alacağı umudunun ya da korkusunun taşıyıcısı, sınıf savaşı ortamıdır bu.

İşçi sınıfının bu konumunu dönemin ücretlilerinin sosyolojik oluşumu da destekler. İşçiler ücretli kesimin % 60’ını, tarım işçileri de dahil edilirse % 75’ini temsil ediyordu. Yani, işçi olmayan ücretli kesim azınlık durumundaydı ve temel olarak da belki işçiden biraz daha yüksek, ama her zaman mütevazı konumlarıyla küçük memurlardan oluşuyordu. Yani, işçi sınıfı temsil ettiği ve haklarını savunduğu ücretli kesimin büyük bir kısmını oluşturuyordu. Bu sınıfın ideolojik ya da sosyolojik olarak homojen bir topluluk olduğu söylenemez, tarihin herhangi bir döneminde de böyle olmamıştır. Ancak henüz tam anlamıyla sanayileşmemiş bir toplumda, (zira ’30’larda ücretli kesim çalışan nüfusun ancak yarısını ifade ediyordu) işçi sınıfı, etrafına sanayi toplumunun en üretici güçlerini topluyordu.

1975’teki duruma bakacak olursak, nicel olarak, işçi sayısının fazla değişmediğini, hattâ biraz arttığını görürüz. Fakat nitel olarak ücretli kesimin yapılanmasında çok önemli bir değişiklik oldu. İşçi sınıfı, kendinden daha yüksek gelirli ve daha iyi konumlu aracı meslekler, orta ve yüksek düzeyde yöneticilerden oluşan ve çok hızlı gelişen bir katman tarafından alaşağı edildi. Bu kategoriler günümüzde, Luc Boltanski’nin ilk kez yöneticiler için kullandığı bir deyimi tekrarlayacak olursak, ücretli kesim için çekici -attracteur- bir rol üstlendiler.[1] İşçi sınıfının “geçildiğini” söylememden anlaşılması gereken budur. İşçi sınıfı, kendi bünyesinde ortaya çıkan iç değişimlerden bağımsız olarak -bunların elbette ayrıca incelenmesi gerekir-, daha yüksek bir ücretli kesim tarafından ezilip geçildi. Daha alt konumda bulunan tarım işçiliğinin hemen hemen ortadan kaybolmasından beri, işçi sınıfı -içerdiği farklı kategorilerle- giderek daha da farklılaşan ücretliler kademelerinde ortalarda bulunması gerekirken, kendini çok daha aşağılarda buldu.

İşte bu ücretli toplumun yapısıdır. Özellikle sosyal güvenlik ve iş hukuku gibi ücret koşulları konusundaki benzerliklerle birbirine bağlı, fakat konumlar itibariyle farklılaşan bir zincir. Bu, birbirine geçişsiz ve eşitlikçi olmayan bir zincirdir. Ücretli toplumun bu modeliyle toplumsal bir homojenleşme ortaya çıkmadı, toplumsal çatışmaların sona ermesi, huzurlu bir toplum gibi sonuçlar da doğurmadı. Fakat, artık işçi ve burjuva, emek ve sermaye gibi uzlaşmaz iki gücün etrafında şekillenmeyen toplumsal çatışmanın ücretli kesimin tamamını içerecek biçimde yeniden tanımlanmasını sağladı. Bu da ağırlıklı olarak farklı ücretli katmanlar arasındaki rekabetin etrafında şekillendi. “Toplumsal taraflar” arasındaki pazarlıkların aldığı biçim ortada. Bütün katmanların büyümenin “kârının dağıtılması”nı istediği, dahil olduğu grubun yeterli pay almadığını ama gelecekte bunun olabileceğini düşündüğü, çatışmalar pazarlık olarak adlandırabileceğimiz bir durum bu. Gerçekten de 2. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde tüm toplumsal meslek grupları durumlarının iyileştiğini gördüler. Ancak aynı dönemde, katmanlar arası eşitsizlikler ise olduğu gibi duruyordu.

Bu bağlamda var olan sosyo-politik mesele artık devrim değil, toplumsal zenginliklerin daha eşit dağıtımı veya eşitsizliklerin azaltılması oldu. Bu, işçi sınıfının toplumsal konumunun değişmesinden çok, ücret koşullarının genel olarak iyileşmesi ile gerçekleşti. Bu değişikliği özetlemek için, işçi sınıfı, toplumdaki siyasal mücadele ve sosyolojik incelemeler için tek önemli veri olma durumunu yitirdi, diyebiliriz. Boşluğu nispeten dolduran ücretlilerin yeniden konumlanışı ise eskiye göre çok daha geniş, daha fazla farklılıklar içeren, ideolojik ve toplumsal olarak daha az bölünmüş olmasına rağmen, bütünlük arz etmeyen bir yapılanma oldu.

