Tavla Tahtasında Satranç Oynamak

MURRAY BOOKCHIN

Kentsiz Kentleşme

Ayrıntı Yayınları

İstanbul 1999

Tavla tahtasında

satranç oynamak

GÜN ZİLELİ

Murray Bookchin’in yeni basılan kitabı, Kentsiz Kentleşme - Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü [orijinal adı: Urbanization Without Cities - The Rise and Decline of Citizenship] (Ayrıntı Yayınları, çev: Burak Özyalçın), doğrudan kent ve kentleşmeyle ilgili olmaktan çok, antik Yunan’dan günümüze kadar kentler çevresinde gelişen doğrudan ya da katılımcı demokrasiyle merkeziyetçi yapılar ve ulus-devlet arasında geçen uzun tarihî mücadelenin bir yeniden ele alınışı niteliğinde. Bookchin’in bu konudaki temel tezi, demokrasiyi ve yurttaş inisyatifini temsil eden kentle, çağdaş kentleşmenin karşıtlığı üzerine inşâ edilmiş.

Gerçi bu yazı, bir tanıtma yazısından çok, bir eleştiri yazısı olacağından, Bookchin’in kent ve kentleşme, doğrudan demokrasi ve ulus-devlet, yurttaş ve seçmen karşıtlığı konusundaki tezlerini uzun uzadıya özetleyecek değilim. Bu yüzden, Bookchin’in tezlerinde katıldığım birçok noktaya, kısa bir örnek verecek olursam, “burjuva demokrasisi” deyişini eleştirirken yaptığı, tamamen hemfikir olduğum saptamalarına da değinmeyeceğim. Ben, bu yazıda, daha çok, Bookchin’in tezlerinde, kafama takılan ya da katılmakta zorluk çektiğim birkaç nokta üzerinde duracağım.

KENT VE KENTLEŞME ZITLIĞI

Gerçi, Bookchin’in bütün kitap boyunca ısrarla üzerinde durduğu bu zıtlık, Türkçeye çeviri dolayısıyla, kanımca, özünden kısmen bir şeyler yitirmiş gibidir. Bu iki kavram, görüleceği gibi İngilizcede, “city” ve “urbanization” gibi iki farklı sözcükle ifade edilmektedir. “Urbanization”ın sözlük tanımında, bölgenin kırsal özelliğini ve kalitesini kaybetmesinden (The New Shorter Oxford, Ed. Lesley Brown, Clarendon Press, Oxford, 1993) söz edilmektedir. Oysa “city”nin tanımında böyle bir özellikten söz edilmemektedir. Türkçede her iki olgunun tek sözcüğün farklılaşması yoluyla ifade edilmek zorunda kalınması, aradaki nüansı kısmen ortadan kaldırmakta ve okuyucuda adeta bir sözcük oyunu izlenimi bırakmaktadır.

Buna rağmen, Bookchin’in, “city” ile “urbanization” arasındaki zıtlığı vurgularken, gerçek durumun ötesine geçtiğini ve tezini ispatlamak için kısmen ideolojik bir çarpıtmada bulunduğunu düşünüyorum. Bunda, Bookchin’in, Batı kültürünün, antik Yunan kentine her zaman abartılı bir vurgu yapan tavrını olduğu gibi benimsemesinin rolü olduğu da anlaşılıyor:

“Bir kentin ya da kent devletinin yurttaşların etik bir birliği olduğunu söyleyen Antik Yunan düşüncesine inandığım için, kentin yalnızca belli bir zamanda ne olduğunun değil, genelde ne olması gerektiğinin üzerinde duran bu müdahaleci görüşe kendimi adamış bulunuyorum.” (s.19)

Evet ama, Bookchin’in benimsediği kent örnekleri antik Yunan kentlerinden ve bir kısım ortaçağ kent devletinden öteye gitmiyor. Kendisinin de anlattığı gibi, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, “city” ile “urbanization” arasında, sözünü ettiği zıtlık ortadan kalkıp, bunun yerini eski tarımsal değerleri yok eden bir özdeşlik alıyor: “bir tarafta özgürlüğe, katılımcı bir politikaya ve etkin bir yurttaş kitlesine önem veren tarımsal kökenli, kapitalizm öncesi ilkeler yer alıyor, diğer tarafta ise yeni ulusun liman kentlerinde ve iç bölgelerdeki pazar kasabalarında yükselmekte olan ticari ögelerin teşvik ettiği açgözlü bir bireyciliği içeren, bütünüyle kapitalist nitelikteki düşünce biçimleri görülüyordu”. (s.302)

