Sosyal Demokrat Fotofiniş

Avrupa Birliği’nin gidişatını ve -başta Irak meselesi- dünya politikasını, bu arada Türkiye-AB ilişkilerini yakından ilgilendirmenin yanında elbette Almanya’nın “iç” hayatı açısından da yeterince önemli olan Almanya seçimleri, iktidardaki Sosyal demokrat-Yeşiller ittifakının müthiş bir fotofinişiyle sonuçlandı.

Uzun sürmüş bir fotofiniş atağıydı bu: Seçimden yaklaşık bir ay öncesine kadar çok geride olan Sosyal demokratlar (SPD), neredeyse gün be gün arayı kapattılar; son gece de, sayım akışı içinde önce birkaç bin oy farkla ikinci sırada göründükleri seçimi birkaç bin oy farkla önde bitirdiler.

SPD, sağcılaşma ve neo-liberalizme teslimiyet sürecini İngiliz İşçi Partisi kadar ileri götürmüş bir parti değil, aslında. En azından 1998 seçimini kazanırken, sosyal demokrat hassasiyetlere görece sadık bir duruşu vardı. Ancak iktidarı döneminde, öncelikle ona sosyal devletçi/sosyal adaletçi kaygılarla oy verenleri hayal kırıklığına uğratacak bir politika izledi. Bakan sorumluluğunu Yeşiller’in etkili lideri Joschka Fischer’in üstlendiği dış politikada Almanya’nın “büyük devlet” profilini geri-kazanmaya çalışması, bunun için Yugoslavya ve Afganistan’da askerî müdahalelere cân-ı gönülden iştirak etmesi, barış yanlılığıyla politize olmuş ve hâlâ olan geniş bir seçmen kitlesini soğutmuştu. En geniş mezhepli tanımıyla sol kamuoyu, “Bu işleri yapacaksa sağcılar yapsın, bari karşılarında ciddi bir muhalefet oluşsun” diye düşünüyor ve SPD ile Yeşiller’e muhalefet “görevi” vermeyi doğru buluyordu seçimler arefesinde.

Buna karşılık, yine soldan, SPD hükümetinin bir yandan pekâlâ “hayırlı” işler de yaptığına dikkat çekenler var. Çocuk yardımının yükseltilmesi, işçilerin işten çıkarma karşısındaki güvencelerinin yeniden tahkim edilmesi, emeklilik reformu, tüketici korunmasına dönük bazı adımlar, Kohl döneminde altı oyulan sosyal devleti tamire dönük bazı önemli hamleler olarak vurgulanıyor. Vergi ve maliye politikasında, yine Kohl döneminin tahribatını gidermeye dönük olarak bütçeyi denkleştirmeyi hedefleyen reformun da, hem geleneksel sosyal demokrat tabanı hem de sermayeyi memnun eden bir etkisi oldu.

Buna karşılık “kızıl-yeşil” hükümet istihdamı geliştirmekle ilgili vaadleri bakımından denebilir ki, hiçbir şey yapamadı ve işsiz sayısı 4.5 milyona ulaştı. Schröder iş piyasasındaki krizi “sükunetle”, tedricen çözmeyi hedeflemişti. Nitekim ancak seçim yılı gelip çattığında, Volkswagen menajeri Peter Hartz’ın idaresinde bir İstihdam Reformu Komisyonu oluşturuldu. Muhalefetteki muhafazakâr blok, seçim kampanyasında SPD’ye en çok buradan yüklendi. Schröder’i, Almanya’yı Avrupa’da en düşük iktisadî büyümeye sahip ülke haline getirmekle ve en önemlisi, işsiz sayısını 3.5 milyon düzeyine düşüreceğine dair sözünü tutmamakla suçladılar. Schröder 1988’de, işsizlikle ilgili bu vaadini yerine getiremezse, “tekrar seçilmeyi hak etmiyorum demektir” demişti!

Buna rağmen nasıl toparlanabildiler? Birincisi, konjonktür imdada yetişti. GSMH’deki 1-2 puanlık ilerleme eğilimi, ekonomik reformlarla ilgili yeni bir iyimserlik ışığının yanmasını sağladı. Seçimden önceki bir ay içinde Elbe Nehri’nin taşmasıyla yaşanan sel felâketi, hem yardım çalışmalarındaki cevvalliğinin hükümete sempati kazandırması, hem Başbakan Schröder’e medyada dokunaklı pozlarda görünme imkânı sağlaması, hem de -Yeşiller açısından- ekolojik meselelere ilgiyi canlandırması bakımından ‘faydalı’ oldu. Malûm ki politikanın medya- ve kampanya-odaklı yapısı içinde, seçim arefesinde, “son anda” olanlar, dört yılın birikiminden daha etkili olabiliyor.