Bu biçimiyle, inceleme çok basitleştirici kalmaya mahkûm. Özellikle kronolojik olarak bazı noktaları derinleştirmek gerekir. Söz konusu bir süreç olunca, değişimleri tarihlendirmek bir hayli zordur. Bu genellemenin -işçi sınıfından taşan, ücretli kesimdeki farklılaşma- ilk çizgileri otuzlu yıllarda oluşmaya başladı; 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluştu ve ’60’larda kendini kabul ettirmeye başladı (bu dönemdeki “yeni işçi sınıfı” tartışmaları manidardır). Sosyolojik bakış açısından, işçi mesihçiliğine yapılan gönderme, işçi sınıfının ücretliler üzerindeki egemenliğini yitirmesinden sonra bile Komünist Parti ve CGT’nin taşıyıcılığıyla korunabildi. Çelişki gibi gelebilir ama işçi sınıfının merkezî konumunu kaybetmesinin görünür hale gelmesi 1968 civarında gerçekleşti. Çelişki çünkü, 1968’de toplumsal hareket “en büyük grevini” yaptı ve asgari ücrette önemli artış sağlanması gibi, öncelikle işçileri ilgilendiren pek çok kazanımlar elde edildi. Fakat yine de bir işçi sınıfı zaferinden bahsedemeyiz. Mayıs 68, ücretli toplumunda aggiornamento [güncelleme], bir tadilat gerçekleştirdi. Başka bir ifadeyle, Fransız toplumunun modernleşme sürecinde, işçi sınıfının ne harekete geçiren (bu görevi öğrenciler üstlenmişti) ne imtiyazlı bir aktör, ne de başlıca yararlananı olduğu önemli bir aşamaydı 68 Mayıs’ı. Toplumsal tarihi ve işçi sınıfı hareketinin kendisini bir asırdır meşgûl eden reformizm ve devrim arasındaki gerginliğin, ’60’ların sonunda reformizmin zaferiyle neticelendiği söylenebilir. Bu zafer, işçi sınıfının toplumsal ilerlemeye bağlı olan değişikliklerden faydalanmaya devam edebileceğini, fakat artık bu tarihi sürecin ağırlık merkezî olmadığına işaret ediyor.

Bu incelemeyi ’60’ların sonunda ya da ’70’lerin başında kaleme almış olsaydım, burada bitirirdim. Bizi, sosyal demokrat bir dönüşüme yönelen toplumda işçi sınıfının nerede olması gerektiğini sorgulamaya yönlendirirdim: Eşitsizliklerde azalma, sosyal güvenlik ve iş hukukunun sağlam düzenlemelere tâbi tutulması, toplu sözleşmelerin rolünün güçlendirilmesi, farklı “toplumsal taraflara” önemleriyle orantılı daha demokratik temsil hakkı, vb. Bu süreçte işçi sınıfı belli bir birlik, bir özellik koruyabilir miydi? Ya da ’60’lı yıllarda, Jean Fourastié gibi bazı sınıf savaşının sonu ideologlarının hayalini kurdukları gibi, işçi sınıfı büyük bir orta sınıf içinde eriyebilir miydi? Bence cevap bu kadar basit değil. Haksızlık ve eşitsizliklerdeki azalma, doğal olarak varlık koşullarında bir homojenleşme ve hayat biçimlerinde tekleşme neticesini doğurmuyor.

Her halükârda, sorun bugün bu deyimlerle tartışılmıyor. ’60’ların ortasından (kriz olarak adlandırılan, ancak geçici bir durumdan daha fazlası olan dönemden) beri ücretli topluma geçiş sürecinde bir yol ayrımı oluştu. Ücretlilerin konumlarının sağlamlaştırılması yolundan sapıldı. Bu da toplumsal ilerlemenin sağlayacağı varsayılan iş ve güvenliğin biraradalığını tartışılır hale getirdi. Sanayi toplumundan ücretli topluma geçişte parçalanan işçi sınıfının bağımlılaşma ve ayrışma süreci büyük hız kazandı.

