Mardin: Aidiyet ve Suskunluk

“Hayat hikâyelerini anlatan insanların hikâyeye nereden başladıkları, kendilerini ne ölçüde özgür saydıklarını ve dünyanın ne kadarlık bir bölümünde kendilerini rahat hissettiklerini derhal ele veriyor. Yakın zamana kadar, babalarımızın kimliği her şeyden önemliydi. İdeal insan, bir çınar ağacı gibi, doğduğu yere sıkı sıkıya kök salmış insandı. Atalarının yaşayıp öldüğü topraklarda yaşamak, kişilik itibarıyla ne kadar itici olunursa olunsun, insana saygı ve itibar kazandırırdı; böylece aristokratlar, kökler konusunda herkesten daha avantajlı olmakla, içinde yaşanan an kadar geçmişin de kendilerine ait olduğu iddiasını taşırdı. Ama bugün artık aristokratları taklit etmemiz gerekmiyor. İnsanlık tarihindeki yerimizi bulmanın bir yolu daha var...”

Theodore Zeldin

Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın “Mardin Kent Tarihi Yazımı Projesi”inin başlangıcında, araştırma kapsamında bir sözlü tarih çalışması da yapılması planlanmış; ama bazı teknik nedenlerle bu çalışmayı gerçekleştirmek mümkün olamamıştı. Bununla birlikte, Ağustos 1998-Mart 1999 tarihleri arasında yürütülen çalışmada bazı Mardinlilerle görüşme ve kimi görüşmeleri de kaydetme olanağımız oldu. Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu ve Oktay Özel tarafından yazılan ve yakında yayımlanacak olan Mardin: Devlet-Aşiret-Cemaat başlıklı bu çalışmanın ortaya çıkardığı sonuçların hemen tamamı yazılı kaynaklardan elde edilen bilgilere dayalıdır; ama yine de, kısa süreli iki Mardin seyahati izlenimleri ile, sözlü tarih sayılamayacak görüşmelerin araştırma sonuçlarıyla bazı paralellikler gösterdiği ortaya çıkmıştır. Burada yazılanlar ise, anılan araştırmanın yazarlarını bağlamamaktadır.

Tarihin özneleri çoğu zaman birer mişli geçmiş zaman failleridirler; hangimizin hafızasında hiç görmediğimiz büyük dedeye dair anlatılan bir hikâye yoktur ki? Anlatılan hikâye bir başkasından aktarılmış da olsa tanıklık da olsa dinleyici için bir mişli geçmiş zamandır. Hele tarihçiler için.

Sözlü tarih kayıtları, meslekten tarihçilerin çoğunun itibar etmediği kaynaklardır. Hele ki tanıklar, tarihin öznesi olamayacak kesimlerden geliyorlarsa; marabaysalar, okuma yazmaları yoksa, her nedense neredeyse hafızasız oldukları kabul edilir. Okur yazarların, siyaseten sahneye çıkmış olanların, sahneden el etek çektiklerinde kaleme aldıkları anıları, sözlü tarihçinin kaydettiği tanıklıklardan daha muteber kaynaklardır.

Sözlü tarih, yazılı belgeler bırakan ve/veya bunları yorumlayanların yazmaya gerek duymadığı, şu ya da bu nedenle bilmediği, sildiği/yok ettiği bilgileri toplamayı hedefler. Bir başka anlatımla, okur-yazarların dışında kalanların yaşam hikâyelerinin toplanarak, okur-yazarların sansürüne uğrayan tarihsel bilgiye (en azından anlatan açısından inanıldığı, kanıtları olduğu için bilgi) ulaşabilmeyi hedefler. Onun için sözlü tarih çalışmasıyla derlenebilecek bilginin tarihi en çok üç kuşakla sınırlıdır. Anlatıcının hikâyesi, anne-babasıyla, nine-dedesinden dinlediği hikâyeler. Burada anlatıcının verdiği bilgilerin tarihi, ilk ağızdan bir yaşam hikâyesiyle, ilk ağızdan dinlenmiş bir yaşam hikâyesinin aktardıklarıdır; ikincisi birinciye göre biraz daha şüpheli bilgiler içerse de, sözlü kaynaklardan bilgi derlemeye çalışanların zaman zaman karşılaştığı çaresizlikten biraz olsun kurtarabilir.

Ancak, belge tarihçileri sözlü tarih kaynaklarına itibar etmediği gibi, sözlü tarihle uğraşanlar da, anlatıcının önceki kuşaklardan duyduklarını aktardığı hikâyelere itibar etmezler; ama biraz sonra göstermeye çalışacağımız gibi, bu anlatılar, geçmiş zamanın “anlatılar” yoluyla toplumsal hafızada bıraktığı izin anlaşılabilmesinin en önemli, belki de tek aracıdır.[1]

İsa’dan sonra beşinci yüzyılda yaşamış olan Süryani düşünürü Narsai, “Değişim her şeyi değişime zorlar, ve değiştikten sonra değişmez bir hal alır.” diyor. Mardin’de geçirilen birkaç gün sonunda ziyaretçi, Narsai’nin haklı olduğunu düşünmeye başlayabilir; ama bir süre sonra elinizi nereye atsanız size yapışan tarih izlerinin daha çok mekâna dair olduğunu, bu mekânlarda bile, bir zamanlar bir şeylerin doldurmuş olduğu boşlukların şehri sanıldığından çok daha fazla değiştirdiğini anlar.

“Mardin: Devlet-Aşiret-Cemaat” başlıklı anılan çalışmada “değişmez” duran Mardin’in bir çeyrek asırda nasıl değiştiği kısaca anlatılmaktadır: “Osmanlıların 1517’de devraldıkları Mardin, uzun sürmüş Müslüman Artuklu dönemi ‘rönesansı’na ve takip eden Akkoyunlular ve Safeviler gibi yine Müslüman olan diğer devletlerin egemenliğine rağmen, nüfus olarak esasen Hıristiyan ağırlıklı bir kent görünümündeydi. Kentin bu niteliği, 16. yüzyılın sonlarına kadar daha da artarak sürdü; 19. yüzyıl başlarında da durum değişmedi. Ancak, 20. yüzyıl başlarında bu tarihsel süreklilik, milliyetçilik çağının kaçınılmaz bir sonucu olarak, Mardin’i de çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre içinde bir Müslüman kenti haline getirdi. Cumhuriyetin ilk on beş yılı sonunda hazırlanan bir broşür-kitapta (CHP Onbeşinci yıl kitabı) ise Mardin’in ‘Türklüğü’, hatta ‘ezelden beri’ vâki olan Türklüğü bilhassa ve heyecanla vurgulanıyordu.”

“Değişmeyen” Mardin’in “yitirdiklerini” anlamak için aynı kitabın önsözünden aktarılacak kısa bir bölüm yardımcı olabilir:

“Tarih sürekliliklerin ve kopuşların ya da tedrici değişmelerin sahnesidir. Mardin kenti, çok uzun bir zamandır tarihin bu aksiyomuna direnerek, mekânın dönüşümü bakımından ‘pek değişmeden’ yakın zamanlara kadar gelebilmiştir. Bugünkü Mardin, yani ‘eski’ Mardin, kent yapısı, mahalleler, mimarî doku açısından neredeyse sekiz yüz yıl önce, Artuklular zamanında kazandığı nihaî yapısını esas olarak korumuş, aradan geçen uzun yüzyılların getirdikleri, katkıları bu yapıya, onu fazlaca dönüştürmeden eklemlenmenin dışında çok köklü bir değişikliğe yol açmamıştır. Mardin örneğinde akan zamanın adeta dışında, kendi iç ahengi ve dinamiğiyle bugüne uzanan tarihsel süreklilik yalnızca kentin fiziki yapısında kendini göstermemektedir; benzer olguyu kültürel boyutta da takip etmek mümkündür. Tarihsel olarak Hıristiyan, Arap, Kürt ve Türk unsurların birlikte oluşturduğu ve yine kendi doğal akışında yaşattığı bir çeşit kozmopolit kültürel yapı, her ne kadar bu unsurların bir kısmı artık ‘yok’ ise de, bugüne ulaşmıştır. Mardin kentinde bugün hemen herkes üç dil konuşabilmekte, yüzyıllardır gündelik yaşamın ortak dili olan Arapça son on yıldan bu yana yerini Kürtçeye bırakmaktadır. Mardin halkı, patlıcana ‘Abdülhamid meyvesi’, paraya ‘Abbasi’, Türk’e ‘Rumî’, eski Bağdat’ı kuşatmaya giden Osmanlı Ordusu’nun geçtiği yola ‘tarik-i mehter’, şehri kuşatan Timur ordusunun karargâhının yerleştiği, Kasımiye Medresesi’ne bakan tepeye ‘Timur Tepesi’, yaylak-kışlak yollarında Türkmen aşiretlerinin geçtiği yola ‘Türkmen Deresi’, çarşılara ‘sûk’ demeye devam etmektedir. Bütün bunlar tarihsel sürekliliğin ve kentin iç dinamiklerinin gücünü gösteren küçük örnekler olarak görülebilirler.

Ya kopuşlar? Son bin yılının tarihine bakıldığında tarihsel kopuş olarak nitelendirilebilecek olay ya da olgular, yukarıda anılan türden sürekliliklerin yanında, daha ‘önemsiz’ olmamakla birlikte, daha sınırlı kalmaktadır. Mardin kentinin ve çevresinin şahit olduğu, tarihsel kopuşu simgeleyen en önemli olaylar hemen hemen tamamen son yüzyıla sıkışmıştır. Mardin’in asırlarca aslî unsurlarından birini oluşturan Ermeni nüfusun trajedisi iyi bilinmektedir; onlarla birlikte kentin bir uzvu, dolayısıyla da tarihin bir parçası bir daha geri gelmemecesine ‘yitmiştir’. Tarihin en eski Hıristiyan topluluğu Süryaniler Mardin merkezinde otuz-kırk aile kalmıştır. Manastırlar ve kiliseler öksüz durmaktadır. Mardin sadece en eski Hıristiyanların değil; ilk Hıristiyan heterodokslarının ortaya çıktığı coğrafyada yer almaktadır ve bugün artık hiç Nasturi kalmamıştır. Tükenen Yahudiler, Şemsîlerin yanında sadece birkaç köyde yezidî nüfus barınmaktadır.

