Zifiri Karanlığında IŞİD

Bu yazıya başlarken IŞİD’i Ortadoğu’nun, Suriye trajedisinin siyaset sahnesinden silmeyi hedefleyen ABD/Batı Avrupa öncülüğündeki askerî harekât projesi yürürlüğe konulmuş, IŞİD mevzilerine yönelik bombardımanlar sıklaştırılmıştı.

Öyle görünüyor ki; bu sayı okura ulaştığında, harekâtın ilk safhası tamamlanmış, tüm dünya kamuoyu ile birlikte bizler de, yüzlerce IŞİD mensubunun yanı sıra özellikle örgütün yuvası, başkenti konumundaki Rakka’nın harabeleri altında can vermiş belki yüzlerce çocuk, kadın ve yaşlı ile çizilecek ürpertici bir bilanço üzerinde konuşuyor olacağız.

Sünni Müslüman halklar hariç dünyanın kalanının bu bilanço üzerine konuşmalarında ölenler için bir üzüntüye, yazık oldu duygusuna pek, hatta hiç rastlamayacağımızı şimdiden biliyoruz. Önceden verilmiş “bunu hak etmişlerdi” yargısı, bilanço ne denli ağır olursa olsun değişmeyecektir. “Zaten, kendilerini hedef alacak bir operasyonu zorunlu, meşru kılacak her şeyi yaptılar, adeta teşvik ettiler, davet ettiler hatta, dolayısıyla istedikleri oldu” diyenlere de itiraz edilemeyecektir.

Dolayısıyla; tüm dünya devletlerinin doğrudan veya dolaylı olarak destek verdiği, bunun yanı sıra temsil ettikleri din, mezhep, ulus veya etnisitenin medenilik iddiasını taşıyan kurum ve kuruluşların tamamının da onayını alan; böylece tarihte eşi olmayan bir uluslararası konsensus üzerinden icra edilen IŞİD’e karşı operasyon, bilançosu ne denli ağır olursa olsun ne zihinlerde ne de vicdanlarda ağır bir insanlık yükü olarak algılanacaktır.

Ancak, içinde yaşadığımız 1500 yıldır İslâm dininin dokularına –örmese bile– nüfuz ettiği bir kültür dünyasında yaşayan bizler, şüphesiz en başta Sünni Müslüman çoğunluk olmak üzere, IŞİD ve benzeri oluşumların ne bu kültür dünyasının ne de Sünni İslâm’ın ana mecra norm ve normallerini temsil ettiklerini, her kültür ve dinde ortaya çıkan bir aşırılık/sapkınlık örneği olduğu argümanına sığınmakla yetinemeyiz. Kaldı ki bu tür açıklamalarla yetinenler o aşırılıkların ortaya çıktığı yer ve zamanın özel, istisnai koşullarını –bu durumda iç savaş halini örneğin– gerekçe göstererek daha kapsamlı ve “hakikate yaklaştıracak” iç sorgulama kanallarını da tıkamış oluyorlar. Veya dahası zaten amaçları bu sorgulamayı yaptırtmamak olduğu için “koşullar”ı, bilhassa vurguluyorlar.

Elbette ki bu esastan kısıtlayıcı “koşullara odaklı” yaklaşımı dahi bulandıranlar var. Örneğin ele aldığımız konu bağlamında Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri ve Türkiye’nin yönetici kadrolarının ve onların fetvacısı İslâmi akımların tutumu bunun en pespaye tarzını yansıtıyor. Çünkü herkesin bildiği gibi bu devlet ve yönetimler –elbette ABD ve Batı Avrupa’nın da teşvikiyle– içinde El-Nusra ve IŞİD’ı oluşturacak eğilimlerin de yer aldığı Suriye’deki isyancı grupları bolca sağladıkları silah, mühimmat, malzeme ve bilhassa para ile desteklemeyi yıllarca sürdürmüşlerdi. Ancak, isyanın böylece desteklenmesine katılan, onay verenlerin bir kısmı, daha isyanın ilk yılı dolmadan hareketin içinde El-Nusra, IŞİD ve benzeri “aşırı” grupların ağırlıklarını giderek arttırdıklarını, belirleyici hale geldiklerini görüp ilgili devletleri uyardı ve silah, para desteği, lojistik kolaylıklar konusunda “dikkatli” olmaları gerektiğine dair uyarılar yaptılar. “İlgili devletler”, ya bu uyarıları dikkate almanın “saha”daki pratik zorluklarını gerekçe göstererek ama daha çok da o grupların mevcut durumda “kullanım değerleri”ni hâlâ koruduklarının hesabını yaparak bu uyarıları kaale almaz gözüktüler. Hatta Türkiye’den gayet iyi bildiğimiz, tanık olduğumuz üzere o “aşırı” gruplarla ilgili karanlık fiiller örtbas edildi, örtbas edilemeyen ürpertici davranışları savunuldu veya “mazur” gösterildi. Aynı şeylerin Suudi Arabistan ve Emirliklerde de olduğu açıktır.