Görüldüğü gibi, kapitalizm çağında, artık “city” ile “urbanization” arasında bir zıtlıktan söz etmek pek mümkün değildir. Daha doğrusu, Bookchin’in sözünü ettiği, katılımcı demokrasinin temsilcisi kentler varken, kapitalizm çağında gördüğümüz türden, önüne gelen her şeyi silip süpüren bir kentleşme yoktu. Kapitalizmle birlikte bu tür bir kentleşme başladığında ise, artık kentler, katılımcı demokrasinin temsilcileri olmaktan çıkmış devasa kapitalist yerleşim birimleriydi. Nitekim, Bookchin, kitabın 300’lü sayfalarında, New England’ın özgürlükçü ortamını anlatırken, buralardaki kentlerden değil, kentlere karşı direnen kırların mücadelesinden söz etmek zorunda kalmıştır. Kısaca ifade edecek olursam, kısmen abartılı ele aldığını düşünmekle birlikte, Bookchin’in sözünü ettiği antik Yunan kentlerinin katılımcı demokrasiyi temsil ettiğini kabul etsek bile, bu tür kentlerin, zamanımızın kapitalist kentleriyle bir benzerliği olmadığını, zamanımızda ise kentle kentleşme arasında bir zıtlık değil, bir özdeşlik olduğunu herhalde Bookchin de kabul edecektir. Bookchin’in, zamanımıza ilişkin bu olgunun üzerinden atlayıp sürekli olarak eski çağ kentiyle, yeni çağ kentleşmesini karşı karşıya getirmesi, belki bilerek, belki bilmeyerek yapılmış bir ideolojik çarpıtmanın ötesinde, bizim Kemalistlerin, “dine” değil “dinciliğe” karşı oldukları iddialarını hatırlatmaktadır. Oysa, nasıl dinciliğin temeli dinse, zamanımızdaki kentleşmenin temeli de kenttir.

TARİHSEL DETERMİNİZME KARŞI ÇIKALIM DERKEN...

Aslında Bookchin’in yöntem olarak tarihsel materyalizmden oldukça etkilendiğini ve yararlandığını düşünüyorum. Ancak, konuyu dağıtacağı için, buna bu yazıda değinmeyeceğim. Ben burada, Bookchin’in kitabında yer yer dikkatimi çeken tam tersi bir olgudan söz edeceğim. Bookchin, tarihsel materyalizmin determinizmine karşı çıkayım derken, yer yer çocukça bir hayalciliğe ya da iradeciliğe kapılmaktadır. Anlattığına göre, “1384 yılında kurulan Suebya Birliği... üyesi kentler, İsviçre Konfederasyonu’na katılma talebinde” bulunmuştur. Ne var ki, İsviçre Konfederasyonu bu taleplere cevap vermemiştir. Eğer “cevap verseydi, belki de Avrupa tarihinin akışı değişebilir, milliyetçiliğin yerini konfederasyon sistemi alabilirdi.” (s. 208) Bookchin’in kuşağından “önceki bir devirde Avrupa’da ortaya çıkmış olan konfederasyon alternatifi, 1914 ile 1945 yılları arasında dehşet verici bir şekilde ortaya çıkan ‘ulusal birlik’leri önleyebilir”miş. Bookchin bu alternatifin kaybolmasına hayıflanmaktadır (s.211).

Tarihsel konularda bu kadar ciddi saptamalar yapan, bu kadar önemli düşünceler getiren bir yazardan bu ölçüde naif sözler duymak insanı gerçekten irkiltmektedir. Oysa tarih, deterministlerin çizdiği gibi, insan iradesinden ve eyleminden tamamen bağımsız bir demir yasalar kütlesi olmadığı gibi, isteyenin keyfine göre düzenleyebileceği bir tesadüfler yığını, sebep sonuç ilişkilerinden azade bir kurmaca da değildir. Şu kadarını sormak yeterlidir: konfederasyon alternatifi, dehşet verici bir şekilde ortaya çıkan “ulusal birlik”leri önleyebilirmiş de neden önleyememiş? Önleyemediğine göre, demek, o günün koşulları “ulusal birlik”lerin gelişmesine elvermiş. Bu yüzden, diz dövüp hayıflanmak yerine, bu koşulları tahlil etmek, Bookchin’in her fırsatta övdüğü “akılcılığa” daha uygun bir davranıştır.