Kentin yine bu dönemde büyük ölçüde yitirmiş göründüğü ‘tarihsel’ unsurlarından birisi de köklü aileleridir. Uzunca bir dönem Kentin kaderine damgasını vuran Milliler, aynı şekilde tarihsel Mardin’in ‘mütemmim cüz’lerinden Munganlar, ve daha birçokları gibi. Bu ailelerin bir kısmı bugün yalnızca silik birer ‘anı’ olarak hatırlanırken, çoğu, zamana inat, hâlâ Mardin’i terk etmeyen birkaç mensubuyla ‘kopuş’a direnmektedir.”

Tarihleriyle ilgili olarak onlara söylenenlere karşı, Mardinliler bu tarihi nasıl ve ne kadar hatırlamaktadır?

Belge tarihçilerinin çoğu zaman iddia ettiğinin tersine, yazılı bilgiler bizi zaman zaman gerçeklerden uzaklaştırabilir. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, sadece Mardin’de değil, Arap kültür dünyasında önemli bir yeri olan Şeyh Yusuf Ensari’nin (Yusuf Yardımcı) hikâyesidir.

Mardin Valiliği tarafından 1992’de yayımlanan “Mardin İli Müftüler Albümü”nde, Cumhuriyet döneminin ikinci Mardin Müftüsü olan 1873 doğumlu Şeyh Yusuf Ensari şöyle anlatılıyor:

“İbtidai, rüşdi ve idadi tahsilini bitirdikten sonra Mardin Merkez Kasım Padişah Merdesesi’ne girmiştir... Şehidiye, Kasım Padişah medreselerinde 27 yıl ders vermiş ve aynı zamanda ve aynı sürede İl Merkez Vaizliği görevini ifa etmiş olup, bilahare kendi isteği ile istirahate çekilmiştir. 1950 tarihinde İl halkı tarafından il müftüsü seçilmiştir.”[2]

1950 tarihinde müftülerin seçimle göreve gelmediği düşünüldüğünde, bu bilginin çarptırılmış bir bilgi olduğu açıkça ortadadır. Şeyh Yusuf Ensari’nin “istirahat” dönemi tam 24 yıl sürmüştür ve çekildiği tarih 1926’dır. 27 yıllık başarılı bir müderrislikten sonra neden “istirahat”e çekilmesinin nedeni ise, şehirde, Osmanlı Dönemi’nde kurulamayan merkez iktidarını tesis eden Cumhuriyet’in ilk valisi Tevfik Hadi ile olan çatışmasıdır.

Şeyh Yusuf (1873-1956), öldüğünde Mardin’den başka Diyarbakır, Siirt, Halep, Şam, Kahire’de gıyabi cenaze namazı kılındığı bildirilen, öğrencileri halen Kahire’de El-Ezher’de hocalık yapan, geniş bir bölgede tanınmış bir din bilginidir. Şeyh Yusuf’un gençliğinde, Şehidiye Camii’nde Said-i Nursi ile tartışmaya giriştiği, batınî olan Said-i Nursi’yi “Delail-i zahire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda Said-i Nursi’nin Şeyh Yusuf’a bıçak çektiği ve Şeyh Yusuf’un girişimiyle Said-i Nursi’nin Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır.

Şeyh Yusuf hakkında bir rivayet de, Şeyh Sunusi’nin, Şeyh Yusuf’un çağdaşı, adaşı ve onun gibi esmer olan Masafteli Şeyh Yusuf Haki’yle ikisini kasdederek Mardin diliyle “levlel esvedeyn kenkil helekit Merdin” (“iki esmer olmasaydı Mardin helak olurdu”) demiş olduğudur. Şeyh Sunusi, İttihatçılar’ın Trablusgarb Savaşı sırasında ilişki kurdukları, 1. Dünya Savaşı sırasında cihat ve Teşkilat-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen, Mütareke’de Bursa’ya, daha sonra Milli Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, doğu gezisine çıkan ve bu sırada Siverek mebusu bulunan Abdülgani Ensari’nin kendisine refakat ettiği şeyhtir. Bu rivayet, Mardin’in iki şeyh olmasa neden yıkılmayı hak ettiğini cevaplamasa da, Şeyh Yusuf’un, Said-i Nursi ile kurduğu ilişki de düşünüldüğünde, İttihatçılarla ilişki kurmuş olabileceğinin ipucunu vermektedir. Şeyh Yusuf’un şapka kanunu karşısında tavrı da bu düşünceyle uyuşmaktadır.

1926’da şapka kanunu çıktığında Şeyh Yusuf, Şehidiye Medresesi Camii’nde yeni kanun hakkında bir vaaz vermektedir. Mardin Valisi Tevfik Hadi de dinleyiciler arasındadır. Yusuf Efendi’nin vaazı, halkı kanunlara uymaya, yeni kıyafetleri giymeye davet eden içerikte, anlaşıldığı kadarıyla oldukça da etkili bir vaazdır. Vaaz bittikten sonra Tevfik Hadi Yusuf Efendi’yi kutlayarak kendisinden halka örnek olmak için şapka giyerek sokağa çıkması ricasında bulunmuş, bunun üzerine Yusuf Efendi ulemadan olduğunu, kanunun kendisini kapsamadığını, leffe denilen sarığını takmaya devam edeceğini söylemiş, Vali’nin ısrarlarına rağmen şapka giymeyi reddetmiştir.

Şeyh Yusuf sonunda Emniyete davet edilmiş, sorgusunda, “Müderris, imam, müezzinim; giymemem lâzım” demiştir. Sahip olduğu, Evkaf Vekaleti’nden alınma belgelerini göstermiş, Emniyet Müdürü belgeleri yırtmıştır. Yusuf Efendi yerden parçaları toplayarak “Bu yaptığınızı Mustafa Kemal’e bildireceğim. Yaptığınız kanunu suistimal etmektir” deyince kâğıtları elinden alarak yakmışlardır.

Bundan sonra evinin bulunduğu sokağın başına sürekli polis nöbeti koyup Yusuf Efendi’nin çıkışı gözlenmeye başlanmış, Yusuf Efendi altı yıl boyunca hiç çıkmadan evde oturmuştur. Altı yıl sonra, bir gün başında bir fötr şapkayla sokağa çıkmıştır. Yaşamının sonuna kadar bu fötr şapkayı evinin dışında asla başından çıkarmayan Şeyh Yusuf, anlatılanlara göre, namazı dahi başında fötr şapkasıyla kılarmış.

Oğlu Hacı Selim Ensari’nin anlattığına göre, Şapka Kanunu’ndan sonraki bu tartışmalarda dönemin Emniyet Müdürü tarafından, Evkaf Vekaleti’nden aldığı belgeleri yakılınca, son olarak “Bunları nasıl yaktınızsa Allah da sizi öyle yaksın” diye beddua ettiğini anlatıyor. Söylediğine göre bu Emniyet Müdürü daha sonra yanarak ölmüştür.

Şeyh Yusuf Ensari’nin belgelerini yaktığı söylenen Emniyet Müdürü gerçekten gazaba uğrayıp yanarak mı ölmüştür yoksa bu Şeyh’in ululuğuna dair bir rivayetten mi ibarettir, bilmiyoruz; ama Mardin Müftülüğü’nden resmi rivayetler de vardır.

Şapka giymemek uğruna 6 yıl evinden dışarı adım atmayan Şeyh Yusuf Ensari’nin Mardin’in bütün büyük ailelerinin önde gelenlerinin dahil edildiği 1926 sürgününde sürgüne gidip gitmediğini sorduğumuzda, Hacı Selim Ensari, Şeyh sayesinde bütün Ensarilerin sürgünden muaf tutulduğunu anlatıyor. Rivayete göre, sürgüne gidecek kişiler toplandıktan sonra Şeyh Yusuf Ensari ile bir mülakat yapan görevli albay, görüşmeden sonra Ensarilerin evlerine götürülmelerini emrediyor; halbuki 1926’da Ensarilerden Şeyh Nur Ensari ve Şeyh Tahir Ensari aileleri ve çocuklarıyla birlikte sürgüne gönderilmiştir.

Hafızalarda çok önemli yer tutan aile büyükleri hakkında anlatılan rivayetlerden daha çarpıcı olanı ise Mardin Müftülüğü’nün yayımladığı “Mardin Müftüleri Albümü”ndedir. Şeyh Yusuf Ensari’nin 1950’de seçimle müftülük görevine geldiğini söyleyen albüm, bu dönemde iyiden iyiye açığa çıkan iktidar savaşını gözlerden kaçırmaktadır.

Oğlu Hacı Selim Ensari’nin anlattığına göre Yusuf Ensari bu göreve biraz da zoraki gelmiştir. 1950 yılında, Demokrat Parti iktidara geldiğinde dönemin Diyanet İşleri Başkanı Hamdi Akseki kendisinden Mardin Müftülüğü görevini kabul etmesini istiyor. Yusuf Ensari teklifi, Devlet memuru olarak (ücretli) din işleri yapmak istemediğini söyleyerek reddediyor. Mardin milletvekilleri Cevdet Öztürk ve Hacı Bahattin aracılığıyla tekrar ricada bulunuluyor. Anlatıldığına göre Hamdi Akseki kendisine “Ben bu mevkiin amiri isem emrediyorum, yok sen bu işin sahibi isen bu işin başına geç” diye haber gönderiyor. Buna rağmen böyle bir görev için müracaat etmeyeceğini, ancak emre riayet edeceğini söylüyor. Şeyh Yusuf Ensari 1950’den 1956’daki ölümüne kadar Mardin Müftüsü olarak görev yapmıştır.

Araştırmacıya düşen görev, anlatıcıya, kayıt cihazı çalışmaya başladıktan sonra aktaracağı hikâyesinin, duyduğu hikâyelerin gerek bizler gerekse sonraki kuşaklar için taşıdığı anlamı en iyi biçimde anlatabilmektir. Tabii bir de, özellikle bu coğrafyada, bir düşman olmadığını. Bu neredeyse imkânsızdır; dünyada yapılmış sözlü tarih çalışmalarının en başarılılarından olan ve bu coğrafyanın tarihiyle de doğrudan ilişkili olan bazı örnekler, 1915 Ermeni Tehciri, 1924-1925 Nüfus Mübadelesi ile ilgili yapılmış olan çalışmalardır. Bunlar ve benzer çalışmaların hemen tamamında anlatıcıyla araştırmacı aynı kimliği paylaşmaktadırlar; ortak paydaları, her şeyden önce dil ve kimi zaman da dindir.

