Resmî İdeoloji ve Gayr-i Müslimler

Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamında bir dönem oldukça ağırlıklı yer edinmiş, ancak buna karşılık en az incelenmiş konulardan biri, azınlıklar, yani gayri müslim yurttaşlardır. 1980’li yıllara kadar kimlik ve çok kültürlülüğün tartışılmadığı bir ortamda gayri müslim yurttaşlar popüler ve radikal sağ düşünce dışında kimseyi pek ilgilendirmedi. 1980’li yıllardan sonra ise aynı yurttaşlardan genellikle bir “nostalji”, “kaybolmuş kültür”, “mozaik” çerçevesi içinde söz edilmeye başlandı.

Sayısal olarak oldukça azalmış, kamuoyunda ve toplumdaki konumları ve ağırlıkları fevkalâde zayıflamış olan bu yurttaşlarla ilgili olarak, kökleri Tek Parti döneminde olup yansımaları günümüze kadar uzanan resmî bakışın tahlili konusunda birkaç istisna dışında pek ciddi bir inceleme yapılmamıştır.[1] Bu yazıda özellikle biraz unutulmuş olan bu yurttaşlar ele alınıp resmî bakışın onları nasıl algıladığı tahlil edilmeye çalışılacaktır.

1980’li yılların sonlarından itibaren “Türk olmak”, “Türkiyeli olmak” kavramları artan bir yoğunlukla kamuoyunda tartışılmaya başladı. Bu genellikle Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak ve Kürt asıllı yurttaşların talepleri çerçevesinde konuşuldu. gayri müslim yurttaşlar bu tartışmada hiçbir şekilde konu olmadılar. Bunun bir nedeni de onlara Lozan Antlaşması çerçevesinde tanınmış olan kendi dillerini konuşmak, o dilde yayın yapmak, eğitim kurumları açmak gibi azınlık statülerinden doğan haklardan ileri geliyordu.[2] Dolayısıyla Kürt asıllı yurttaşların talep ettikleri kültürel haklar gayri müslim yurttaşlara zaten tanınmış olduğundan bu konunun tartışmaya açılmasını gerektirecek herhangi bir neden yoktu. Bundan dolayı “Türk” kavramı üzerinde yoğunlaşan kimlik tartışmaları hiçbir zaman gayri müslim yurttaşları kapsamadı.

Ancak her ne kadar günümüzde gayri müslim yurttaşların kültürel ve dinsel haklar konusunda bir sorunları ve/veya talepleri yoksa da, “Türk” kavramına uygulamada yüklenen anlamın, gayri müslimler söz konusu olunca, bir yurttaşlık kavramı olarak ele alınmadığı görülür.

Sevan Nişanyan’ın pek açık bir şekilde izah ettiği gibi “Türk” kavramının iki tanımı vardır. Biri “TC vatandaşı olan herkes Türktür” şeklinde hukukî, diğeri ise “TC’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve Türk dilini, kültürünü, ulusal ülküsünü benimseyen herkes Türktür” şeklinde iradî bir tanımdır. Resmî ideolojinin günlük yaşamdaki yansımalarında ve uygulamalarında yaygın bir şekilde bu ikinci tanım kullanılır.[3]

Gayri müslimler Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ve Kurtuluş Savaşı yıllarında gerek sayısal, gerekse iktisadî, siyasal ve toplumsal etkinlik olarak toplum içinde ağırlığı olan kesimlerden biri idiler. İmparatorluğun son yıllarından Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar da Osmanlı/Türk toplumunun seçkinleri arasında yer aldılar. Bu durum bir yandan Osmanlı toplumsal düzeninin gayri müslimler için “millet” düzeni altında yarı bağımsız bir yönetim şekline müsaade etmesinin, diğer yandan da Tanzimat döneminde aynı gayri müslimlere tanınan eşitlik ilkelerinin bir sonucuydu.

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarıyla Kurtuluş Savaşı yıllarında gayri müslim toplumların içinden çıkan bireysel veya kısmen örgütlenmiş hareketlerin işgal kuvvetlerine ya sempatizan şekilde yaklaşmış veya onlarla işbirliğinde bulunmuş olmaları Türk toplumsal belleğinde kolay kolay silinemeyecek ve unutulamayacak şekilde yer etti. Bu davranışlar fark gözetmeksizin gayri müslim cemaatlerin tümüne ve her bir cemaatin tamamına mal edildi. Bunun sonucunda gayri müslim azınlık, Müslüman çoğunluk arasındaki ilişkilerde ve tartışmalarda geçmişteki bu olaylar her daim onlara hatırlatıldı.