Sel felaketindeki kriz idaresi ve Irak Meselesinde “Almanya’nın kendi yolunu çizme” politikası, bu iki konunun seçim gündeminin merkezine yerleşmesi sayesinde, SPD ve Yeşiller’i iktisadî konuları ve işsizlik belasını tartışmaya gömülmekten kurtardı. Bu, seçim sonucu açısından tayin edici bir gelişmeydi. Bu iki konunun gündemi belirler hale gelmesinin belki daha da önemli bir etkisi de, iki partinin moral bozukluğu içindeki tabanını heyecana getirerek seferber etmesi oldu.

Fakat kilit hamle, galiba, Başbakan Schröder’in, ABD Reisi Bush’un Irak’a askerî müdahale planına destek vermemesi, hattâ bununla ilgili gönülsüzlüğünü altını çizerek dillendirmesi oldu. Bu hamle, Schröder’in Yugoslavya ve Afganistan’a iştiyakla asker göndererek hem teamül hem yasal düzenleme zemininde Alman ordusuna sınırötesi harekât imkânını açmış olduğu vakıasını hafızaların bir iki basamak aşağısına itmeye yaradı, öncelikle. Öyle ki, Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS), daha solundan yağan haşin eleştirileri göğüslemek pahasına, Irak konusundaki bu tutumunu sürdürmesi halinde parlamentoda Schröder’e destek vereceğini açıkça ilân etti. Mümeyyiz vasıflarından biri kesinkes savaş karşıtlığı olan PDS, böylelikle, hayatî önemde 300 bine yakın seçmeni SPD’ye kaptırdı. (Sadece SPD’ye örtülü desteğine bağlı değildi kayıp, Schröder’in hamlesi önemli bir kaymayı sağlamaya yeterdi.)

Schröder, bu ani savaş karşıtlığı tavrını, sağdan da rüzgârını çalacak şekilde dizayn etti. Bush’un “haydi savaşa!” zorlamalarına karşı çıkarken, şöyle dedi: “Alman ulusunun varoluşsal sorunları hakkında karar Berlin’de verilir, başka bir yerde değil!” Bu ulusalcı ve “büyük devlet”çi söylem, sağ ve milliyetçi eğilimli seçmenler arasında da etkili oldu.

Öte yandan, birçok sol aydın, Schröder’in bu savaş karşıtı tutumunun tamamen taktiksel olduğunu, koşullar olgunlaştığında hiç sakınmadan Bush’u Irak yolunda izleyeceğini ileri sürmekte. Tıpkı sosyal devletin tasfiyesindeki gibi, bu tür “kirli işleri” muhalefeti de pasifize ederek halletmek için en uygun müteahhidin sosyal demokratlar olduğu şeklindeki evrensel kuralı hatırlatıyorlar! Schröder’in savaş karşıtı çıkışlarının en hararetli ânında, SPD’li Dışişleri Komisyonu başkanının, “Birleşmiş Milletler’in Almanya’yı göreve çağırması halinde durumun değişeceğini” söylemesi, bu iddiayı doğrulayan bir işaret sayılabilir. Almanya’nın ve AB’nin Irak konusundaki tutumunu izlemek gerek...

Fotofinişi izah ederken atlanmaması gereken bir husus daha var. SPD belki İngiliz İşçi Partisi kadar “sağcı” değil ama Schröder’in en az Tony Blair kadar “medya adamı” ve popülarite avcısı olduğu kesin. Biyografisi ve hali-tavrıyla “halk adamı” tipolojisine çok uygun; belâgati, harareti ve ekran-severliğiyle “medya başbakanı” olarak anılıyor. Rakibi, Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik (CDU/CSU) ittifakının başbakan adayı Stoiber de, medya mücadelesinde çok hafif kaldı. Aslında, Schröder’in 1998’de yaptıklarını taklit etmeye çalışmıştı. Seçim kampanyasının başında, SPD’nin onun sağcılığını vurgulama çabasına karşı koydu; “sağa sıkışmamaya”, “merkezdeki” seçmenlere hitap etmeye çalıştı. Vaadlerini somutlamaktan olabildiğince kaçındı, teferruata girmedi. “Kızıl-yeşil”in her alanda başarısız olduğunu vurgulamayı esas aldı. Ancak, hele sonlara doğru biraz da agresifleşince, “soğukkanlı, meselelere vakıf adam” imajı, “menfî adam” izlenimine dönüşü vermeye başladı. Herhangi bir temayı öne çıkartıp gündemi belirlemeyi başaramadı: Ne “herkese” hitap eden işsizlik meselesini, ne kendi öz seçmen potansiyelinin gönlünü okşayan “göçmenler sorunu” meselesini... Kampanyada “son düzlüğe” girilirken gidişatın kötü olduğunu fark eden parti kadrolarının müdahalesiyle son anda çekmeceden “göçmenler problemi” mevzuunu çıkartıp sağcı seçmenleri heyecana getirmeye çabalaması da tesirsiz kaldı. Schröder’in dediği gibi, bir “çaresizlik edimi” idi bu. Neticede, CDU/CSU, SPD’yle arasında 1998’de oluşan yaklaşık 5 puanlık farkı birkaç bin oy mertebesine kadar düşürse de birinciliği alamadı ve 1998’den önce asla gerisine düşmediği % 40 oranına yine erişememiş oldu.