1994’te Mardin üzerinden Suriye’ye geçen İskoç gazeteci William Dalrymple’ın 1997’de yayımladığı seyahatname A Journey in the Shadow of Byzantium: From the Holy Mountain’da cevabını aradığımız bazı soruların görgü tanıklarından biriyle uzun bir konuşma aktarılmaktadır. Midyat’ta üstü kapalı anlatımlardan duyduğumuz Ayn Verd(o) direnişi sırasında 15 yaşındayken Ayn Verdo’da bulunan papaz Abouna Shabo’nun, Dalrymple’ın kendisiyle konuşmak istediğini söyleyen oğluna söylediği ilk söz anlamlıdır: “Hıristiyan değillerse onlarla konuşmayacağım.”[3]

Tarihin en eski Hıristiyan cemaatinin Müslüman komşularına güveni kalmamıştır.

Bir Süryani’nin sorusu bu durumu daha çarpıcı bir biçimde ifade etmektedir: “Süryanice bilmezsin, Arapça, Kürtçe bilmezsin; sen şimdi bizim tarihimizi mi yazacaksın?”

Bu zaman zaman bize avantajlar sağladıysa da hiçbiri yazabileceğimize tam olarak inanamadı; ama yine de kapılarını çalıp sorular soran misafirlerine ilgi gösterdiler. Misafirlerine izzet ikramda bulunurken, kendi aralarındaki konuşmalarında her fırsatta Arapça’ya, Kürtçe’ye, Turoyo’ya* döndüler; çünkü Türkçe hiçbirinin ana dili değildi; hattâ yaşadıkları ülkenin resmi dili olmasına rağmen, çoğunun ikinci dili de değildi.

Mardin, ikiden fazla etnik ve dinsel grubun, yüzyıllardan bu yana birlikte yaşadığı bir coğrafyadır. Artık izleri neredeyse tamamen silinmiş, bazı iddialara göre Süryaniler arasında kendilerini saklayan Şemsiler, yıkık bir mezarlık ve bazı evlerin üzerine işlenmiş David yıldızıyla hatırlayacağınız Yahudiler, birkaç köyde yaşamını sürdüren Yezidiler, Müslümanlaşmış/Araplaşmış Süryaniler olduğu da söylenen ve Mardin’in geleneksel yapı ustalığını Süryaniler’den devralmış olan Mahalmiler**, Araplar, Kürtler, Süryaniler, şehirli Türkler ve Türkmen aşiretleri ve bir vakfı yönetemeyecek kadar azalmış olan Ermeniler.

Kayıt cihazınızı açık tuttuğunuz sürece, yakın tarihin Mardin’i, birkaç küçük olay, bazı şiddet eylemleri, komşu ülkelerdeki bazı olayların yansımaları bir yana bırakılırsa, huzurlu, sakin, durağan bir yerdir. Yayımlanan monografilere bakılırsa da böyledir bu. Ancak, kayıt cihazınızı kapattığınızda, yazılı belgelerde kolay rastlayamayacağınız “gizli tarih” konuşmaya başlar. Bu aslında hiç de gizli bir tarih değildir; bizden gizlediklerini kendilerinden olduklarına inandıklarına anlatmışlar, dinleyenler de bunları yayımlamıştır.

Mardin araştırmaları sırasında görüştüğümüz çok sayıda kişinin anlattıkları, çalışmanın sonunda elimizde toplanan son derece kısıtlı ses kaydının kat kat üzerindedir. Bu kişilerin çoğu anlattıklarının kaydedilmesine izin vermemiştir; bunu kabul edenlerin bir kısmıyla da, konuşmanın bazı bölümlerinde kayıt cihazı kapatılmak zorunda kalınmıştır. Onlar, belgelenmiş bir konuşmanın kendileri için tehlike yaratacağını düşünürken, yaşamlarını en iyi ihtimalle tahmin edebilecek birilerinin buna inanmaması, düşmanlık değilse aymazlık olacaktır.

1915’den elli yıl sonra doğan bir Süryani’nin, bu kayıt dışı konuşmalardan birinde söylediği bir cümle, geçmiş zamanın hafızalarında bıraktığı izi kavrayabilmek için yardımcı olabilir: “1974’te, yine bizi öldüreceklerini düşünerek, büyük bir korku yaşadığımızı hatırlıyorum.”

Henüz 9 yaşındayken yine diyen biri. Elli yıl sessiz geçmemiştir. Bu konuşmanın yapıldığı yerde, 1915’ten otuz yıl sonra doğmuş olan bir başka Süryani, 1964 Kıbrıs Bunalımı sırasında, köylerinde, aylarca sabahlara kadar uyumayıp nöbet tuttuklarını, her gün doğuşunda “bu gece gelmediler, yarın gece gelirler” diye korku içinde yaşadıklarını anlattı. Anlattığına göre, aynı tarihlerde Midyat’ta, Süryani nüfusunun yoğun olduğu mahalleye doğru yürüyen kalabalıklar bir köpeğin boynuna Kıbrıs Başpiskoposu Makarios’un fotoğrafını takmış, korkutucu sloganlar bağırmış ve yetkililerce güçlükle durdurulabilmişlerdir. Bu olay, 9 Ocak 1964 tarihinde Midyat’ta düzenlenen gösteri yürüyüşü olsa gerektir. Midyat’ta yayımlanan Turan Şehir gazetesinin haberine göre Cemil İşler’in de bir konuşma yaptığı “Kıbrıs Olayları ve Makarios’u Protesto Mitingi”ne 5000 kişi katılmıştır.[4]

1868-1916 yılları arasında Mardin’deki Amerikan Misyonu’nda görev yapan Dr. Alpheus N. Andrus’un raporlarına göre, 1915 Tehcir Kararı’nın uygulamaları başlayıp, Mardin’de erkeklerden oluşan iki grup yola çıkarıldıktan sonra Midyat’ta tutuklamalar başlamış ve 10 gün sonra 70 tutuklu Diyarbakır’daki askeri mahkemeye götürülmek için yola çıkarılmış ve dağlarda kurşuna dizilmiştir. Kurbanların yakınları “Yarın aynı şeyi bize de yapacaklar. Koyunlar gibi kesilmeyi mi bekleyeceğiz? Önce biz davranalım.” diyerek biraraya gelmiş, önce kasabadaki silah deposunu ele geçirmiş ve oradaki silahları alarak memurların evleriyle askerlerin ve jandarmaların kışlasına saldırmışlardır. Buradaki 200 kadar tutukluyu serbest bırakan silahlı grup kasabadaki stratejik noktaları tutarak savunma hazırlığına başlamışlardır.

Kasabayı askerî birlikler ve Kürt aşiretlerinin karşısında savunan Midyatlılar, askeri birliklerin ateşine karşılık vermemiş; fakat Kürtlerden 100 kadarını öldürmüş ve yaralamışlardır. Bu durumu, kendilerinin vatan haini ya da hükümete karşı isyancı olmadıkları, sadece düşmanları olan Kürtlere karşı kendilerini savundukları şeklinde açıklamışlardır. Şehire gelen Kürtler’in giderek artması sonunda, kendilerini burada savunamayacaklarını düşünen Midyatlı Hıristiyanlar Ayn Verdo köyüne çekilmişlerdir.[5] Midyat direnişinin hafızalarda güçlü bir yer tutuyor olması gerektiği düşünülürdü; ancak konuştuğumuz Mardinli ve Midyatlılar’dan hiçbiri bize Midyat direnişinden söz etmedi. Oysa, Ayn Verdo ve başka köylerdeki kısa süren direnişlerden söz ediliyordu.

Bu sırada İsveç’te yaşayan Süryani yazar Fehmi Bargello ile, Süryani Edebiyat Dergisi Heto’da yayımlanmış bir röportajda 1915’ten bahseden bir paragraf gördük. Bargello, “yanlış hatırlamıyorsam ya 1959 ya da 1960 senesinde olacak. O zamanlar ilkokula gidiyor ve tarihleri yazmayı yeni öğrenmiştim. Bizim mahallede ‘Sayfo’yu yaşayanlardan on, on beş ihtiyar vardı. Bunlar yazın, güneşin yakıcı ışınlarından korunmak için bizim evin duvarının gölgesinde oturup sohbet ederlerdi. Bir gün onlardan biri 1915’te Süryanilere karşı sıkılan ilk silahın hangi günde ve hangi saatte patladığını anlattı. Ben de eve gidip o gün işittiklerimi evimizde bulunan İncil’in kapağına yazdım.”[6]

Fehmi Bargello, Süryanicede kılıç anlamına gelen ve “kılıçtan geçirmek” anlamıyla da 1915 katliamlarının adı olan “Sayfo” hakkında bildiklerini 2 Mart 1999 tarihli mektubunda şöyle aktarmaktadır: “1915 senesinin Haziran ayı civarında Ermeni katliamı hemen hemen bitmek üzere idi. Bizim civardaki aşiret ağaları Türk kumandanlarını Süryaniler üzerine katliam emrini çıkarmaya zorluyorlardı. Midyat jandarma kumandanı üç Süryani liderinin tutuklanmasına karar verdi. 22 Temmuz pazartesi günü [bu tarih şüphelidir] jandarmalar bu üç Süryani liderini tutuklamaya kalktılar. İşte o gün öğlen sıralarında hükümet kuvvetleri ile Midyat Süryanileri arasında çıkan kavgada ilk mermiyi patlatan Midyatlı Gello isminde bir genç idi.”

Andrus’un anıları Midyat direnişinde Ermenilerin de yer aldığını düşündürüyor; ama Süryanilerle Ermeniler arasında herhangi bir işbirliği olduğuna dair bilgi bulamadık. Gerçekten de Süryanilerin direnişinin başladığı tarihte Ermeni katliamının hemen tamamen bitmiş olduğu düşünülebilir. 29 Haziran 1331’de (12 Temmuz 1915), Dahiliye Nezareti’nden Diyarbekir Vilayeti’ne gönderilen telgrafta “... Mardin’de murahhasa ile Ermenilerden ve diğer Hirîstiyan ahâliden yedi yüz kişinin geceleri şehirden hârice çıkartılarak koyun gibi boğazlatdırıldığı ve şimdiye kadar bu katl-i âmlarda maktûl olanların iki bin kişi tahmin olunduğu...”[7] bildirilmektedir.