TEK PARTİ DÖNEMİNDE UYGULAMA

Cumhuriyetin ilânından itibaren dönemin siyasal elitlerinin ve basının yönlendirmesiyle resmî ideolojinin amaçları bariz bir şekilde belli oldu. Amaç gayri müslimleri “Türkleştirme” idi. Ayhan Aktar öncü çalışmasında belirttiği gibi Türkleştirme siyaseti “sokakta konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe; eğitimden sanayi hayatına; ticaretten devlet personel rejimine; özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskân edilmelerine kadar toplumsal hayatın her boyutunda” geçerli idi ve özünde ayrımcı bir nitelik taşıyordu.[4] Türkleştirmeden anlaşılan “tek dil - tek kültür - tek ülkü” çerçevesinde gayri müslimleri bir ulus-devlet olmayı hedef olarak benimsemiş modern Türkiye cumhuriyetine vatandaş olarak bağlamaktı. “Tek dil - tek kültür - tek ülkü” türündeki asimilasyonist talebin gerisinde mevcut olan, ancak yüksek sesle pek ifade edilmeyen neden ise aslında gayri müslimlerin aslî unsura (yani Müslüman Türk’e) ait olmamaları düşüncesi idi. Aslî unsura ait olmayan bu toplumların ve/veya bireylerin güvenirlikleri de Kurtuluş Savaşı sırasında denenmişti. Kamuoyunun bireysel hareketleri kolaylıkla tüm bir topluma mal etme eğilimi nedeniyle de, aynı kamuoyunun gözünde azınlıklar bu sınavdan pek parlak bir sonuçla geçmemişlerdi. Bu yerleşmiş kanaatin sonucunda toplum da azınlıkları asıllarına uygun olarak “yabancı”, ve aynı zamanda, güvenilirlikleri ve sadakatları tartışılır olarak gördü. Bir yandan bu kanaatin mevcudiyeti, diğer yandan bir ulus-devlet yaratma sürecindeki modern Türkiye’de “tek dil, tek kültür, tek ülkü” şiarının egemenliği sonucunda cumhuriyetin ilk yıllarında Ermenilerden, Rumlardan ve Yahudilerden arta kalanlara Türkleştirme siyaseti uygulanmaya başlandı.

O yıllarda bir gayri müslim için toplum tarafından “Türk” olarak addedilmesinin en vazgeçilmez, olmazsa olmaz koşulu “Türkleşmiş” olmanın en belirgin ölçüsü olan Türkçeye bilhakkın vakıf olmaktı. Atatürk 18 Şubat 1931 tarihinde Adana Türk Ocağı’nda yaptığı bir konuşmada Türkleştirme siyasetinin en önemli unsurlarından biri olarak Türkçe konuşmayı ön plana çıkardı ve şunları söyledi: “Milletin çok bariz vasıflarından birisi, kıymetli esaslarından birisi dildir. ‘Türk milletindenim’ diyen insan her şeyden evvel ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana’da Türkçe konuşmıyan yirmi binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençleri siyasî içtimai bütün Türk teşekkülleri bu vaziyet karşısında bihis kalırsa en aşağı yüz seneden beri devam ede gelen bu vaziyet daha yüzlerce sene devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Efendiler, herhangi bir felâket günümüzde bu insanlar başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları -ki bunlar Türk vatandaşlarıdırlar, halde ve atide talih ve mukkaderatımız birdir- bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmağa çalışmaktır”.[5]

Bu konuşmadan da görülebileceği gibi Türkçeyi konuş(a)mayan kişiler, ki kast edilenler esas itibariyle gayri müslimlerdir, dönemin kamuoyunda, ve cumhuriyet sadece sekiz yaşında iken, yani geçmiş anılar ve olaylar belleklerde henüz taze iken, güvenirlilik açısından pek de iyi bir konumda değildiler. Muhtemel bir savaş ortamında bu vatandaşların Türkiye’ye sadık kalacakları kuşkuluydu.