PEKİ YA KÖLELER VE KADINLAR?

Yukarıda da belirttiğim gibi, Bookchin’in antik Yunan demokrasisini abarttığı kanısındayım. Bununla birlikte, Bookchin, bu kent demokrasilerinin, temelde köleci ve ayrımcı olduğu gerçeğini de belirtmekten geri kalmamaktadır:

“Atina’daki yurttaşlık idealinin eksik yanları vardır (kadınlara ve yabancılara davranış biçimleri, köleliğe dayalı işgücünün yaygın şekilde kullanımı); ancak bu ideal, her gün uygulanabilecek bir politikanın içine kök salmıştır.” (s. 123)

Bookchin, İtalyan kent devletlerinden söz ederken pleblerin demokrasinin dışında tutulduğunu belirttikten sonra, “bu bir demokrasiyse yalnızca tüccarların, noterlerin, serbest meslek sahiplerinin ve usta zanaatkârların demokrasisiydi; 13. yüzyılın ‘proleterlerini’ oluşturan gezginler, dokumacılar, boyacılar, hizmetçiler ve vasıfsız işçiler, bu demokrasinin kapsamı içinde yer almıyordu... Halk demokrasisi, el sanatlarıyla uğraşan, gününün büyük bölümünü idari, ticari ve hukuki işlere ayıran erkekleri kapsıyordu,” (s.152) diyerek, o günün olgusunu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Ancak, bütün bu saptamalara rağmen Bookchin, bütün kitap boyunca antik Yunan demokrasisini ve İtalyan kent devletlerini göklere çıkartmaktadır. Hattâ, yukardaki, zıt yöndeki saptamaları, biraz da, gelecek ters yöndeki eleştirileri göğüslemek için yaptığı izlenimini vermektedir. Nitekim bu saptamaları yapmakla yetinmekte, bunun ötesinde, bu ayrımcı uygulamaları derinlemesine eleştirmemektedir. Zaten, yukarıdaki alıntılarda da görüleceği gibi, Bookchin, kölecilik ve ayrımcılık gibi, demokrasiyi aslında temelden ortadan kaldıran ve bir ayrıcalıklılar “demokrasisi”ne yol açan uygulamaları mümkün olduğu kadar minimalize etme eğilimindedir. Kadınlara ve yabancılara ayrımcılığı ve köle emeği kullanmayı yurttaşlık idealinin “eksik yanları” olarak nitelendirmesi bunun en açık kanıtıdır. Ne demektir “eksik yan”? Bu öyle bir “eksik yan”dır ki, küçük bir azınlık yurttaşlar grubunu, ezilenlerin, köleleştirilenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların omuzları üzerinde yükseltmektedir. Bu durumda, böylesi bir ayrıcalıklılar “demokrasisi”nin, günümüzdeki, yurttaşları kâğıt üzerinde eşit seçmenler haline getirerek yurttaşlıktan yoksun bırakan “demokrasilerin” karşısında öyle pek de özlenecek bir şey olmadığını düşünmeden edemiyor insan.

Bookchin, doğrudan demokrasinin köklerini ilkel topluluklarda ya da dinsel sektlerde arama eğiliminde olanları eleştiriyor. Evet ama, bu “primitivist” eğilimden pek mi farklıdır, Bookchin’in, demokrasiyi köleci ve ayrımcı antik düzenlerde araması. “Primitivist”ler, nasıl idealleştirdikleri ilkel düzenlerin içindeki baskıcı ögeleri görmezden gelmekteyse, Bookchin de idealleştirdiği antik demokrasilerin baskıcı ve ayrıcalıklı öğelerini küçümsemekte, önemsememektedir.

YEREL DÜZLEMDEKİ SINIF FARKLARI NE OLACAK?

Bookchin, daha çok, önerdiği yerel demokrasi sistemiyle ilgili bölümlerde, yerel düzlemdeki yurttaşı “politikanın çekirdeği” olarak görür, sistemini onun üzerine dayandırır. Ona göre, bu “yurttaşlık bilinci” karşısında, yerel plandaki sınıfsal farklar önemini yitirmektedir:

“Amerikan tarihinin hiçbir döneminde bu kadar büyük çeşitliliğe sahip yurttaş grupları oluşturulmamıştır; bu gruplarda yer alan her sınıftan insan, çoğunlukla son derece yerel nitelik taşıyan sorunlara karşı ortak bir çaba göstermekte, bunu yaparken de yerleşimin bütününün kaderini ve refahını düşünmektedir.