Konuştuğumuz Süryani 1915’de köylerdeki durumun çok daha kötü olduğunu söylüyor:

“1915’te köyde kimse kalmamıştı ki, kalan hepsi vurulmuştu. Bazıları işte Gülgöze (Ayn Verdo) köyü var, oraya kaçmışlardı. Birkaç gün kendilerini korudular orada. Ahmetli tarafında Baksiyan’a yakın bir köy var, ordaki köylüler de oraya toplanmışlardı. Böyle işte, bazı yerlerde kendilerini muhafaza etmek için artık... köyde ne vardı evde hepsi kalmıştı, sadece insanlar kendilerini kurtarmak için bazı yerlerde toplanmışlardı. Binlerce o zaman insanlar kesmişler, koyunlar gibi.”

Kürt aşiretleri, birçok yerde olduğu gibi Midyat’ta da Hıristiyan cemaate saldırmışlardır. Bu durum, hafızalarda yerini korumaktadır. Ancak, 1915’deki savunmada hükümete karşı isyankâr olmadığını söyleyenler, şimdilerde İttihat ve Terakki Hükümetini saldırıların aslî sorumlusu olarak görmektedir.

“... Fakat daha çok sivillerin saldırıları herhalde” şeklindeki sorumuzu, “Tamam siviller; ama hükümet kimdi o zaman? Hükümet, tabi bu bir iki günün meselesi değil, aylarca bu mesele sürdü? Niye? Hükümetin haberi olmamış mıydı? Olmuştu? Niye? Şimdi zaten bizi kesen Kürtler idi 1915’te; ama emir kimden alınmıştı? Bu emri kim vermişti? O zamanın hükümeti, hükümetin başında kimdi, işte kabahat onların idi.” diye cevaplandırıyor.

Konuşmamızdaki suskunluklar giderek artıyor. Anlattığından çok daha fazla hikâye dinlemiş olması muhtemel olan Süryani, konu hakkında fazla konuşmak istemiyor. Son sözleri “1915’teki aileler, köylerin nüfusu; zannedersem mevcut onlar; ama ne yapacaksın, gitti onlar, gitti...” oluyor.

Bugün Mardin ve çevresindeki en kalabalık etnik grup Kürtlerdir; bu çalışma sırasında konuşmayı kabul edenler de daha çok onların arasından çıkmıştır. Bunlardan biri de, anlattıklarının kaydedilmesini kabul etmeyen 1915 doğumlu ve Siirt’in dağ köylerinden Cizre’ye gelen Şakir Ağa’nın torunu, Cizreli bir Kürt entellektüeli olan Abdullah Cizre’ydi.* 1925’te, Cizre’nin çok uzağında başlayan ve kısa sürede bastırılan Şeyh Sait ayaklanmasının ardından, babası Ahmet Tahir Ağa’nın Cizre’den alındığını, elleri kolları bağlanarak yayan Diyarbakır’a götürülürken yolda öldüğünü ve mezarının yerini bile bilmediklerini söyledi. Ama, 1915’e dair herhangi bir hikâyeden bahsetmedi. Tesadüfen karşılaştığımız, kendisinden hikâyesini anlatmasını istemediğimiz bir başka Cizreli ninesinden ve dedesinden dinlediği Cizre’yi anlattı:

“Cizre’de üç büyük grup varmış. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler. Öldürülen, sürülen Ermeniler, sabi-sübyanları, kuşaklarına diktikleri birkaç altınla komşularına emanet etmişler. ‘Bunları saklayın. Allah rızası için, günahsız sübyanlardır’ demişler. Ben inanırım, bizim dinimiz en üstün dindir; ama ne yapmış bizim Müslümanlar? Kendilerine emanet edilen sübyanları az öteye götürüp, kuşaklarında sakladıkları birkaç altın için boğazlamışlar.” Az ötede duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğu gösterip ekliyor: “Şu kadar çocuğu kesen iflah olur mu? İşte biz de iflah olmuyoruz.”

Cizre Botan Mirliği’nin merkezidir. Bir Kürt milliyetçisi olan Şerafettin Elçi, Botan’ın sınırlarını şöyle çiziyor:

“... Botan çok geniş bir coğrafi alandır. Esas sınırlarını belirleyen sabit hudutlar Botan Çayı, Van’nın Mükis ilçesinde doğup gelip Dicle’nin ana koluna kavuşan Botan çayı, Dicle Nehri ve bugün Türkiye ile Irak arasındaki Hizil Çayı ve Hakkari sınırı. Bunlar Botan’ın tabii coğrafi sınırı; ama idari olarak, yönetim birimi olarak Botan’ın sınırı bu coğrafyanın da dışına taşarak, Mardin’e kadar, Suriye’deki Demirkapı’ya kadar, Irak’taki Sincar bölgesine kadar çok geniş bir alanı kaplar. Bugün Van’ın sınırları içinde kalan Mükis ilçesi, bugünkü adıyla Bahçesaray diye anılır; ama esas tarihi adı Mükis’dir, orası da bir mirlik merkezidir. Yine Bitlis’in Hizan ilçesi, bunlar Botan’ın sınırları içinde. Çok geniş bir alandır; yani adeta Avrupa’daki bir ufak devletin coğrafyasına tekabül edecek derecede geniş bir alan; işte Cizre o bölgenin yönetim merkezi.”

1915’ten pek bahsetmeyen Elçi, büyüklerinden dinlediklerine dayanarak, Cizre’nin yakın tarihteki en huzurlu döneminin son Mir olan, yani Botan Mirlerinin en sonuncusu olan Bedirhan Paşa dönemi olduğunu; çünkü bölgede mutlak bir huzur, sükunet ve güvenin hâkim olduğunu söylüyor.

Tarih, ideolojik manipülasyonlara en fazla açık olan alanlardan biridir. Anlatılar yoluyla aktarılan tarih bilgileri, anlatanların ve dinleyenlerin aidiyetlerine göre değişir ve doğrulukları da bu aidiyetlere göredir. Örneğin, İzzet Avuka’nın “Herkes her şeyi yapardı, kimse karışmazdı. Atatürk zamanında, Allah rahmet etsin, kimse kimseye bir şey demezdi. Bir esnaf mesela dışarı çıkıyordu, soyuyorlardı. Hangi köye yakındı, o köyü yakıyordu, Allah rahmet etsin. ‘İlle bu hırsızları, canileri çıkaracaksın’, derhal çıkarıyorlardı...” diye anlattığı tek parti dönemini Şerafettin Elçi “Bölgede, büyük bir baskı yani o dönemi yaşamayanlar bilmez, ama biz o dönemin sonlarına yetiştik, korkunç bir jandarma zulmü vardı bölgede, halk müthiş korkardı, jandarma dedin mi herkesin ödü kopardı.” diye anlatıyor.

Baskı dönemi, paradoksal sonuçlar yaratmıştır. Osmanlı Devleti’nin yaklaşık yüz yıldan fazla bir süredir bölgede merkezi iktidarın egemenliğini sağlama girişimleri, ancak Cumhuriyet rejimiyle birlikte başarılmıştır. Osmanlı Devleti başından itibaren yerel güçlerden en az biriyle ittifak kurmak zorunda kalmış ve Mardin özelinde bu güç çoğu zaman Milli aşireti olmuştur.

Merkezî iktidarın egemenlik kurma çabalarından biri olan “Jön Türk devriminden sonra, en büyük aşiretlerden biri olan Milliler, Padişahı desteklemek amacıyla ayaklandılar ve yeni yönetimi reddettiler. Bu isyan yüzeysel olarak Şeyh Sait’in ayaklanmasına benziyordu, fakat ne dinî ne de milliyetçi ögeler taşıyordu.”[8]

Milliler’in ayaklanmasına yol açan daha çok bölgesel iktidarlarının yeni rejim tarafından tehdit ediliyor olmasıydı. Aşiretin, bu bölgesel iktidarının etkileri Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar da sürdürdü.

Tahsin Milli’nin, ailesinden dinlediği bir hikâye bu etkinin ceza uygulamalarına kadar vardığını göstermektedir:

“Benim doğduğum yıllarda, yani 1929’da Mardin’de bir soygun olmuş. Bir gayr-i müslim kuyumcunun altınları çalınmış. Fakat bir ay geçmesine rağmen faili meçhul kalmış. Bir gün büyük dedemizin hanımı hamama gitmek istemiş. Hamam günleri perşembe olmasına rağmen, çarşamba günü gitmiş. Ani gittiği için hamamcılar şaşırmış... Kendilerine ayrılmış bölümde, yabancı, tanımadığı, genç bir hanımın oturduğunu ve kollarının ziynet eşyalarıyla dolu olduğunu hayretle görmüş. O zaman Mardin’in büyük ailelerinin gösterişe pek iltifat etmediği biliniyordu. Bunun yabancı olduğunu anlamış ve geri dönmüş; kocasına anlatmış.

Eyüp Bey çöl kısmına hakimdi, dağ kısmına da Mustafa Bey amcamız bakardı, idari yönden. Dedemiz derhal Mustafa Bey amcamızı çağırtmış, demiş ki ‘böyle bir olay olmuş, tahkik et’. Mustafa Bey hemen hamamcıyı çağırmış ve sormuş. Hamamcı da kadının yabancı olduğunu, köylerden geldiğini, kocasının da hamal olduğunu söylemiş. Mustafa Bey amcamız, hamal olan kişiyi çağırmış ve sormuş. İşte adil hüküm budur:

- Sen nerden geldin?

- Savur köylerinden geldim?

- Geldiğin zaman, tarlan, emlakın var mıydı; satıp getirdin mi?

- Hayır.

- Peki buraya geldiğin zaman neyle uğraştın, hamallıktan başka bir gelirin var mı?

- Hayır.

- Geçimin nasıl?

- Hamallıkla yaptığım gündelik geçim.

“O zaman yatırın falakaya” demiş, başlamışlar onu sopalamaya. Bağırdığı zaman sormuşlar “madem ki sen hamalsın, geçimini zor temin ediyorsun, eşinin altınları nerden?” O zaman itiraf etmiş ve faili meçhul olan hırsızlık ortaya çıkmış. İşte zaman zaman Millizade ailesini, bu gibi kanun dışı hareket eden kişiler, zalim diye ilan etmişlerdi.Ve Kürtçe bir isim çıkarmışlardı. Ma’la Seri Reş, yani, Kara Başlı (Gönüllü) Aile.”

Millilerin idari ağırlığının yanısıra Mardin’de bazı ailelerin etkileri günümüze kadar sürmüştür. Tahsin Milli Mardin’deki Emir Hamamı’nın bir bölümüne, ayvanına, Dikil Beykil Milliye, yani Millilerin bölümü dendiğini; onun sağında Munganlar’ın (Hacıkermolar), solunda Ensarilerin bölümünün bulunduğu bilgisini vermiştir.