Türkçeyi bilhakkın konuşma, “tek dil-tek kültür - tek ülkü” üçlemesinin gereksinmelerinin sadece birine, “tek dil” gereksinmesine, cevaptı. gayri müslimlerin ayrıca “tek kültür ve tek ülkü” etrafında birleştiklerini kanıtlamaları da gerekiyordu. CHF genel sekreteri Recep Peker CHF programının izahı ile ilgili olarak 1931 yılında İstanbul Üniversitesi’nde vermiş olduğu konferansta Türkçeyi konuşmanın yanı sıra, “emel birliği” yani “tek ülkü”, şartını da ortaya koydu ve gayri müslim yurttaşlara şu şekilde seslendi: “Hıristiyan ve Musevî vatandaşlar için de aynı açıklıkla fikirlerimizi söylemek lâzımdır. Fırkamız bu vatandaşları da biraz evvel izah ettiğimiz dil ve emel birliğinde iştirak kaydı altında tamamen Türk olarak kabul eder.”[6]

CHF’nın ideologu Mahmut Esat Bozkurt da Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada asıl Türk’ün Müslüman Türkler olduğunu, gayri müslimlerin ise birer “yabancı” olduklarını, bir kez daha hatırlattı. CHF’nı kast ederek “bu vatanın maddî, manevî varlıklarını yabancıların elinden alarak Türk milletine verdi” dedikten sonra eskiden Türkiye’nin tüm ticarî ve malî müesseselerinin, malın, mülkün ve ülkenin iktisadiyatının Türk olmayanların, bugün ise Türklerin ellerinde olduğunu, bunun da CHF’nin siyasetinin bir sonucu meydana geldiğini ve CHF’nin “esasen efendi olan Türk milleti”ne mevkiine iade ettiğini söyledi. Daha sonra “bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” diye düşüncelerini ifade etti.[7]

1934 yılının Haziran ayında Trakya bölgesinde Yahudilerin çoğunlukta bulundukları yerleşim merkezlerindeki Yahudi mahallelerine karşı bir yağma ve kırım teşebbüsüne girişildi. Emniyet güçlerince olaylar bastırıldıktan sonra 15 Temmuz 1934 tarihinde yayımlanan resmî hükümet bildirisinde olayların meydana gelmesine yol açan etkenlerden bir tanesinin “Türkiye’ye ait bir hususiyet olarak Yahudilerin yabancı dil ve harsta kalmakta ısrar ettikleri” belirtildi.[8] Yahudiler kast edilerek “içlerinde de militarize mıntıkalarda memleketin emniyeti için zararlı ve casus adamlar bulunduğu hakkındaki zanlar” mevcut olduğuna da işaret edildi.[9]

Aynı mantığın bir devamı olarak da II. Dünya Savaşı yıllarında CHP grup görüşmelerinde ortaya çıktı. 21 Ağustos 1940 tarihinde yapılan bu görüşmede İstanbul’un bir savaş karşısındaki muhtemel durumu tartışılırken general Kâzım Karabekir’le diğer CHP milletvekilleri arasında şu konuşma cereyan etti:

“- Arkadaşlar, nerede gayri Türk bir yer varsa, muhakkak biliniz ki casus yuvasıdır! Münevver arkadaşlarımızın dahi gittikleri kulüpler böyledir. Meselâ Büyükada’ya gidiniz. Oradaki Anadolu Kulübü Yahudilerle doludur.

Rasih Kaplan (Antalya milletvekili):

- Orayı Yahudi kulübü olmaktan kurtarsınlar.

Kâzım Karabekir (devamla):

- Oraya giden, Partiye mensup iki münevver Mebus ne konuşur? Tabiatiyle siyasetten, vaziyet-i hazıradan bahsedeceklerdir. Kulaklarıyla veya tertibatıyla dinlerler ve istediği casusluk teşkilâtını yaparlar.”[10]

Daha sonra 20 Kasım 1940 günü yapılan bir diğer CHP grup görüşmesinde görüşmede Kâzım Karabekir muhtemel bir savaşta İstanbul’un düşmanın eline düşmesi halinde İstanbul’da oturan gayri müslimlerin durumunu tartışmaya açtı:

“Oradaki Ermeni, Rum ve Yahudiler ne yapacaklardır? Binaenaleyh İstanbul’da Türk unsurunu hâkim vaziyette koymalıdır. (...) Ordumuz, inşallah düşman arazisinde zaferler kazanır; fakat aksini de düşünmelidir. Radyolarla, diğer vasıtalarla, matbuatımızla Efkâr-ı Umumiye’ye istediğimiz gibi kuvvet verebiliriz. Fakat memleketin en mahrem dimağı olan bizim içimizde belirebilecek her türlü fena akibetleri düşünmekte -zannediyorum- kimse mahzur görmez!