Ücretli toplumun oluşmasının zorunlu sonuçlarından birinin, işçi sınıfının merkezî konumunu kaybetmesi olmasına karşın, bu seviye kaybı, işçi sınıfını oluşturan ücretli kategorilerinin bir statü kaybına uğraması anlamına gelmiyordu. Hattâ aksi bir durum oluştu. Gelir ve sosyal haklar konularında olduğu gibi, işçi sınıfı da ücret koşullarının genel olarak iyileşmesinden faydalandı. Tabiî ki büyük tutarsızlıklarla. Örneğin, vasıflı işçilerin durumu hiç de imrenilecek gibi değildi. Bu nedenle, ’70’lerin başındaki tüm büyük toplumsal mücadelelerin vasıflı işçileri doğrudan ilgilendirmesi boşuna değildi. Bununla birlikte, tartışmalı da olsa “şanlı otuz yıl” olarak adlandırılan dönem [1945-1975] için iki tespitte bulunabiliriz:

• Sanayi toplumuna ve özellikle sanayileşmenin başlangıç dönemine kıyasla, farklı işçi kategorilerinin koşullarında genel bir iyileşme oldu.

• Nispeten kalıcı ve homojen statüdeki tüm bu kategoriler arasında bir kaynaşma oluştu. En kötü koşullardaki ücretlinin de maaşı, nihayet asgari ücrettir. Asgari ücret elbette ki, hayran olunacak bir meblağ değil, bununla birlikte ücretli topluma kaydolma aşamasıdır ve ücret dışındaki sosyal haklar sistemine de katılımı sağlar (iş hukuku, toplu sözleşme, sosyal güvenlik…). Öyle ki, ücretlilerin en düşük kategorisine dahi en düşük sosyal statü garantisi diye adlandırabileceğimiz bir konum sağlanmaktadır (bu sınırın altındakiler genel olarak düzenli çalışma hayatının dışındakilerdir ve “sefalet dünyası”nın kalıntısını oluştururlar).

Bugün ücretli pek çok kategorinin uğradığı statü kaybı ciddi tartışmalar yaratmaktadır. Öncelikle, “en düşük sosyal statü garantisinin” altındaki iş sayısında önemli bir artış gözlenmektedir.[2] Ayrıca ve daha genel olarak, pek çok ücretli kategorisinde istikrarın tuz buz edilmesi söz konusudur. Aynı konumda bulunan ücretliler, tek ve aynı tür koruma altına alınmıyor ve birbirinden çok farklı bir toplumsal kader yaşayabiliyorlar. Bu, ortaya çıkan ya da daha fazla önem kazanan iki temel tehlikeyle oluştu: işsizlik ve geçicilik. Bunların işçi kesimi üzerinde iki ayrı yoldan, istikrarı yok edici etkisi oldu.

Öncelikle, işsizlik ve geçici işçiliğin farklı toplumsal katmanları farklı düzeylerde, kabaca toplumsal katmanlar arasındaki sıralanmaya bağlı olarak etkilediğini biliyoruz (işsiz yöneticilerin işsiz işçilere oranı oldukça düşüktür, aynı şekilde vasıflı işçiler ve vasıfsız işçilerin işsizlik oranları arasında da önemli fark vardır). Böylelikle, emeğin yeniden yapılanması, ücretli kesimler arasındaki farklılığı düşük seviyedeki kesimler aleyhine derinleştirdi. “Kriz”den beri, gelir dağılımı gibi zaten var olan klasik eşitsizliklerin yanısıra yeni eşitsizlikler oluştu.[3] En şiddetli darbesini zaten merdivenin en alt basamağında bulunanlara vurarak, onların hiyerarşik tabiyetlerini daha da güçlendirdi.

İşsizlik ve geçici işçiliğin, sonuçları daha geç görünür olmasına karşın, hiç de önemsiz olmayan, aynı toplumsal katman içindeki benzerlikleri yok eden başka yıkıcı etkileri de olmuştur. Aynı vasıfta iki işçiyi ele alalım (ikisi de vasıfsız ya da vasıflı). Diğer tüm koşullarının aynı olduğu varsayımında, hayatı boyunca aynı işte çalışan ve mesleki konumunu koruyan işçi ile (neyseki hâlâ olabiliyor) uzun işsizlik dönemleri yaşayan işçinin toplumsal gelecekleri arasında önemli farklar oluşabilecektir. Aynı konumda bulunan ücretliler arasındaki bu eşitsizlik, üretimin kollektif örgütlenmesi ve koşulların çalışan kesimin büyük çoğunluğu için türdeş olması üzerine kurulu olan sınıf içi dayanışmayı yok eden bir etki yarattı. Çalışanların örgütlenme şekilleri ve üretim koşullarının ortaklaşmasının sona ermesine neden olabilecek olan bu değişim, doğal olarak “sınıf” kavramının da tartışılmasını gündeme getirecekti.