Bu, dinî ve milliyetçi örgütlenmelere yakın durmayan ailelerin hemen tamamının ileri gelenleri, bölgesel etkilerinin kırılması da hedeflenerek 1926’da sürgüne gönderilmişlerdir.

1950, bölgedeki baskıların görece azalmaya başladığı bir dönümdür; ancak, bölgede merkezi otoritenin güçlenmeye başlaması milliyetçi Kürt hareketlerinin de yaygınlaşması sonucunu doğurmuştur.

Cizre özelinde Bedirhan Bey döneminin, Cizre’de yerleşik feodal Kürt aileleri için en huzurlu dönem olduğu doğru da olabilir; ama Botan ve komşu bölgelerde yaşayan bazı gruplar için bunun tersi doğru olabilmektedir. Bedirhan Bey döneminde Nasturi ve Yezidiler’e yönelik saldırılar ve katliamlar hakkında yakında yayımlanacak Mardin: Devlet-Aşiret-Cemaat adlı kitapta ayrıntılı bilgi bulunabilir.

Bedirhan Bey isyanının bastırılması ve ailenin sürgüne gönderilmesinden bir süre sonra kurulan Hamidiye Alayları bu bölgede de etkinlik göstermiştir. Cizre’de 6. Liva’ya bağlı iki Hamidiye Alayı kurulmuş ve bunlardan 48. Alay’ın başına Miran aşireti reislerinden Mustafa Bey (Paşalık rütbesiyle) ve 49. Alay’ın başına da oğlu Abdülkerim Bey geçirilmiştir.

Cizre kalesinin surlarını sökerek şehrin içinde bugün hâlâ Hamidiye Kışlası olarak bilinen kışlayı yaptıran Mustafa Paşa Cizre’de hâlâ anlatılmaktadır. Yerleşik bir Kürt ailesinden olan Şerafettin Elçi Cizre’de anlatılanları şöyle aktarıyor:

“Hamidiye alaylarının kuruluşu ile birlikte son derece cahil, basit yani bir göçebe olan bir insan Hamidiye Paşası oluyor. Kendisi bir aşiret reisidir, Hamidiye Paşası oluyor. Tabii böylesine cahil, zorba bir insan; hem aşiret reisi hem de devletin sıfatı ve gücünü arkasına alınca Cizre çok kötü, zorba bir yönetim dönemi yaşıyor. İşte o dönemde, tamamen keyfi tasarrufa terk edilmiş, halen o döneme ilişkin Cizre’de tatsız olaylar anlatılır... Mesela, bunlar göçebeydi, kışın, bugün Suriye bölgesinde kalan Karaçok Tepesi civarında yaşarlar, yazın da Hakkari tarafına yaylaya giderlerdi. Geçerlerken, o halkın bütün bir sene ektikleri ürünlerini sürülerine otlatmakta hiçbir sakınca görmezlerdi. Hatta, halk gidip şikâyet ettiği zaman ‘ne yapalım, yolumuz üstünde, siz ekinlerinizi kaldırın buradan” der, çok kaba saba, yani istediğini haraca bağlar istediğini alır götürür, hapsederdi.”

1920’ye gelindiğinde yerleşik Kürt aileleri bölgede yeniden etki ve güç sahibi olmaya başlamışlardır. Özellikle Fransızlara ve İngilizlere karşı gösterilen direnişte önemli rol oynayan Kürt önderleri hâlâ Hıristiyanlar tarafından hoş anılmamaktadır.

Konuştuğumuz bir Süryani, 1920’de tutuklanarak Diyarbakır’da cezaevine kapatılan ve orada ölen Cizre Süryani Metropoliti’nin tutuklanmasından ve ölümünden Botanlı Kürt liderlerini sorumlu tutuyor: “Ne suçundan, aha işte o zaman Botan diyorlardı, oraya ağalık sürdüren bir-iki aile şikâyet ettiler, bunlar Hıristiyandır, gavurdur, belki casusluk yapıyorlar; bilmiyorum ne söylemişler. Yani iftirayla bir şeyler uydurmuşlar, Diyarbakır’da cezaevinde vefat etmiş.”

Botan Mirliği’nin coğrafi ve idari sınırları dışında kalan Mardin kent merkezinde 1915’te sivil saldırılar olmamış gibi görünmektedir; ancak Mardin Ras ul Ayn ve Deyr ul Zor yollarının kavşağında bulunması itibarıyla, kendi tehcir kafilelerinden başka Diyarbekir, Bitlis, Elaziz, Malatya ve hatta Erzincan ve Trabzon’dan gelen kafilelerin de geçişini[9] seyretmiştir.

1915’te küçük bir çocuk olan Yahya Özyardımcı, Mardin’den geçen kafileleri seyre gittiklerini hayal meyal hatırlıyor. Sonradan, o sıralarda jandarma çavuşu olan babasının anlattıklarıyla da birleştirerek, seyre gittiği bir gün, kafilenin yanında at üstünde olan babasının kendisini kucağına alıp eve götürdüğünü, yol boyunca bazı Müslümanların, kendisini bir Ermeni çocuğu zannederek babasından istediklerini hatırlıyor.

Bir Müslüman bir Ermeni çocuğunu neden ister? Bu gibi soruların cevaplanmasında da katkısı olacağını düşündüğümüz sözlü tarih çalışmasının kısmi başarısının ön koşullarından birinin “aidiyet” olduğu, Mardin çalışması sırasında açıkça ortaya çıkmıştır.

Mardin Kent Tarihi yazımında görev alarak Mardin’e gidenler, yabancıydık. Merkez-i Hükümettendik. Tek kelime Arapça, Kürtçe, Süryanice bilmiyorduk ve onlara tarihlerini yazacağımızı söylüyorduk. TETTV, sınırlı bütçesi nedeniyle, Mardin ve çevresine, biri altı, diğeri dört gün süren iki seyahat yapmamıza olanak tanımıştı. Doğru düzgün tanışmadan, birlikte sofraya oturmadan, “güven” hissini çoktan unutmuş insanlara yaşam hikâyelerini anlattırmaya çalışmak çoğu zaman nafile bir çaba oldu.

1915 Ermeni Tehciri konusunda ABD’de bir sözlü tarih çalışması yapan Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller, bu sorunu kısmen aşmış iki araştırmacıdır. Lorna Touryan Miller’ın babası Vahram Touryan, 1915’teki tehcirden sağ kurtulan Ermeniler’den biridir ve bu iki araştırmacı konuşmalarına Vahran Touryan ile başlamışlardır. Buna rağmen, Jibin’de, Müslümanlar tarafından alınan bir Ermeni çocuğu olan Khoren’in neden alındığı sorusuna kesin bir yanıt bulamamışlardır:

“Khoren’in kurtuluşuna bir diğerkâmlık mı, yoksa işgücüne yeni bir hizmetçi katma isteği mi neden olmuştur, açık değil.”[10]

Öyle anlaşılıyor ki, bu iki nedenin de ayrı ayrı geçerli olduğu durumlar vardır. Mardin kent merkezinde ise diğerkâmlık olarak anlatılan hikâyelerine daha sık rastlanmaktadır. 1915’de Mardin’de yaşayan iki Müslüman; Diyarbakır tehcir kafilesinden iki erkek ve bir kız çocuğunu evine alarak onların bakımını üstlenen marangoz Şeyh Mahmud diğerkâmlığa[11] ve 1915 Haziran’ından sonra 40’dan fazla Ermeni genç kızı alakoyan Yusuf Çavuş[12] hodkâmlığa birer örnektir.

“O Ermeni olaylarından, pek iyi hatırlamıyorum ya, ama Ermeniler zamanında bize çok fenalıklar yaptılar, yani Müslümanlara. Ondan sonra Ermeniler haklarını almışlar, yani müstehaktı o Ermenilerin zamanı, hani kesmişler. İşte bizim taraflarda da toplamışlar, kestiler. Bırakmadılar.” diyen 1912 doğumlu İzzet Avuka, böyle hikâyeler duyup duymadığını sorduğumuzda “Nasıl duymadık? Duyduk efendim, duyduk. Hala çok, çok aileler vardı, buraya mesela ya babası veya kardeşlerini kesmişler, onlar duruyorlar. Biz Müslümanlar besledik onları, biz besledik, yani Mardin ahalisi. Getiriyorlardı Erzurum tarafından, Bitlis, Van bilmem ne o taraflardan getiriyorlardı Ermenileri, bu tarafta kesiyorlardı. Bu Mardin’in etrafında, köylerinde. Ufak ufak getirirlerdi. Bazıları almışlar. Beslediler, büyüttüler, okuttular. Sonra Müslüman oldular o Ermeniler. Çok aileler var şimdi, o zamandan bugüne kadar duruyorlar, yani Ermeniler.”

Mardinli Müslümanlar tarafından büyütülen, çoğu Müslümanlarla evlenmiş olan bu Ermeniler nerededir? Ulaşmaya çalıştığımız insanların arasında bunlar da vardı; ama Mardin bu konuda da suskunluğunu bozmamaktadır.

Konuyla ilgili olarak yazıştığımız bir Mardinli, görüştüğü yaşlı bir Mardinliyle konuşmasını, mektubunda şöyle aktarıyor: “Hiç Ermeni aile yok, diyor. Kerhen, iki üç aile olduğunu söylüyor; ama asla isim vermiyor.”

Mardinlilerin bu aileleri tanıdıkları açıktır. Aynı mektup şöyle devam ediyor:

“Çocukken Müslüman ailelerin yanında büyüyen gençler, güzel ermeni bayanlarla evlenen Müslümanlar hakkında ilk görüşmemizde bir şeyler söylerken, ikinci görüşmemizde bu konuda oldukça temkinli olduğunu gördüm. Ben de bu ailelerin isimlerini vermeyeceğim. Nedeni ise şu: Çevreden ve kendi ailemle, özellikle babamla olan konuşmalarımızda bu konunun çok hassas bir konu olduğunu, vakti zamanında bu ailelerin toplum içinde hakir görüldüklerini, herhangi bir olayda ‘zaten Ermeni değiller mi, soyları sopları belli değil’ gibi alçaltıcı davranışlara marûz kaldıklarını ve zaman içinde bunları yeni yeni unutturduklarını, şimdiki kimliklerini kabul ettirmede epey zorlandıklarını duydum. Bu nedenle, bu konudaki hassasiyete inanıp ve affınıza da sığınıp, isim vermeyeceğim.”