Tehlikenin İstanbul’a geldiği ve Yahudilerin Marmara sahillerine kaçıştığını düşünün! Ondan sonra Ermeniler gelir; bunların bugün, ihtimal ki mihver elinde çok fenalık yapmak istidadında olan teşkilâtları olabilir.”[11]

Kâzım Karabekir gayri müslim azınlıklara karşı gösterdiği bu kuşkulu yaklaşımından sonra şu teklifi yaptı: “Büyük bir harbin Boğazlara intikalini hesaplayarak ordumuzun gerilerinde bulunacak olan her tehlikeli unsuru, Anadolu’nun münasip yerlerine atmalıdır. Ondan sonra o anasırdan boş kalacak kargir binalara, Beyoğlu taraflarına Türk unsuru oturmalıdır.

Aldığımız mektuplardan anladığımıza göre, kendimiz de görüyoruz, Türk kanını emen bu unsurlar, mükemmel binalarda oturdukları halde, Türkler, Sultan Selim’de yangın arsalarında, topraklar içinde mahzenlerde, 5-6 çocuğu ile oturuyorlar!.. Daha dün bir mektubu Muhterem Dahiliye Vekiline takdim ettim; Hiç olmazsa buralara bunları oturtmalı. Bunların işlerine el atmalı. Şu halde ordumuzun gerisinde, ona bütün ruhuyla yardım edebilecek surette İstanbul halkı, çoluğu çocuğu ile teşkilâtlandırılmalı. Hulâsa bendeniz tek bir Türk’ün Anadolu’ya getirilmesi taraftarı değilim. Ama diğer unsurlar alınır ve onların yerlerine Türkler oturtulabilir. Bu, İstanbul için çok lüzumlu bir meseledir.”[12]

Gayri müslimlerin “yabancı” ve pek de “güvenilir” olmadıklarına dair yerleşik yaygın bir kanaatin mevcut olduğu bir ortamda, yirmi tertip gayri müslimlerin 1941 yılında ihtiyat olarak silah altına alınmaları, ancak silah taşıttırılmayıp yol ve inşaat işlerinde çalıştırılmaları da o dönemin mantığı çerçevesinde olağan ve sıradan bir davranıştı. Aynı bakış açısının mantığı 1942 yılındaki Varlık Vergisi uygulaması ile kendini gösterdi. Varlık Vergisi tüm gayri müslim yurttaşlarda izleri günümüze kadar uzanan unutulmaz bir travma yarattı.

ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİDE UYGULAMA

Tek Parti döneminde egemen olan bu resmî bakış açısı 1946 yılında DP’nin kurulması ve çok partili demokrasinin başlamasıyla artık sona erdiği varsayıldı. Artık dinleri, dilleri ne olursa olsun, çoğulcu demokrasi altında bir ayrımcılık söz konusu olamazdı. Yeni kurulan DP de eşitlikçi ve özgürlükçü bir program vaad ediyordu. Bu ümitlerle 1950 genel seçimlerinde gayri müslim azınlıklar kitlesel olarak DP lehine oy kullandılar. 1950 yılının Türkiye nüfusu içinde, özellikle İstanbul ilinde, gayri müslim seçmenlerin oy toplamı bir önem ve ağırlık arz ettiği için gayri müslimler oylarıyla DP’nin iktidar olmasında etkin oldular. Bu dönemde artık Tek Parti döneminde resmî alanda yaygın bir şekilde rastlanan ayrımcılığa nisbeten daha az oranda rastlandı. Gayri müslimler silahlı kuvvetlerde yedek subay olarak görev aldılar, üniversite camiasında da akademik görevler üstlendiler. Ancak belirtildiği gibi bu ayrımcılığın kısmen giderilmesiydi. Kamusal alanda, seyrek istisnalar hariç, gayri müslimler istihdam edilmedi.

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra 1960 Anayasası’nın hazırlık çalışmaları sırasında “yasalar önünde ırk, dil, din, inanç farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlara eşitlik” öngören Anayasa taslağının on ikinci maddesinin Kurucu Meclis tarafından müzakeresi ve kabulü esnasında Rum asıllı Kurucu Meclis üyesi Kaludi Laskari gayri müslimlerin askerlik görevi yapmaları ve Üniversitelerde yüksek öğrenim görmelerine rağmen kamu hizmetlerine kabul edilmemelerinden yakındı. Anayasa Hazırlama Komisyonu başkanı Prof. Muammer Aksoy ise buna cevaben yeni Anayasa’nın tüm vatandaşlara tüm alanlarda eşitlik öngöreceğini ve bu ilkenin uygulamada da görüleceğini umduğunu belirtti.[13]