Zaten klasik işçi sınıfı kavramı, son tahlilde, belli menfaat ve koşullar birliği üzerinde oluşan bir işçi topluluğunun varlığına dayanır. Biliyoruz ki (ilk fark eden Marx oldu) bu kimlik hiçbir zaman gerçekleşmedi. İşçi sınıfı varoluş koşulları ya da siyasî veya ideolojik bağlamda asla mutlak bir birlik oluşturamadı. Yine de “sınıf”tan bahsedebilmek için kollektifin birey üzerinde üstünlüğünü kabul etmek gerekir.

İşte bugün bu üstünlük sorgulanmalı. İşçi dünyası (bir “dünya” söz konusuysa, sözü geçen kollektifin üstünlüğü temelinde ve onunla orantılı olarak bu dünya oluştu), kollektif varoluş kapasitesini yok eden bir bireyselleşme süreci tarafından dinamitlenmedi mi? Bu yalnızca küresel bir kollektif (büyük harfle işçi sınıfı) için değil, aynı zamanda ortak hedefler için birleşebilen, nisbeten türdeş koşullarda oluşan tüm topluluk kümeleri için de geçerlidir. (Büyük bir grev, önemli bir toplumsal hareketlilik her zaman münferit toplulukların daha geniş bir topluluk olarak belirmesine neden olmuştur.) Çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi, üretim koşullarında geçici işçiliğin artışı ve kitlesel işsizlik gibi değişimlere neden olmasının yanında, üretim ilişkilerinde de önemli değişimlere neden oldu. Gittikçe daha fazla rekabete dayalı emek dünyasında, ücretliler daha uyumlu, daha hareketli ve daha esnek olmak zorunda kaldılar. İşsizlik tehdidiyle (ayrıca bilerek ve isteyerek ya da mecburen büyük bir çoğunluğun, uyum ve inisyatif ruhunu yücelten girişimcilik ideolojisine bel bağlaması nedeniyle) rekabete girdiler, rekabete sokuldular. Aynı konumdaki çalışanlar arasında, yani eşitler arasında rekabet güçlendi.[4] Ortaklıklar yerine farklılıklar öne çıkartıldı. Bu yeni oluşumlara göğüs germek için kollektif yollar yerine kişisel yollara başvurmak ile, Ulrich Beck’in adlandırdığı gibi, “emeğin standart-dışılaştırılması”[5] arasında bir paralellik oluştu. Çalışma dünyası, taşeron işkollarının gelişmesi, emeğin atipik biçimlerindeki artış, yarım günlük iş, mevsimlik iş, “bağımsız” yeni iş biçimleri vs. nedenleriyle parçalandı. Büyük işletmelerin modelini oluşturduğu kollektif eylem ve örgütlenmenin dayanakları yok oldu. Bu “nesnel” değişikliklerin sonucunda, emekçi birey olarak daha fazla kendine yöneldi ve duruma karşı koyabilmek için tek başına harekete geçmesi gerektiğini anladı. Üretim koşullarının kalıcı olmaması, emekçileri daha açıkgöz olmaya ve işin içinden kazasız belasız sıyrılmaya yöneltti. Bu koşullarda bir bireyler “sınıfı”ndan, ya da parçalanmış bireylerden, bir anlamda birey olmaya mahkûm olanlardan bahsedebilir miyiz? Burada, Marx ve başkaları tarafından da incelenen, sanayileşmenin başında emeğin kiralanması konusunu hatırlamalıyız. Emekçi “özgür” ve korunmasız bir bireydi, ve bunun nelere mal olduğunu artık biliyoruz. İş kollektifi, sendika kollektifi, sosyal güvenlik ve iş hukukunun kollektif düzenlenmesi gibi çeşitli kollektiflere girerek, emekçi bireysel özgürlüğün olumsuz yanlarından kurtuldu. Birey, koruyucu kollektiflerden yoksun bırakılınca ne olur, geriye ne kalır? İşçi sınıfı tarihi, emekçi bireylerin ancak kollektif örgütlenmeler temelinde ve bu kollektiflere dahil olarak özgürleşebileceklerini göstermektedir. Bugünkü toplumsal ilişkilerin analizinde, yeni oluşumda, bunun tersi bir sürecin baskın olduğu gözlemlenmektedir.