Mardinliler’in çok iyi bildiği bir isim olan Şeyh Fettulah’ı ilk kez Kahveciler Derneği Başkanı Fazıl İlhan’dan duyuyoruz. Fazıl İlhan’a göre, Şeyh Fettullah 1915’te Hıristiyanlar’a büyük yardımlar yapmış bir şahsiyet. Mardin Kırklar Kilisesi rahibi Gabriel Akyüz’e bunun doğru olup olmadığını sorduğumuzda Akyüz, anlatılanların doğru olduğunu kendisinin de duyduğunu; ama Şeyh Fettullah’ı anlatabilecek başkaları olması gerektiğini söylüyor.

Şeyh Fettullah Ayn Kefli bir Nakşibendi şeyhi. Hamidî (aşiretinden) ailesinden olan Şeyh Fettullah sadece Ayn Kef’de değil, bütün yörede etkin olan bir din adamı ve Mardin’de hâlâ saygıyla anılıyor. Birçok Hıristiyanı koruduğu ve ölümden kurtardığı söyleniyor. Kendisi de 1926 sürgünlerinden biri olan 1906 doğumlu Abdüfettah Şatana’dan öğrendiğimize göre, 1926’da, Şeyh Sait ayaklanmasının ardından sürgüne gönderilen Şeyh Fettullah 1928’de Mardin’e dönmüş ve 1950’li yıllarda ölmüştür. İbrahim Aysoy’un verdiği bilgiye göre, Şeyh Fettulah soyadı kanunundan sonra Aydın soyadını almıştır.

Merak ettiğimiz Şeyh Fettulah ve Ayn Verdo direnişini, William Dalrymple’dan öğrenebiliyoruz: Dindaşı William Dalrymple’ın da merak ettiği hikâyeyi anlatan 1900 doğumlu olması gereken Abouna Shabo; birçok kuşatılma hikâyesinde olduğu gibi yardımlarına koşan bir ulu kişiyle başlamaktadır: “Bizi koruyan Mar Hadbashabo’ydu. Beyaz bir elbise giymiş olan Aziz, Hıristiyanların önünde saldırıyor, Müslümanları Ayn Werdo barikatlarının önünden püskürtüyordu. Akşam vakti kilisenin kulesinde dikildi. Hepimiz, hattâ Müslümanlar da onu gördü... Önce onu bir papaz sanarak vurmaya çalıştılar; fakat kurşunlar onun içinden geçip gitti. Sonra onun bir cin olduğunu düşündüler. Nihayet kuşatmanın sonuna doğru, üç yıl sonra onun bir aziz olduğunu anladılar.”

Abouna Shabo ilişkilerin savaştan önce de iyi olmadığını söylüyor; “fakat savaştan önce kimse öldürülmedi. O günlerde Kürtler tepelerde Hıristiyanlar ise kasabaların yakınlarında yaşıyorlardı. Ayrı yaşadık. Fakat olacaklardan korkuyorduk; savaş yaklaştığında hayvanlarımızı satıp silah almaya başladık. Üç binden fazla silahımız vardı. Modası geçmiş fitilli tüfekler,... ama iş görüyorlardı. Kurşun yapmak için bakır kaplarımızı erittik... Birlikte iyi bir tahıl stoğu yaptık. Savaş patlayıp Türkler Kürtler’e Hıristiyanlar’ı katletmelerini söylediğinde biz hazırdık. Geceleyin bütün Hıristiyan köylüler Ayn Verdo’ya geldiler. Midyat’tan, Kefr Salah’tan, Arnas’tan, Bote’den, Kefr Zeh’ten, Zaz Mzizah’tan Basa Brin’den. Köyde 160 kadar ev vardı. Herkes orada toplandı, her evde en az yirmi aile vardı.”

“Evlerin arasına duvarlar yaptığımızdan köy kale gibi görünüyordu. Sonra, Müslümanların ateşiyle vurulmadan evden eve gidebilmek için tüneller kazdık. En güçlü nokta kiliseydi ve çatısında, Midyat’ta Türklerden ele geçirdiğimiz bir top vardı.”

Abouna Shabo kuşatmayı tafsilatlı bir biçimde anlatmaktadır; verdiği rakamlar biraz abartılı görünse de zaman zaman şiddetli saldırılar olduğu anlaşılmaktadır. “On dört gün sonra geldiler; on iki bin kişilik Osmanlı birliği ve yağmaya katılmak isteyen on üç bin kadar başıbozuk Kürt. Ayn Verdo’nun dışındaki her Hıristiyan öldürüldü... Arnas’ta Kürtler otuz beş genç kızı kaçırdılar. Onları, bir kiliseye kapattılar... Bahçede derin bir kuyu vardı. Bütün kızlar, bekaretlerini Müslümanlara teslim etmektense kuyuya atlamayı tercih ettiler.”

Abouna Shabo’nun anlattıklarına göre ikinci yıldan itibaren Ayn Verdo’da ciddi bir açlık başgöstermiştir. Tuz getirmek için Midyat’a gitmeyi deneyen bir grup Hıristiyandan on beşi geri dönmemiştir. Dönmeyenlerden biri de Abouna Shabo’nun kardeşidir. Aynı kış, yiyecek toplamak için barikatların dışına çıkan kızkardeşini başı kesilmiş olarak bulduğunu anlatıyor.

Kuşatmanın üç yıl sürdüğü söyleniyor. Abouna Shabo’nun anlattığı gibi, kuşatma boyunca, Mar Gabriel, Arap John ve özellikle Mar Hadbashabo’nun Hıristiyanlar’ı koruyup korumadığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz; ama üçüncü yılın sonunda bir başka ulu kişi, Ayn Kef’li Şeyh Fettullah, eti ve kemiğiyle Ayn Verdo’ya gelir.

Mardin’de hemen herkesin saygıyla andığı; ama hakkında konuşmak istemediği bu nakşibendi şeyhini, yine Abouna Shabo anlatıyor:

“Birdenbire, meşhur bir imam, Ayn Kefli Şeyh Fettullah Müslüman ordusuna geldi ve iki taraf arasında barış sağlamayı deneyeceğini söyledi. Müslümanlar Şeyh’ten silahlarımızı teslim etmemizi söylemesini istediler; fakat onurlu bir adam olan Şeyh bize silahlarımızın hepsini teslim etmememizi tavsiye etti.”

“Sonunda üç yüzden fazla silahı alakoyduk. Şeyh oğlunu bize rehin olarak verdi ve Müslümanlar sözlerini tutmadığı takdirde onu öldürmemizi söyledi. Sonra, eşeğinin sırtında Diyarbakır’a giderek Komutan Paşa’dan askerlerin ve Kürtlerin geri çekilmesini söyleyen bir yazılı emir aldı...”

“Şeyh’e, Osmanlılar sözlerini tutmasalar bile böyle bir adamın oğlunu öldürmeyeceğimizi söyleyerek, oğlunu geri verdik. Kuşatmadan önce Ayn Verdo’da yaşayan üç Kürt ailesi vardı. Çatışma başladığında onları gönderdik; fakat kısa zaman sonra geri döndüler. Bundan sonra barış içinde yaşadık...”[13]

1. Dünya Savaşı’nın başında, her sınırda yeni bir cephe açan İstanbul Hükümeti’nin Mardin’deki bir köyde binlerce askerini üç yıl bekletmiş olduğu akla uygun gelmemektedir; bu da hikâyenin, Mar Hadbashabo ve diğer azizlerin yardımları gibi, abartılı bir yönüdür; “efsanenin gerçekliğe basan ayağı” ise Ayn Verdo’da yakınlarını kaybederek yaşam savaşı veren Hıristiyanlardır.

Bütün bir 20. yüzyıl boyunca süren göçten geride kalan bazı yapılar ya harabe olmaya terk edilmiş ya da müminleri rahatsız edebilecek amaçlarla kullanılmıştır. Mardin: Devlet-Aşiret-Cemaat adlı çalışmada tarihsel yapıların tahribine örnekler verilmektedir.

“Mor Efrem Manastırı 1933’e kadar faalken bu tarihten sonra 12 yıl askerî hastahane olarak hizmet görmüştür ve bugün dışında kiracılar oturmaktadır, kilisesi ahırdır.” Hor kullanılan tarihsel yapılar sadece Hıristiyan mimarisinin eserleri değildir. Kırk Şehit kilisesiyken Şehidiye Camii’ne dönüştürülen yapının “avlusuna jeneratör konmuş, buradaki sandukalar yok edilmiş, Hamza-i Kebir Zaviyesi içindeki mezar tahrip edilmiş, Hamza-i Sagir mescidi yıkılmış, zaviyenin bir kısmına jeneratör, bir kısmına soğutma havuzu ve mazot deposu yapılmış, Şeyh Abdülaziz Türbesi yıkılmıştır.”

Bölgeye yaptığımız ziyaret sırasında sık sık yolumuza çıkan kordiplomatik plakalı bir jipin yolcularıyla bir manastırda karşılaştık. Bunlar, ABD’nin Ankara ve Adana konsoloslarıyla Türkçe/Kürtçe çevirmenliklerini yapan bir görevliydi. Amerikalı konukların meraklı soruları sorularımız kadar meraklıydı. Tarihsel bilgiler verilirken İngilizce-Türkçe çeviri yapan görevli güncel sorunlara gelindiğinde İngilizce-Kürtçeye dönmüştü. Manastır görevlileri sorunlarını aktarıyordu. Yeni nesil Süryaniceyi öğrenemiyordu, 1970’li yıllardan beri bir İncil kursu açmak için yaptıkları başvurular sonuçsuz kalıyor, her fırsatta inanç özgürlüğünden dem vuranlar Süryaniler’in sorunlarına duyarsız kalıyordu. Köylerdeki cemaatsiz kalmış kiliseleri Müslüman köylüler tarafından ahır yapılıyordu.

Tarihin en eski Hıristiyan yerleşim bölgesini bırakıp gidenler geride sadece evlerini, kiliselerini değil, efsanelerini de bırakmaktadır. Deyr ül Zaferan Manastırı’nın Başrahibi İbrahim Türker’den dinlediğimiz bir azizenin hikâyesi de buna benzemektedir.