Nükleer reaktörlerin ya da nükleer artık depolarının yerlerinin belirlenmesi, asit yağmuru tehlikesi, zehirli atık depoları gibi Amerika’daki sayısız yerleşimi tehdit eden birçok sorun, şaşırtıcı derecede çeşitliliğe sahip birçok insanı ortak bir amaca yönelik hareketler çerçevesinde bir araya getirmiş, böylelikle ritüel nitelikteki her ‘sınıf analizini’ bütünüyle gereksiz kılmıştır”. (s.328)

Ekolojik konularda, yerel düzlemde böyle bir çıkar ortaklığını kabul etsek bile (aslında bu konularda da sınıfsal ayrımların birbiriyle çatışan çözüm önerileri getireceğini düşünebiliriz), eğer yerel plandaki yerleşime dayalı bir doğrudan demokrasi düşlüyorsak, bu yerel meclislerde, bir dizi başka konuda sınıf çıkarlarından doğan çatışmaların çıkmasının kaçınılmaz olduğunu saptamalıyız. Bunu, bizzat yaşadığım bir örnekle ortaya koymak istiyorum.

Kuzey Londra’daki Clissol Park’ın yakınlarında bulunan Brownswood mahallesinin yerel kütüphanesi, Islington Belediyesinin kesintileri yüzünden kapısına kilit asmak zorunda kalınca, bu kütüphane, içlerinde anarşistlerin de bulunduğu, bölgedeki squatçı (bina işgâlcisi) gruplar tarafından işgal edildi. Çoğunluğu “homeless” olan squatçılar, kütüphaneyi evsizler için bir yerleşim yeri haline getirmenin yanısıra, oldukça geniş bir salonu olan kütüphaneyi çeşitli konserler, kültürel faaliyetler için de kullandılar. Haftanın belli günleri, mutfakta gönüllü olarak yemek hazırlayan gruplar, kütüphaneye gelen evsiz ve işsizlere, kâr amacı gütmeyen, son derece ucuza (tepeleme dolu bir tabak yemek için 1 pound alınıyordu) yemek sağlıyorlardı. Hattâ squatçılar, Brownswood mahallesi halkıyla iyi ilişkiler kurmak ve onlara, kütüphanelerinin koruma altında olduğunu göstermek amacıyla, danslı ve müzikli bir gece bile düzenlediler ve mahalle halkını geceye davet ettiler.

Ne var ki, bütün bu çabalar, koca kütüphanenin kapısına kilit asmakta hiçbir sakınca görmeyen Belediye görevlilerinin takdirini kazanmadığı gibi, bir kısım mahallelinin de düşmanca nazarlarını üzerine çekti. Kütüphanenin derhal boşaltılması için karar alınan mahalle “meclisi” toplantısına, bir grup squatçıyla birlikte ben de katıldım. Bu yerel “meclis”te olup bitenler görülmeye değerdi. Squatçılar, söz alarak kendilerini savundular ve eğer kütüphane yeniden açılacaksa binayı derhal devretmeye hazır olduklarını belirttiler. Ama amaç, sırf onları binadan çıkarmak ve binayı yine kapalı tutmaksa, işte bu haksızlıktı. Çünkü bu binada çok sayıda evsiz ve işsiz insan barınıyordu. Mahallelinin bir kısmı squatçılardan yana çıktı. Ne var ki, “meclis”in iplerinin, giyimlerinden ve davranışlarından “iyi meslek” sahipleri ya da menajer oldukları derhal anlaşılan birkaç kişinin elinde olduğu anlaşılıyordu. Bu menajer takımı mahalle “meclis”ini “ikna” etmeyi becerdi ve kütüphanenin derhal boşaltılmasına karar verildi.

Bu örnekte de görüleceği üzere, Bookchin’in yapıverdiği gibi sınıf farklarını bir çırpıda ortadan kaldırıvermek, ya da yerel planda, sınıf farklarından arınmış bir eşit vatandaşlar kitlesini öyle hemencecik yaratmak, hele yaşadığımız koşullarda hiç de mümkün değildir. Menajer takımı, mahalli çıkarları dolayısıyla nükleer atıklara karşı çıkarken, “sosyal atıkları” uzaklaştırmayı da ihmal etmeyecektir.