Üretim ilişkilerinin böyle kollektif-dışılaştırılması, tarihî oluşum içinde aldığı biçim ve içerik itibariyle, sınıf kavramının da sorgulanmasını gündeme getirir. Bu durum, Taylorizm örneğinde olduğu gibi, emekçilere çok pahalıya patlamasına ve yabancılaşmalarına neden olmasına rağmen, onların biraraya gelme ve direnme kapasitelerinin temellerini oluşturan klasik üretim biçimlerinin sarsılmasına yol açtı. Kollektif biçimlerindeki bu çatırdamanın sınıflar arasındaki uçurumu derinleştirme ve bağımlılıkları artırma tehlikesi vardır. Kollektif-dışılaştırmanın gizli tehlikesi ise emekçinin bireyselleştirilmesi ve iş hayatında, kaderininin tüm sorumluluğunu üstlenmesi sonucunu doğurdu. Oysa bu yeni talepler karşısında farklı sosyal tabakalar aynı seviyede donanımlı değillerdi. Kollektif modelin yerine geçen bireysel üretim ilişkileri karşısında en fazla bocalayanlar, yalnız ekonomik değil, toplumsal ve kültürel olarak da en az sermayeye sahip olan en vasıfsızlardır. Yine bu vasıfsızlar, özgürleştirici kollektifleri yaratma kaynaklarından da yoksundurlar.

Abartılı bir karamsarlık içinde bulunduğum söylenebilir. Eski kollektifleri yıkan bu yeni biçimlere karşılık yeni üretim biçimlerinin oluşabileceğini kabul ediyorum. Giderek yoğunlaşan başıboş bireyselleştirme karşısında yeniden kollektif konumlar yaratmanın bugünün başlıca hedeflerinden biri olduğunu düşünüyorum. Toplumsal tarihte de gördüğümüz gibi, sanayileşmenin ilk dönemlerinde ücretli işçilerin darmadağınık bir proletaryadan sınıf haline gelmesini sağlayan da böyle bir hedefti. Benzer bir hedefe ulaşmanın bugün imkânsız olduğu söylenemez. Fakat nasıl, hangi şartlarda, hangi kaynaklar kullanılarak ve hedefe ulaşma şansı ne?

Peygamber olmadığım için bu sorulara cevap veremem. Fakat daha güzel bir geleceğe ulaşmanın yolunun bugünün eksiksiz tanımlanmasıyla mümkün olduğunu biliyorum. Bugün işçi sınıfının görece birlikteliği dağılmıştır. Bu dağılma, işçi sınıfının kenarında oluşan ve durumları ilk proleterlere benzeyen kaderlerine terk edilmiş emekçi ve eski emekçilerden oluşan katmanın sayıca çoğalmasına neden olabilir Neo-liberalizme nöbeti devreden çağdaş kapitalizmin en güçlü dinamiği, ücretlilerin durumunda bir istikrar nedeni olan ortaklık sistemini [kollektif sistemini] yıkmaya çalışmaktadır ve nihayet bireyselleştirmenin olumsuz yanlarını ortadan kaldırmak için kollektif olan bir karşı güce ihtiyaç vardır. Ve bu güç hâlâ ortaya çıkarılmayı bekliyor.

Actuel Marx, sayı: 26, Paris, 1999.

Çeviren ONUR SOYER

[2] İkinci el bir emek pazarının oluşması söz konusu. Bu alt pazarda ücretler asgari ücretin altında ve gelir ve haklar bakımından ücretliler geneline göre daha düşük bir konum sağlıyor. Bu durum yalnızca vahşi kapitalizm uygulamaları çerçevesinde ortaya çıkmıyordu, aynı zamanda “işsizliğin giderilmesi” gibi kamusal programlarla da düşük ücretli bir kesimin yaratılmasına katkıda bulunuldu.

[3] Bkz ayrıca Jean-Paul Fitoussi, Pierre Rosanvallon, Le nouvel âge des inégalités (Eşitsizliklerde yeni dönem), Paris, 1997.

[4] Bkz. Dominique Goux, Eric Maurin, La nouvelle condition ouvrière (İşçiliğin yeni durumu) Note de la fondation Saint-Simon, Paris, ekim 1998.

[5] Ulrich Beck, Risk Society (Risk Toplumu), Londra, 1992.