“Kızları yedi-sekiz yaşlarındayken karısını kaybeden bir Hıristiyan manastıra girmeye karar verir; ancak kızının yalvarmaları karşısında onu da, Marinos adında bir erkek çocuğu kılığında yanında götürür. Zeki, iyi huylu ve çalışkan bir çocuk olan Maria, babasının ölümünden sonra da kimliğini saklamayı başarır ve manastırdaki rahiplerin de gözüne girer. Yıllar sonra, bir genç kız olduğunda, bir grup rahiple birlikte alışveriş için gittiği şehirde bir tüccarın evinde misafir edilirler.

Bir süre sonra, gizli sevgilisinden hamile kalan evin kızı bir çocuk doğurur ve suçu evlerinde kalmış olan Marinos’un üzerine atar ve kızın babası yeni doğmuş çocuğu getirip manastırın başrahibine verir. Başrahip Marinos’u kucağında bebekle birlikte manastırdan kovar. Üç yıl manastırın kapısında kar, yağmur, güneş altında yaşayan Marinos öldüğünde kendisini yıkayan papazlar erkek olduğunu görürler ve Maria bir azize olarak kabul edilir.”

Mardin’de, yakın tarihlere kadar Mayıs ayının ilk Cuma’sından itibaren bir hafta süren, Hasset Meranî adıyla bilinen şenliklerle “bahar” kutlandığı anlatılıyor. Hıdırellezle beraber kutlanan bu şenlikler Hıristiyanlar tarafından Azize Maria’ya atfedilmektedir.

Hasset Meranî şenlikleri, ilk günün olan “Yılan Cuması”nda Mardin Kalesi’nde başlar ve sırasıyla, “Kurt Cumartesisi” Zibre Çeşmesi’nde, “Meranî Günü” (Meranî’nin Uyanışı) Kale Arkası’nda, “Köpekler Pazartesisi” Ravza’da, “Afetler Salısı” Fahriye’de, “İstiğfar Çarşambası” Kız Kalesi ve Manastır’da ve “Beraat Perşembesi” Vali Parkı’nda kutlanır.[14]

Abdülkadir Güler aslında Bilali Köyü’nün geleneği olduğunu söylediği şenliklerin adının “Kır Haftası” anlamına geldiğini belirtmekteyse de, kutlama günlerine verilen isimler “Hasset Meranî”nin Hıristiyan lejandına dahil olduğu izlenimi vermektedir.

Gerek tarihteki Botan bölgesi gerekse Cizre konusunda derin bilgi sahibi olduğu belli olan Şerafettin Elçi, Cizre’nin daha çok Diyarbakır ve Musul-Bağdat’la ekonomik bağlantıya sahip olduğunu söylüyor. Kelek denilen sallarla Cizre’den güneye doğru mal akışı var. Babasından duyduğuna göre Cumhuriyet öncesinde günde 100-150 keleğin Cizre’den güneye gittiğini aktarıyor. Sınırdan sonra bu ticaret aksamışsa da kaçakçılık yoluyla da olsa Cizre’nin ekonomik ilişkisi daha çok Irak’la. Mardin ve Cizre’nin ticari ilişkisi olmadığı gibi kültürel ilişki de yok denecek kadar az. Cizre’nin alış-verişi Siirt’le Mardin’le olduğundan daha fazla.

Uzun yıllar Nusaybin’de yaşayan Faruk Mungan, 1960’lı yıllara kadar, sınırın Suriye tarafındaki Kamışlıya geçerek, oradaki topraklarında tarım yapmaya devam ettiklerini anlatıyor. Nusaybin’in Mardin’le olan ilişkileri Cizre’ye göre daha yoğun; ama sınır coğrafyayı olduğu gibi insanları da parçalamıştır.

Sözlü tarih en çok üç kuşağın hafızasında canlı izler bırakan tarihsel kırılma noktalarını derleyebilir; daha ötesi amatör bir folklorik çalışma olması tehlikesini taşımaktadır. Ancak anlatılan hikâyelerin güzelliği bu tehlikeyi göze almayı kolaylaştırmaktadır.

Kuşaktan kuşağa aktarılan hikâyeler, Mardin bölgesine güneydeki çölden gelen beklenmeyen konukların sadece göçebe Arap aşiretleri olmadığını göstermektedir. Cizre hakkında ayrıntılı bilgiler veren Şerafettin Elçi, Cizre kalesinin bugün hâlâ ayakta olan ve Kürtçedeki destanlarda, türkülerde, şiirlerde adının geçtiği söylenen burçlarından birinin Kürtçe adının “Burc-u Belek”, yani Benekli Burç olduğunu söyledikten sonra, siyah-beyaz taşlarla örülmüş bu burcun halk arasında anlatılan hikâyesini aktarıyor.

“Zamanlardan bir zaman Cizre, çölden gelen büyük bir çekirge saldırısına uğramış. Cizre ve çevresindeki bütün toprakları istila eden bu çekirge sürüsü ürünleri mahvetmek üzereyken bir leylek sürüsü peydah olumuş. Leylekler bütün çekirgeleri yeyip bitirmişler. İşte “Burc-u Belek” leyleklerin bu iyiliğine bir nişane olmak üzere, leyleğin renklerine uygun olarak siyah-beyaz taşlarla örülerek inşa edilmiş.”

Sözlü tarih çalışmasının hedeflerine en uygun bilgileri veren konuşmacılardan biri olan Şerafettin Elçi’nin Kürt tarihinden aktardığı iki olay efsane ve gerçeğin iyi birer örneğidir; son Botan Miri Bedirhan Bey hakkında anlatılanlar folklorik ögeler taşımakla birlikte Molla Mustafa Barzani’nin 1958’de Sovyetler Birliği’ndeki sürgünden Irak’a dönerek, bir süre sonra başlattığı ayaklanmanın etkilerini anlatırken daha somut bilgiler vermektedir.

1938’de başlayan ve Şerafettin Elçi’nin “suskunluk”, “sinme” dönemi olarak adlandırdığı dönemin ardından 1958’de Barzani’nin Irak’a dönmesiyle 1959’un sonunda Kürt hareketinde bir kıpırdanma başlamıştır. Bu dönemde, 49’lar davası olarak bilinen tevkifatta tutuklanan Şerafettin Elçi’nin verdiği bilgilere göre, sınır bölgesinden Irak’a nakdi ve ayni yardımlar yapılmış; yüzlü sayılarla belirttiği kişiler de bölgeye giderek 1961’de başlayan savaşa fiilen katılmışlardır. Bunlar arasında Cizreliler de vardır.

Elbetteki sözlü aktarımlar zaman zaman yanıltıcı da olmaktadır. Farklı konuları aktaran, biri sözlü diğeri yazılı iki yanıltıcı bilgi ilginç bir şekilde çakışmaktadır. Şerafettin Elçi’nin Cizre’de bulunmadığı bir dönemden, duyduklarına dayanarak aktardığı bir hikâyeye göre, 1960’lı yılların başında, bir futbol karşılaşması sırasında şehirde görev yapan askerlerle Cizreliler arasında çatışmalar çıkmıştır. Ancak Elçi hatırladıklarında yanılmaktadır; futbol karşılaşması nedeniyle yaşanan çatışmalar Cizre’de değil, Mardin kent merkezindedir.

Aynı tarihlere dair, Derk Kinnane’nin verdiği ve başka bir kaynakta rastlayamadığımız bir bilgiye göre, 49’lar Davası nedeniyle 8 Mayıs 1961’de Diyarbakır, Siverek, Bitlis ve Van’la birlikte sadece Mardin’de de bazı gösteriler yapılmış ve bu gösterilerde çıkan çatışmalarda sadece Mardin’de 121 kişinin öldüğü, 354 kişinin de yaralandığı Devlet Başkanı Cemal Gürsel tarafından açıklanmıştır.[15] Ancak 1961 gibi yakın bir tarihte, bir günde yüzlerce kişinin öldüğü böylesi büyük ve yaygın gösterilerin başka hiçbir kaynakta yer almaması düşündürücüdür. Dönemin gazetelerinde hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Mardin’de, Kinane’nin verdiği tarihten tam bir yıl sonra yaşanmış olan büyük gösteriler vardır; ama bu gösteriler, kullanılan sloganlarda çok genel bir siyasal talep söz konusuysa da olayların nedeni anılan futbol karşılaşmasıdır.

6 Mayıs 1962 günü şehir stadyumunda Diyarbakır Dicle Kulübü ile Mardin Timurspor arasındaki futbol karşılaşması sırasında meydana gelen bir kavga askerlerin müdahalesiyle büyümüş ve bir kişi yaralanmıştır. Bunun üzerine seyirciler güvenlik güçlerine taşlarla karşı koymuşlar, çatışma şehrin sokaklarında devam etmiş ve yaralananlar olmuştur. Gösteriler gece geç saatlere kadar devam etmiş, garnizondaki bazı askeri araçlar tahrip edilmiştir. Ertesi gün İçişleri Bakanı Ahmet Topaloğlu, Devlet Bakanı Avni Doğan, Jandarma Genel Komutanı Fahri Oğan ve İkinci Ordu Komutanı Refik Tulga’dan oluşan bir heyet şehre gelmiş ve Vilayet’in önünde toplanan halka konuşmalar yapılarak, suçluların tespit edileceği sözü verilmiştir. Bu toplantı sırasında halk “mücrimleri isteriz”, “adalet isteriz”, “hürriyet isteriz” gibi sloganlar atmış, ertesi gün bir demeç veren Ahmet Topaloğlu ve Avni Doğan bazı kişilerin siyasal amaçlarla olayları tahrik ettiğini söylemiştir. İddia edilen bu siyasal amaç da açık değildir. Daha çok Diyarbakırlılarla Mardinliler arasındaki çekişmeden kaynaklandığı söylenen olaylar daha fazla büyümeden önlenmiştir.[16]

Şerafettin Elçi’nin Mardin kent merkezinde Cizre kadar etkin olmayan Kürt hareketinde “suskunluk”, “sinme” dönemi olarak adlandırdığı ve dönemin ardından, CHP’nin 1938 sonrası siyasetindeki değişmeler, 1950’de DP’nin yörede geniş bir destek sağlamasını kolaylaştırmış gibi görünmektedir. Gerçekten de 1950 seçimlerinin ardından gelen DP iktidarı, bölgede göreli bir rahatlama sağlamıştır.