2. Dünya Savaşı sonrasından beri iki seçim dönemi dışında hep en güçlü meclis grubunu çıkartmış olan CDU/CSU’nun aslında hayli derin bir krizin içinde bulunduğunu gözden kaçırmamak gerek. Katolik muhafazakâr CSU’nun “memleketi” Bavyera’da aldığı % 60’a yakın oy olmasa (ki CSU böylelikle Yeşiller’in Almanya’nın tamamında topladığından daha fazla oy almış oluyor!), CDU kendi başına kalsa % 30’luk bir parti durumuna düşecek! Bunun temel nedeni, Batı’da (“eski Batı Almanya”da) oylarını arttırıp birinci parti haline gelen CDU’nun, “eski Doğu Almanya”da, Kohl’ü feveran ettiren bir “ehemmiyetsizlik” arz etmesi. CDU’da partinin siyasal çizgisini tartışma ihtiyacının dillendirilmesi boşuna değil. CDU’daki “yeni çizgi” arayışları içinde, orta vadede Yeşiller’e yaklaşma prespektifini savunanlar da var.

“Seçmen davranışında” Doğu ile Batı arasında gözlenen bariz fark, Almanya’nın seçim coğrafyasının kalıcı bir etmenine dönüşmüş durumda. Doğu, sadece PDS’yi “besleyen” bir yer olmaktan çıktı, umumiyetle sağın aleyhine, solun lehine veren bir seçmen yurdu oldu. Almanyalar’ın birleşmesinden sonra, SPD’nin “baba” lideri Willy Brandt “Almanya artık daha Protestan ve daha sosyal demokrat olacak!” müjdesini vermişti! Boş konuşmadığı görülüyor.

CDU/CSU’nun iktidar koalisyonu için partner olarak öngördüğü Hür Demokrat Parti (FDP), seçimin iki mağlubundan biri – hattâ olağanüstü büyük beklentilerine nispetle, en büyük mağlup... 1980’lerde ehemmiyetsizleştikten sonra toparlanma sürecine giren FDP “oy patlaması” bekliyordu -birçok yorumcu da onlardan bunu bekliyordu-, oysa % 7’de kaldılar. FDP, sağdan fazla oy çekilemeyeceğine, sol değerlere de açık olan tahsilli orta sınıflara açılmak gerektiğine inanmış; bunun için, alışılageldiği üzere sadece “piyasa liberali” olmayıp, vatandaş hak ve özgürlüklerini talep etmekte daha “arzulu” bir çizgi izlemeye çalışmıştı. SPD ve bilhassa Yeşiller’den oy çalacaklardı. Fakat kadroları ve “imajıyla” bu stratejinin altını dolduramadı. Dahası, bu stratejinin de mimarı olan Parti Başkan Vekili Möllemann’ın İsrail/Şaron karşıtı çıkışlarında kendini duyuran anti-semitist tavrı, FDP’yi antipatik kıldı.