Ancak uygulamada buna pek rastlanamadı. Gayri müslimler Tek Parti döneminin resmî ideolojisinin serpintilerinin günümüze kadar uzandığının, toplumun ve kamuoyunun bakışını da kendi doğrultusunda şekillendirdiğinin farkında değillerdi. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Türk toplumunu kasıp kavuracak olan sağ-sol çatışması içinde özellikle sağ cenahın sürekli taciz edeceği bir “günah keçisi” konumuna gireceklerinin farkında da değillerdi. Bu yıllarda sağ düşünce gayri müslimleri sürekli taciz ederken altı çizilerek vurgulanan iddialar, onların yabancı oldukları, yatırım yapmayıp sadece ithalat ile uğraştıkları, servetlerini yurtdışına kaçırdıkları, Türkiye’yi sömürdükleri idi.[14]

GÜNÜMÜZDEN GÖRÜNTÜLER

1980’li yılların Türkiye’si ise artık daha liberal ve “çağdaş bir Türkiye” görünümü arz etmeye başlamıştı. Bu “transformasyon”un bayraktarlığını Turgut Özal ve ANAP yaptı. Ancak liberalizm, milliyetçilik, muhafazakârlık gibi birçok değişik düşünceyi bir araya getirmeyi ve tutmayı kendine şiar edinmiş olan ANAP da bile arada bir aykırı sesler çıkmadan edemedi. 28 Aralık 1988 tarihinde yayımlanan “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği”nde sabotaj yapabilecek kişiler arasında “memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) ve yabancı ırktan olanlar” şıkkı yer aldı. Yönetmeliğin yayımlanmasından birkaç ay sonra kamuoyunda oluşan tepki üzerine dönemin devlet bakanı Cemil Çiçek yönetmeliği bilerek imzaladığını belirtti. İtiraz getirenlere cevaben de “yarası olan gocunur” dedi.[15]

Geçtiğimiz yıl Refah-Yol koalisyonunun güven oylamasında Yahudi asıllı DYP İstanbul milletvekili Cefi Kamhi çekimser oy kullandı. Güven oylamasının hemen ardından 9 Temmuz 1996 akşamı “32. Gün” programında Mehmet Ali Birand’ın Cefi Kamhi’nin tavrıyla ilgili sorusuna DYP genel başkanı Tansu Çiller, Cefi Kamhi ve babası Jak Kamhi’ye atıfta bulunarak, “onlar çok vatanseverdir, ülkeleri için çok çalıştılar” diye izahat verdi. Liberal görünümüne rağmen milliyetçi ve muhafazakâr bir DYP tabanını rahatlatmaya yönelik olan bu açıklama bir yerde DYP grup kararına uymayıp “evet” oyu kullanmayan Cefi Kamhi’ye karşı, satır aralarında gayri müslim kimliği hatırlatılarak, yöneltilebilecek muhtemel “hain”lik suçlamalarını önlemeye yönelikti.

Yakın bir geçmişte, 27 Mart 1997 tarihinde, dönemin DYP’li İçişleri Bakanı Meral Akşener’in sarf etmiş olduğu “Ermeni Dölü” sözleri de aynı zihniyetin liberal ve modern görünümlü DYP’nin bir başka kurmay üyesine de bulaşmış olduğunu gösterdi.

Siyasal İslâm’a gelince, her ne kadar İslâmcı aydınlar son bir iki yıldan beri İslâm hoşgörüsü ve çok hukuklu toplum, Medine Vesikası’nın çağdaşlaştırılması gibi çok hukuklu, çok kültürlü toplum modelleri arayışlarına girmişlerse de, MNP, MSP geleneğinden gelen RP genel başkanı Prof. Necmettin Erbakan ümmet zihniyetiyle toplumu müslim ve gayri müslim şeklinde bölmekte pek bir beis görmedi ve bir yerel seçim kampanyası sırasında “RP’ye oy vermeyenlerin oylarını Yahudiye, Ermeniye vermiş olacaklar”ını söyledi.[16]

Benzer şekilde RP’nin gayri resmî yayın organı Milli Gazete’de yakın bir tarihte yer alan bir makalede Türkiye’de yaşayan azınlıkların “başımıza belâ” oldukları bir kez daha okurlara hatırlatıldı.[17]