Öte yandan, Bookchin’in yer yer kullandığı “sınıfsal” dil de oldukça rahatsız edicidir. Gerçi bu noktada, Bookchin’in, bir ölçüde, yine Türkçenin azizliğine uğradığını düşünüyorum. İngilizcedeki, “başıbozuk kalabalık” anlamına gelen “mob” sözcüğünün Türkçedeki karşılığının, ne yazık ki, “ayaktakımı” olması, bir talihsizliktir. Çünkü, “ayaktakımı” sözcüğü, “başıbozuk kalabalığın” ötesinde, “ayaklar baş oldu” deyişinde ifade edildiği gibi, “en alttaki kitle”yi de ifade etmektedir. Oysa İngilizceki “mob”, pekâlâ zenginlerin oluşturduğu bir başıbozuk kalabalık da olabilir. Ama Türkçede “ayaktakımı” dendi mi, doğrudan doğruya, bizim üst sınıfların, alt sınıflara bakışı akla gelir. Yine de, Bookchin, “mob” yerine, biraz daha dikkatli bir sözcük seçebilirdi. Çünkü onun kullanımında da, “mob”lar mülksüzleri imlemektedir (s.128). Nitekim, bu sözcüğün geçtiği bölümün devamında Bookchin, şu sözlerle gerçek düşüncesini ortaya koymaktadır:

“Maddi bağımsızlık duygusu ve özsaygının ... yarattığı ahlâki özden yoksun insanların gerçekleştirdiği isyanlar, devrimci nitelikteki yapıcı eylemlere dönüşebileceği gibi, kolayca yozlaşıp nihilist nitelikteki karşıdevrimlere de dönüşebilir.” (s. 238)

Bu satırları okurken, bir an, Stalin’in denetiminde yazılmış Bolşevik Partisi Tarihi adlı kitabı okuduğum hissine kapıldım. Bookchin kusura bakmasın ama, anarşist ve liberter literatürde, nihilizmin karşıdevrimci olarak nitelendirilmesine ilk kez rastlıyorum. Anarşistler, nihilizmi her zaman kardeş bir akım olarak görmüşlerdir, hattâ bir kısmı onu, anarşist geleneğin içinde kabul ederler. Anarşist kitap fuarlarında anarşist-nihilistlerin standını görmek her zaman mümkündür. Nihilizmi, karşıdevrimci olarak damgalama alışkanlığına sahip olanlar, Stalinistler ve Troçkistlerdir.

POLİS VE ORDU MU?

Bookchin, kent demokrasisinin esenliği uğruna “ordu” ve “polis” gibi kurumları da, bunlara farklı nitelikler atfetse de, onaylamaktadır:

“Polisin, profesyonel ordunun ve hattâ ulusal Muhafız Gücü (National Guard) adı verilen sahte milis gücünün yerine sahici bir milis gücünün, yani yurttaşlardan oluşan bir muhafız kuvvetinin getirilmesi gerekir; rotasyon sistemi çerçevesinde görev yapan polis devriyeleri ile özgürlüğe dışarıdan gelecek tehditlere karşı koymak üzere iyi eğitilmiş yurttaşlardan oluşan bir yurttaş ordusu, bu güçleri oluşturacaktır.” (s. 357)

Bookchin, burada, anlaşılan, önerilerinin cerbezesine kapılarak kendinden geçmiş, “ordu” ve “polis” sözcüklerini dikkatsizce kullanmıştır. Ya da, bir başka ihtimal, kendi fikirlerinin doğruluğuna ve olgunluğuna o kadar güvenmektedir ki, bu sözcükleri kullanma cesareti göstererek, kendine ne kadar güvendiğini ortaya koymaktadır.

Her ne hal ise, devrimin en yüksek noktada olduğu günlerde yazdığı Devlet ve Devrim adlı kitabında, Lenin bile, bu kavramları daha dikkatli kullanmak gereğini duymuştur. Bu iş çocuk oyuncağı değildir. “Para”ya ne kadar farklı anlamlar yüklerseniz yükleyin para, yine de paradır, işlevleri bellidir. Devlete, “halk devleti” adını verdiğiniz zaman nasıl o devlet gerçekten “halk devleti” olmuyorsa, polise de “halk polisi” dediğiniz zaman polis, “halk polisi” olmaz. Ordu da öyle. Burada tartıştığım Marksist arkadaşlara, bütün tartışmaların sonunda tembihlediğim tek şey vardı: “Siz siz olun, eğer kazara bir gün iktidarı ele geçirirseniz, sakın bir ‘halk polisi’ kurmayın. Çünkü, size işkence yapan polisleri yeniden işbaşına getirmek zorunda kalırsınız.” Şimdi bu Marksist arkadaşlar, beni yakalayıp, “bak, senin Bookchin de ‘halk polisi’ kuracakmış,” derlerse ben ne diyeceğim onlara?