Yeşiller, kuşkusuz, seçimlerin esas galibi sayılıyor. Seçim kampanyasını SPD ile koalisyon halinde yürütmenin faydasını gördüler. Almanya seçimlerinde herkes iki oy kullanıyor; birincisiyle milletvekili adayı, ikincisiyle parti listesi seçiliyor. (Birinci oyla seçilenler doğrudan meclise giriyor, ikinci oylar toplanarak bir tür “bakiye” usulüyle ilâve milletvekillikleri dağıtılıyor.) Yeşiller SPD seçmeninin bu ikinci oyunu almaya oynadılar; sloganları “ikinci oy Joschka oyu” idi. Böylece, SPD-Yeşil koalisyonunun devamından yana olan seçmenlerin bir çoğunun ikinci oyunu almayı başardılar. “İkinci oy Joschka oyu” sloganı, Yeşiller’in bir başka avantajını işaret ediyor. Yeşiller, Schröder’den de büyük bir “yıldıza” sahiptiler: Parti lideri ve Dışişleri Bakanı Joschka Fischer. Fischer dört yıldır anketlerde “Almanya’nın en sevilen siyasetçisi” seçiliyor. Ayrıca, geçtiğimiz yıllarda Joschka Fischer’in sol-anarşist dönemindeki radikal faaliyetlerinin kriminalize edilmesi ve bu vesileyle “’68” karşıtı bir muhafazakâr kampanyanın yürütülmesinin eski-‘68’lilerde yarattığı tepkinin, Fischer’e/Yeşiller’e bir “kuşak oyu” akışı sağladığı anlaşılıyor. Zira Yeşiller’in sağladığı oy artışının en ağırlıklı gerçekleştiği yaş eşiği, 45-55 – yani meşhur ’68 kuşağı!

Yeşiller, 1980’lerin başındaki ilk dönemlerinin radikalizminden çok uzaklar. Ki bu dönüşümü idare eden de Joschka Fischer’den başkası değildi. 2. Dünya Savaşı’nda sosyal demokrat partilerin ve KP’lerin ehlileşmesine benzer bir süreçten geçtiler; yeni toplumsal muhalefet hareketlerinin tesirsizleştirilmesine de aracılık eden bir süreçti bu. (Kaynakları arasında güçlü ve militan barış hareketinin olduğu bu partinin liderinin, Alman ordusunun sınırötesi harekâtlara giriştiği dönemde Dışişleri Bakanı –üstelik iddialı ve “yüksek profilli” bir Dışişleri Bakanı- olacağı, 1970’lerde ve 1980’lerde hayal edilemezdi!) Yeşiller, 13 yılı bulan parlamento tecrübelerinde sol-liberal bir reformist denetim mercii olarak kurumlaştılar. Son 4 yıllık iktidar ortaklığı döneminde ise, sosyal ve ekonomik haklar konusunda “sol” mülahazalardan da uzaklaşıp, SPD’ye/sendikalara karşı girişimcileri rahatlatıcı tashihlerde bulundular. Ancak seçimlerden önce, “ekonomi konularında vukuflu ve uyumlu” görünmenin onlara fazla puan kazandırmadığı teşhisini yaptılar ve ağırlığı yine ekoloji, tüketici hakları, sağlık, eğitim ve aile politikasında iyileştirmeler temalarına kaydırmaya karar verdiler. SPD’nin iktidarda kalmayı borçlu olduğu “yükselen” ortak olmanın da özgüveniyle, bu doğrultuda daha atak bir reformcu performans göstermeyi hedefliyorlar.

SPD’nin önceliği ise, doğrusu bununla pek uyuşmuyor. Schröder ve ekibi, ekonominin rekabet gücünü arttırmak için niteliksiz emeği daha ucuzlatacak önlemler almayı hedefliyor. Bununla da bağlantılı olarak ve AB normları doğrultusunda sosyal devlet performansını daha fazla budama gereği duyacaklar. Hem bu adımları atıp, hem ortaklarının reformcu imajına uygun düşecek bir şeylere olanak sağlamak, hem de “umum” seçmeni rahatlatacak iktisadî ve sosyal iyileştirmeler yapmak, hem de parlamentoda sadece 9 sandalyelik üstünlüğü olan bir hükümetle, kolay değil. Velhâsıl “kırmızı-yeşil koalisyon”un ikinci dönemi, sıkıntılı olacak.

Tabiî bir başka mağlup da Demokratik Sosyalizm Partisi, PDS. 1998’de kılpayı aştıkları % 5 barajına bu kez takıldılar; % 4’le dışarda kaldılar. Doğrudan (birinci oylarla) seçilerek meclise giren temsilci sayısı (üç yerine!) ikide kaldığı için de, parlamentoda grup kuramadılar. PDS şimdi rotasını tartışacak: Yeniden “komünistleşmek” mi? Seçmen tabanında da karşılığı olan sol-sağ ayrımını fazla önemsemeksizin Doğu’nun bölgesel partisi olmaya yönelmek mi? Yoksa “sosyal demokratlaşma” sürecini devam ettirmek mi? Galip ihtimal, üçüncüsü görünüyor...

İMRAN AYATA-TANIL BORA