Gayri müslim yurttaşlara atfedilen “yabancı”lık konumu bir yerde azınlık vakıflarına yapılan uygulamada çok bariz bir şekilde görüldü. ANAP-DTP-DSP koalisyonunun vakıflardan sorumlu devlet bakanı Metin Gürdere ile yakın tarihte yapılan bir söyleşi bu açıdan ilginçtir. Bakan Türkiye’de yaşayan azınlıkların vakıflarına getirilen kısıtlayıcı önlemleri (yakın bir tarihte rastlanan örneği Ermeni Karagözyan Yetimhanesi Vakfı’nın Şişli’deki taşınmazı ile ilgili olarak gündeme geldi),[18] Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerine uygulanan haksız davranışlara karşı bir misilleme olduğunu belirtti. Söyleşiyi yapan gazetecinin bu misilleme uygulamasında “Ermeni ve Yahudilere ait vakıfların hariç tutulmaları gerekmez mi?” sorusuna da, Bakan Gürdere, “Yasalar eşittir. Rumlar için ayrı, Ermeniler için ayrı uygulama yapamıyoruz. Yani, kurunun yanında yaş da yanıyor” diye cevap verdi.[19]

“YABANCILAR”A KARŞI “HOŞGÖRÜ”

Resmî ideolojinin, ve resmî ideoloji tarafından şekillenmiş kamuoyu kanaatinin bir diğer yanı da gayri müslimlere ve özellikle Yahudilere karşı gösterilen hoşgörüdür. Nazi Almanya’sının en karanlık günlerinde bile Yahudi asıllı Alman bilimadamlarının Türkiye’ye kabul edilmiş olmaları bu hoşgörünün bir örneği olarak defalarca tekrarlandı. Ancak aynı dönemde ve aynı hoşgörü ortamında “Struma” gemisiyle Türkiye’ye ayak basmak isteyen 769 Romen Yahudisine dönemin Türk hükümeti izin vermedi. Gemi Karadeniz’e geri gönderildi ve gemiden bir kişi hariç kurtulan olmadı. Dönemin başvekili Dr. Refik Saydam da konuyla ilgili yaptığı açıklamada “biz bu hususta elimizden gelen her şeyi yaptık, maddi manevî en ufak mesuliyetimiz yoktur. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur” dedi.[20]

Tek Parti dönemindeki resmî ideolojinin Türkiye’deki Yahudilere bakışı onların birer “yabancı” birer “göçmen” oluşları idi. Bu durumun oluşmasına Türkiye Yahudileri de bizzatihi katkıda bulundular. Tek Parti döneminde kendilerine yapılan Türkçe konuşmama eleştirileri yanı sıra onlara sürekli olarak hatırlatılan bir diğer olgu Yahudi tarihinin zor bir döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun onlara kollarını açıp göçmen olarak kabul ettiğiydi. 1930’lu ve 40’lı yılların Türkiye’sinde 1492 yılında Osmanlı’ya sığınmış olan bu Yahudilerin torunlarının dört yüz kusur yıl sonra halen Türkçeyi konuşmamalarının bir nankörlük olduğu sürekli tekrarlandı. Yahudiler kendilerine isnat edilen ve sürekli hatırlatılan bu “sığınmacı”, “göçmen” “yabancı” konumunu hep kabullendiler, yurttaş olduklarını vurgulamadılar.