SİSTEM İÇİ Mİ, DIŞI MI?

Bookchin’in beni en fazla tereddüte sevkeden görüşü, yerel halk meclisleri ile ilgili söyledikleridir. “Tereddüte sevkeden” diyorum, çünkü, bu noktada Bookchin’in önerdiği yerel halk meclisleri sisteminin, bugünkü kapitalist sistemlerde var olan yerel belediye meclisleri mi, yoksa bunlara alternatif olarak, sistem dışı örgütlenen, devrimci nitelikte halk meclisleri mi olduğu noktasında bir netlik yoktur. Örneğin aşağıdaki alıntılarda, sanki birinci türde, yani sistem içi meclisleri kasdeder gibidir:

“Konfederasyona dayalı yerel yönetimleri savunanlara bilinçli bir şekilde harekete geçmeleri çağrısında bulunuyorum: bu kişiler yerel seçimlere katılarak kent ve kasaba yasalarını değiştirmeli, doğrudan demokrasi ortamı yaratacak yurttaşlık konumlarını yeniden yapılandırmalı ve üretim araçlarını, partikülarist sistemlerde olduğu gibi “işçilerin” ya da devletin eline değil, yurttaşların kontrolüne vermelidir.” (s. 23)

“... yerel yönetimlerin konfederasyonunu savunanların yerel yönetimler için seçimlere katılmaları, aslında devletin, bölgenin ve ulusun yönetim organlarına ve kurumlarına karşı bir harekettir.” (s. 24)

“... bu yaklaşım, yerel yönetimlerin gücünün yavaş yavaş arttırılması ve belediye meclislerinin manevi güç kazanmalarını öngörür... Benim önerdiğim slogan şudur: ‘Cumhuriyeti demokratikleştir! Demokrasiyi kökten değiştir!’” (s. 24)

Öte yandan Bookchin, kendi yerel halk örgütlenmesine örnek olarak, Rusya’yı, Almanya’yı, İspanya’yı ve Macaristan’ı vermektedir (s.309). Evet ama, sözü geçen ülkelerdeki halk örgütlenmeleri, sistem içi belediye meclislerinde örgütlenerek değil, sisteme karşı devrimci halk örgütlenmesi alternatifleri yaratarak gerçekleşmiştir. Rusya’daki Sovyetler, İspanya’daki yerel işçi ve köylü konseyleri, Macaristan’daki işçi komite ve konseyleri, sistemin kurumlarından tamamen farklı, onlara karşı halk ve emekçi inisyatifleri olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi Bookchin, kitabın ilerleyen sayfalarında, başlangıçtakinden farklı olarak, bu tür devrimci meclislerin oluşturulmasını önerir gibidir:

“En başta yapılması gereken, yurttaşlar meclisinin tekrar yaşama geçirilmesidir; bunlar insanî ölçekli yerleşimlerde kasaba meclisleri şeklinde, büyük ve hattâ metropolitan kentlerde ise mahalle meclisleri şeklinde olabilir. (s. 324)

Mahalle meclislerinin delegelerinden oluşan meclisin amacı, resmi Belediye Meclisi’nin yerini alarak Burlington’da sahici bir meclisi oluşturmak olmalıdır.” (s. 341)

Şimdi, yerel yönetimlere dayalı meclislerden yana olan vatandaşlar olarak Bookchin’e sormamız gerekiyor: bunun için, kitabın ilk sayfalarında önerdiği gibi, yerel seçimlere katılıp belediye meclislerine mi seçilmeye çalışacağız, yoksa kitabın sonlarında önerdiği gibi, belediye meclislerinin yerini alacak sahici mahalle meclislerini oluşturmak için mi çaba göstereceğiz?

Bookchin, yerel düzlemi kastederek, “politik yaşamın bu indirgenemez nitelikteki temel birimini göz ardı” etmenin, “satranç tahtası olmadan satranç oynamaya” benzediğini (s.354) söylüyor. Doğru ama, sistem içi yerel meclislerle devrimci bir yöneliş sağlanamayacağını gözardı etmek de, tavla tahtasında satranç oynamaya benzemiyor mu?