Mardin il merkezinden bir Süryaninin tanıklığı, çok partili dönemin ve 1950’deki iktidarının etkilerini anlatıyor: “1946 seçimlerini hatırlıyorum. 1946 seçimlerinde yeni bir heyecan geldi. Özellikle Süryanilerde o partiye mensup olan birkaç kişi vardı. O gün şöyle bir slogan vardı: Bu şehir içinde siz de yaşıyorsunuz, siz de neden devlet hizmetinde bulunmuyorsunuz?... 1950 seçimlerinde... Belediye Encümeni’ne hatırladığım kadarıyla 4 ya da 5 tane gayr-i müslim girdi. Bu belki Mardin tarihinde ilk defa vukuu bulan bir olaydı. Bir heyecan yarattı. Geçmişte birarada yaşamanın vermiş olduğu içiçe kaynaşmayı daha da pekiştirdi bu olay.”

1946 ile 1950 arasında her türlü muhalefetin sözcülüğünü yapmış gibi görünen DP iktidarı, 1954 seçimlerinden sonra daha merkeziyetçi bir politika izlemeye başlamıştır. Mardin’de 1954’te önemli bir nüfusa sahip olan Süryaniler siyasetten dışlanmışlardır. Aynı Mardinli, 1954 seçimlerini şöyle aktarıyor:“Fakat çok sürmedi. Nedense bilmiyorum. 1954’te hiç kimse kalmadı. Neden kalmadı bilmiyorum. Ne hatırlıyorum ne de yorum için elimde bir kriter yok. Bilemiyorum.”

Mardinli anlatıcının kent merkezi için ortaya çıkaramadığı bu nedenleri açıklamak için Talat Oğuz Midyat örneğinde bir ipucu vermektedir:

“Midyat bölgesinde Haco ağa, kaçakçı...Kürt. İki aile, Kürt kökenli; Haco’lar CHP’li, Çelebiler DP’li...”

Mardin, tartışma kültürünün konuşma kültürü kadar zenginleşmediği bir bölgedir. Bazı şeyler bilinmez; bilinmeyen şeyler de sorulmaz. Bunda, yüzyıllardır yaşanmış olan bazı çatışmaları gerekmediği sürece tartışma konusu yapmamak üzere sağlanmış aristokratik bir uzlaşma da etkilidir. Bu yorum, çalışma boyunca görüştüğümüz Mardinlilerin, sormama ilkesini bilmediğimiz için sorabildiğimiz sorulara verdikleri ya da vermedikleri cevaplardan ortaya çıkmaktadır; ancak bu anlatıların burada tekrarlanması bu uzlaşmaya karşı açık bir saygısızlık olma tehlikesi taşımaktadır.

Yaşamının çok kısa bir dönemi olan son yüzyılda kültürel zenginliğinden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen Mardin’de tarih, Ankara’da ya da İstanbul’da olduğundan bile yavaş akmaktadır. Onun için, anlatılacak fazla bir hikâye yoktur; olanlara gelince, hikâye etmek için henüz çok erkendir.

Aidiyetlerimizden sıyrılmanın güçlüğü ortadadır; ama bazı tarihçilerin, tarihin, hataları tekrarlamamak için dersler veren bir bilgi yığını olabileceği umutları gerçekse, gelecek geçmişin bilgisiyle kuruluyorsa ve acıların azaldığı gelecekler inşa etmek gibi kaygıları varsa insanların, her şeyden önce aidiyetlerle cebelleşmeleri gerekmektedir.

Mardin, iki bin yıla yaklaşan tarihte, aristokratlarıyla yer alıyor; onlar, “içinde yaşanan an kadar geçmişin de kendilerine ait olduğu iddiasını” taşıyorlar; ama geçmişin de ve hâlâ bugünün de sahibi olmayan Mardinliler de var.

“1939, Mardin, Merkez, Çabuk Mahallesi, Cemil Olgaç. Ben Mardin’de, askere gidene kadar nar bahçeleriyle uğraşıyordum. Tahsil yok, okul yok. Askere gidene kadar bir tek kelime Türkçeyi bilmiyorduk. Ne öğrendim, askerden öğrendim. Askerden dönünce kabzımallığa başladım...”

“Ali okulu çıkmıştı o zaman; iki ay Ali okulu gördük. İki aydan sonra beni hastaneye, Bornova’ya verdiler, sıhhiye olarak...”

“Babam Arap, annem Kürt. Şimdi benim on bir çocuğum var, Allaha şükür. Birisi bir laf Kürtçe bilmiyor, Arapça az bir şey biliyorlar, hep Türkçe konuşuyorlar. Çocuklarım anlamıyor; diyorlar bakın baba ne diyor? Ben bilmiyorum; Türkçemiz yok, çok zayıf...”

Mardin’in geleneksel ekonomik yapısının temel taşlarından olan bakkalbaşıların sonuncularından biri olan Cemil Olgaç için tarih kendi miladının öncesi ve sonrasından ibarettir; bu miladın sonrası, Mardin çevresindeki köylerin hızla boşalmaya başladığı ve bakkalbaşılığı giderek gözden düşen bir meslek haline getiren son on yıldır. Yine de, askerlik, mahkûmluk, bakkalbaşılık Cemil Olgaç’ı tarihin bir “öznesi” haline getirebilmektedir.

Kendi başına “erkek” olan, kadınları görmezden gelen tarih, çocukları bile cinsel ayrıma tâbi tutmaktadır. Ancak erkek gibi bir kadın olabilen babaannesi, büyük harfle “Sen” diye hitap ettiği torunu Murathan Mungan’a “Bak Muro, ... Sen büyük bir ailenin çocuğusun, bir beysin...” diyordu.[17] Ancak çocukların tarihi kırgınlıklarla, kayıplarla doludur; bir bey olmaktansa sanatçı olmayı tercih eden Murathan Mungan, Mardin’in efsanevî gecelerinde “Avrupa’nın başkentlerinden simli Bağdat gecelerine” kadar bildiği dünyadaki yolculuklarından birinde kaybolup giden bir kız çocuğunun, “Halise’nin masallarını anlatmayı” sürdürmektedir.[18]

Kamusal alana çıkmak Mardinli kadınlar için kolay olmamıştır. Orada gördükleri ilk hemcinsleri Cumhuriyet’in memurlarının karılarıdır. Kolay itiraz edemeyecekleri bu kadınları kendi aralarında görmek, erkekler için de zorluklar taşımaktadır. Yakup Tahincioğlu Mardin’in bir usta terzisinin, döpiyes diktirmeye gelen bir genç kadının ölçüsünü alabilmek için çektiği zorlukların hikâyesini anlatıyor.

Sözlü tarih çalışması sırasında konuşabildiğimiz tek kadın, 1937 Mardin doğumlu, Ayten Demir belki de kadınların tarihini erkeklerle paylaşmak istemedi. “Eskiden kız çocuğu 14 yaşına geldi mi manto giydiriyor, başını bağlatıyorlardı” diyen ve yirmi yıldır Mardin’den uzakta yaşayan Ayten Demir, kadınların yavaş da olsa kamusal alana çıkmaya başladığının farkındadır. “Şimdi geçti o devirler” diyor.

Tarihi bugüne ulayan dündür. Dünün, çok yakın geçmişin ne olduğuna dair konuşmakta zorlanıyoruz. Düne dair son sözü Mardinli ozana bırakalım:

“imzasındaki uçurumu kazmaya başladı sonra

derin ırmaklara baktı ruhunu görmek için

büyük aşklara geniş zamanlara, uzun yollara

daha çok küçük bir çocuktu Lorca’nın katillerini

Mardin’de tanıdığında

O da gitti şimdi buradan”[19]

[1] “Kollektif hafıza” yı hatırlatan “toplumsal hafıza” teriminin sorunlu bir terim olduğu aşağıda ortaya çıkacaktır; en azından Mardin özelinde “cemaat hafızası” olarak okunabilir.

[2] Mardin Valiliği İl Müftülüğü, Mardin İli Müftüler Albümü, Mardin, 1998, 6.

[3] Dalrymple, William, A Journey in the Shadow of Byzantium, Flamingo, Londra, 1998, 118.

(*) Turoyo, Turabdin bölgesinde konuşulan Süryanca lehçesi.

(**) 1973 Mardin İl Yıllığı, çoğunluğunun Oğuz olduğunu söylediği Mahalmileri şöyle anlatıyor: “... Harunulreşit’in oğlu Memun’un Türk-Arap karışımı olarak kurduğu büyük bir ordu Cizre-Mardin eski patika yolu boyunca 100 karakola yerleştirir. Mahalmiler böylece doğar, Midyat ve çevresindeki köylere verilen Mahalmi adı oradan gelmektedir. Mahalmi: (100 Mahalle, 100 yer, 100 Ordugâh) anlamına gelir bu gün bile Cizre’den Mardin’e kadar eski patika yolu özellikle eski Bağdat yolu üzerine bu kervan üzerindeki köyler Türkçe-Arapça karışımı (Mahalimice) tabir edilen melez bir dille konuşulur.”

[4] Turan Şehir, 10 Ocak 1964.

[5] Barton, James, “Turkish Atrocities” Statements of American Missionaries on the Destruction of Christian Communities in Ottoman Turkey, 1915-1917, ed. Ara Sarafian, Ann Arbor: Gomidas Institute, 1998, s. 96-104.

[6] Bargello, Fehmi, “Benim Üniversitelerim Turabdin’deki Köy Odaları”, Heto, 1/1, Ocak 1999, s. 12-15.

[7] Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü (BDA), Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Ankara, 1994, 69.

(*) Abdullah Cizre kendisiyle yaptığımız görüşmeden bir süre sonra yaşamını yitirmiştir.

[8] Bruinessen, Martin van, Kürdistan Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993, 136-137.

[9] Barton, a.g.y.

[10] Millers, Ronald E. - Lorna Touryan, Survivors:An Oral History of the Armenian Genoside, University of California Press, Los Angeles, 1993, 71.

[11] Barton, a.g.y.

[12] Yeghiayan, Vartkes, British Foreign Office Dossiers on Turkish War Criminals, American Armenian International College, California, 1991, 231.

[13] Dalrymple, a.g.y., 119-122.

[14] Güler, Abdülkadir, Mardin Folkloru Gelenekler-Görenekler, MAREV, Ankara, 1998, 34.

[15] Kinnane, Derk, The Kurds and Kurdistan, Londra: Institute of Race Relations, Oxford, 1964, 33.

[16] Ulus Sesi, 8 Mayıs 1962 ve 9 Mayıs 1962.

[17] Mungan, Murathan, Paranın Cinleri, İstanbul: Metis Yayınları, İstanbul, 1997, 49.

[18] Mungan, a.g.y., 21

[19] Murathan Mungan.