1980’li yılların ortasından itibaren kamuoyu, kamusal ve toplumsal alanda bir yer edinme ihtiraslarından uzun yıllardan beri vazgeç(tiril)miş bulunan ve bir avuçtan da az kalmış bulunan gayri müslim yurttaşlara yeni bir görev atfetti. Bu görev Türkiye’de mevcut olan hoşgörünün günümüzde geçerli bir canlı kanıtı olmaktı. Bu bir yerde, başta ABD ve Fransa’da olmak üzere Rum ve özellikle Ermeni lobilerinin Türkiye karşıtı kampanyalarına cevap verme zorunluluğundan doğan bir ihtiyaçtı. 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren de Kürt sorununun gündeme gelmesiyle bu ihtiyaç “ihtiyaçlık”tan çıkıp, Türkiye’nin Batı’daki görüntüsünü düzeltme açısından bir “gereksinme” haline dönüştü. Bu “gereksinme”nin sonucu olarak Türkiye’de yaşayan gayri müslimlere karşı sonsuz, sınırsız ve istisnasız bir hoşgörü uygulandığı yaygın kanaati resmî ideolojinin neredeyse tanıtım/reklâm unsuru haline geldi. Bunun kamuoyuna mal olmuş pek bilinen örneği Türkiye Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinin önderliğinde 1989 yılında kurulmuş olan, 500. Yıl Vakfı’nın etkinlikleri oldu. 1492 yılında İspanya’dan kovulmuş olan Yahudilerin Osmanlı topraklarına göçlerinin beş yüzüncü yılı olan 1992 yılında bu kutlamalar doruk noktasına ulaştı. Bu kutlamalar çerçevesinde de gerek 500. Yıl Vakfı, ve gerekse Yahudi cemaatinin “önderleri” yurt içinde ve dışında yoğun ve düzenli bir şekilde Yahudilerin beş yüz yıl önce Anadolu topraklarına göç ettiklerini vaaz ettiler. 1492 yılında gösterilmiş olan hoşgörünün günümüze kadar devam ettiğini, bunun en belirgin örneğinin de 1492 yılında İspanya’dan “kovulan” ve Osmanlı topraklarına “sığınan” atalarının bugünkü bakiyeleri olan günümüz Türkiye Yahudileri olduğu, bizzat Türkiye Yahudilerinin “önderleri” tarafından her vesileyle ve her türlü medya aracılığıyla tekrarlandı. Türkiye Yahudilerinin “önderleri” bu şekilde davranarak resmî bakışın kendilerine atf etmiş olduğu “yabancı” konumunu büyük bir iştahla benimsediler ve kabullendiler. Gayri müslim cemaatlerin bir kısmının kamuoyunda ve medyada resmi ideoloji ile daha fazla eklemlenmiş bir şekilde görünmeleri, gündemi dikkatle takip eden medya mensuplarının da gözünden kaçmadı. Heybeliada Rum-Ortodoks Ruhban Okulu’nun tekrar öğrenime açılması konusu çerçevesinde yapılan ve tüm azınlıkları ele alan Mehmet Ali Birand’ın “32.Gün” TV programında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın “Yahudiler ve Süryanilerle münasebetlerimiz devam ediyor ve dinler arası diyalog toplantısı yapmayı düşünüyoruz” beyanından hemen sonra, “resmi ideoloji kimine sıcak bakıp ilişkileri geliştirmeye çalışıyor, kimini muhatap bile kabul etmiyor” tespitiyle kurgulanan görüntü, bir dönem DYP, günümüz DTP İstanbul milletvekili Yahudi asıllı iş adamı Cefi Kamhi’nin TBMM merdivenlerinden çıkarken çekilen görüntüsüydü.[21]

SONUÇ YERİNE

Taha Parla’nın ufkumuzu genişleten öncü çalışmasında belirtmiş olduğu gibi Tek Parti döneminin ideolojisi altında hiçbir zaman “resmî bir anti-semitik ya da benzeri ideoloji, devlet politikası, uygulama, pogromlar vb. olmamıştır ama; ’Varlık vergisi faciası’, seferberlikte ’özel üniformalı azınlık taburları’, ’6-7 Eylül olayları’, ‘dönmeler aslında dönmez’ şakaları” da olmamış değildir. Azınlıkların nüfuslarının birkaç yüz binden beş-on bine inmiş olması da ‘normal bir demografik seyir’ olmayıp bu tür olayların bir sonucudur. Milliyetçilik öğesinin son derece ve vazgeçilmez bir unsur olarak içinde yer aldığı resmî ideolojide gayri müslim ‘azınlıklar “Cumhuriyet Türkiye’sinde ‘şartlı’, ’kısıtlı’, kenarda kalmış ve ne de olsa bizden değil diye görülmüş yurttaşlar olarak kalmışlardır”.[22]

Günümüz Türkiyesi’nde, Susurluk, başörtü, rüşvetler, RP’nin kapatılıp kapatılmayacağı, demokrasi, temiz toplum, bir dakika karanlık, çeteler, velhasıl her şey konuşulurken, tartışılırken ancak çözümlenemezken ve demokrasiye giden yolda halen hangi koridora sapılacağı, hangi kapıların açılmaları veya aralanmaları konusunda tereddütler varken toplumun kenarında, köşesinde kalmış yüz bin civarında gayri müslim yurttaşların “meseleleri”ni konuşmak, yazmak, hatta tartışmaya açmak bazı kişilere, hatta gayri müslim yurttaşların kayda değer bir kısmına da, ilk bakışta oldukça marjinal, üzerinde boşuna kafa yorulan bir “entellektüel egzersiz”, hattâ ve hattâ “tehlikeli” bir konu olarak da görülebilir. Bu tür konuları tartışmak ve üstüne üstlük talep üretmek, komplo üretmekte üstlerine olmayan popülist zihinlerde hemen “Ne oluyor? Mesele mi var? Şimdi de bir ’azınlık meselesi’ mi yaratılmak isteniyor?” türünden soruları da yaratabilir.

Ancak bugün eşitlik, özgürlük ve demokrasi, Türkiye’nin her kesiminde bir özlem ve arayış haline gelmişse “yüzde doksan dokuz onda dokuzu Müslüman Türkiye”nin bir kıyısında köşesinde kalmış olan binde bir oranındaki yurttaşların da bu arayışa katılmaya karınca kararınca hakları ve söyleyecek sözleri var sanırım.

[1]Bu konuda bu satırların yazarının rastlamış olduğu ciddi ve alanında öncü incelemeler bu yazıda atıflarda bulunulan Taha Parla’nın ufuk açan kitabı ve aynı derecede önemi haiz Ayhan Aktar ile Sevan Nişanyan’ın makaleleridir.

[2]Lozan Antlaşması’nın 37 ilâ 45. maddeleri azınlık haklarının korunmasıyla ilgilidir. Bkz. Lozan Barış Konferansı - Tutanaklar-Belgeler, (Çeviren Seha L.Meray), YKY, 1993, cilt 8, s. 10-13. Lozan Antlaşması gayri müslim yurttaşlardan Rum, Ermeni ve Yahudileri azınlık olarak tanıdı. Süryaniler bu tanımın içinde yer almadılar.

[3]Sevan Nişanyan, “Kemalist Düşüncede ‘Türk Milleti’ kavramı”, Türkiye Günlüğü, sayı 33, Mart-Nisan 1995, s. 127-141.

[4]Bu konuda alanında ilk olma özelliğini taşıyan ayrıntılı bir çalışma için bkz. Ayhan Aktar, “Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan ”Türkleştirme” politikaları, Tarih ve Toplum, Aralık 1996, sayı 156, s. 4-18.

[5]Vakit, 19 Şubat 1931.

[6]Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları, Cilt 3, Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, s. 108, (İletişim Yayınları, 1995).

[7]Hakimiyeti Milliye, 19 Eylül 1930.

[8]Bu konuda daha fazla bilgi için bkz Halûk Karabatak, “1934 Trakya Olayları ve Yahudiler”, Tarih ve Toplum, Şubat 1996, sayı 146, s. 4-16 / Avner Levi, “1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınamayan Ders”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1996, sayı 151, s. 10-17 / Zafer Toprak, “1934 Trakya Olaylarında Hükümetin ve CHF’nin Sorumluluğu”, Toplumsal Tarih, Ekim 1996, sayı 34, s. 19-25 / Ayhan Aktar, “Trakya Yahudi Olaylarını ’Doğru’ Yorumlamak”, Tarih ve Toplum, Kasım 1996, sayı 155, s. 45-56 / “Trakya Yahudileri tarih basınında”, Gazetepazar, 26 Ocak 1997, s. 55 / Oral Onur, “Trakya Olayları Hakkında”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1996, sayı 149, s. 3-4.

[9]Milliyet, 15 Temmuz 1934.

[10]Kâzım Karabekir, Ankara’da Savaş Rüzgârları II. Dünya Savaşı CHP Grup Tartışmaları, Emre Yayınları, 1994, sh. 224-225.

[11]Kâzım Karabekir, a.g.e., s. 248.

[12]Kâzım Karabekir, a.g.e., s. 248-249.

[13]“Turkey guarantees race equality”, The Jewish Chronicle, 5 Mayıs 1961, s. 1.

[14]Yeniden Milli Mücadele dergisi, Bizim Anadolu, Babıalide Sabah ve Bugün gazeteleri bu konuda çok zengin ve bereketli bir malzeme içerirler.

[15]Ümit Uzmay - İlter Sağırsoy “’Yerli yabancı’ sabotörler” Nokta, 6 Ağustos 1989 sayı 31 s. 14-16. Daha sonra bu yönetmenlik işadamı İshak Alaton’un girişimiyle Aybay Hukuk Bürosu’nun dava açmasıyla iptal edildi.

[16]Bu konuyla ilgili olarak bkz. Rıfat N. Bali, “Seçimlerin Yahudi’ye yaramasını istemiyorsanız...”, Birikim, Haziran-Temmuz 1996, sayı 86-87, s. 171-173.

[17]Ahmet Akgül, “Azınlıklar başımıza bela”, Milli Gazete, 6 Ekim 1997.

[18]Bu konuda bkz. Etyen Mahçupyan, “Bitmeyen Varlık Vergisi”, Radikal, 15 Temmuz 1997 / “Gayrivatandaşlar”, Radikal, 17 Temmuz 1997 / “Şişli Belediyesi ve devlet koruması”, Radikal, 22 Temmuz 1997.

[19]Ersin Kalkan’ın röportajı, Gazetepazar, 12 Ekim 1997.

[20]Tan, 21 Nisan 1942.

[21]Bkz. Show TV, 32. Gün programı, 2 Aralık 1997.a

[22]Taha Parla, a.g.e., s. 209.