Kolayca tahmin edilebilir ki, IŞİD ve benzeri gruplar da bu devletler tarafından birer kullanım nesnesi gibi görüldüklerini, ilgili devletlerin Suriye ve Ortadoğu üzerindeki amaç ve hesaplarına yararlı oldukları sürece destekleneceklerini, “iş”leri bitince de terk edilip bu kez de tasfiyeleri için uğraşılacağını biliyorlardı. O nedenle de daha “kullanılıp atılma” noktasına gelmeden önce, henüz güçleri varken bir hamle yaparak malûm devletlerle ilişkilerinde inisiyatifi ele geçirdiler. İçlerinde –gayet kanlı iç rekabet ve çatışmalardan sonra– en güçlü konuma gelmiş olan IŞİD’in Suriye ve Irak’ın Sünni çoğunluklu bölgelerinde “alan hâkimiyeti”ne yönelik saldırılarını yoğunlaştırması ve ardından “devlet” olduğunu beyan etmesi, hatta daha ileri giderek “Halifelik” makamını sahiplenmesi herhalde ne Suudilerin ne Emirliklerin ve ne de Türkiye’nin hesaplarına uygundu. Bir emrivaki gibiydi ve o devletlerce “kullanıldığı” farz edilen IŞİD, bu hamlesiyle onları “kullanan” pozisyonuna geçmiş oluyordu. Türkiye IŞİD’in Musul yöresini ele geçirmek için saldıracağı haberlerinin kesinlik kazanmasına rağmen oradaki Konsolosluğu’nu tam kadro yerinde tutarak IŞİD’i en azından denetiminde tutabileceğini sanmış ise de; IŞİD, konsolosluğu zorla işgal edip personelini rehin alarak bu hesabı da boşa çıkardığı gibi Türkiye’nin de elini ayağını bağlamıştır.

Bir ara hatırlatma yapalım bu noktada. Bilindiği üzere daha ABD’nin Irak’a ilk savaş açtığı 1990’larda, ardından ikinci savaş ve işgal döneminde “Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi” gündeme getirilmiş ve aşağı yukarı bugün IŞİD’in hâkimiyet kurduğu sahada bir Sünni Arap devleti projesi sunulmuştu. Irak’ın tamamında Sünni Arapların, Baas üzerinden sağladıkları egemen konumu yeniden elde edemeyecekleri anlaşıldığında ve İran-Rusya destekli Baas diktasını devirme hesabı tutmayınca Suudilerin ve Emirliklerin de kabul edeceği bilinen bir proje idi bu. Soru şu: IŞİD’in son hamlesinden önce, aşağı yukarı geçen yılın bu aylarında tam da o projenin yürürlüğe konulma koşulları oluşmuşken, neden IŞİD projenin öngördüğü sahayı “zapt ettikten” sonra –tıpkı Kuzey Irak Kürt yönetiminin yaptığı gibi– de facto bir devlet gibi kabul edilmesini mümkün kılacak bir yol izlemek yerine; kendisini “terör örgütü” nitelemesinin bile hafif kalacağı bir tutum ve eylemler serisine kaptırdı. Ezidilerin toplu bir katliamdan kıl payı kurtulmalarının, kutsal yerlerinin tahrip edilmesinin, kadınlarının köle gibi satılmasının ve benzeri vahşet manzaralarının “devlet gibi” addedilmesini nasıl imkânsız kıldığı bir yana; öyle bir amaç olduğu takdirde bir ABD’li ardından Batı Avrupalı bir rehineyi göstere göstere infaz ederek bu devletlere meydan okumak, “çiçeği burnunda” bir devletin yapacağı iş midir?

Demek oluyor ki IŞİD’in bildiğimiz anlamda bir –de facto– devlet olmak veya öyle addedilmek gibi bir amacı yoktur. Dolayısıyla da yıllardır kendisini –kullanmak için– beslemiş Suudi Arabistan ve Emirliklerin ona biçtikleri rolü de terk etmiştir.

O halde IŞİD ve amacı nedir, bu konuda ne söylenebilir bahsini az sonra ele almak üzere; bu oluşumun yıllar boyu destekçiliğini yapmış, beslenme kanallarını açmış Suudiler ve Türkiye gibi devletlerin tutumuna dair bazı, mutlaka işaret edilmesi gereken noktaları belirtelim.

Söz konusu devletlerin IŞİD tüm dünyada dehşet ve öfke uyandıran eylem ve tutumlarıyla ilk kez sahnede belirdiğinde onunla aralarına “mesafe” koyamamalarının, hatta mazur göstermeye yeltenmelerinin dayandığı siyasi hesaplarla IŞİD’le aralarındaki o “kullanma” ilişkisinin bağlantısı malum. Ama bunun bir de o devletlerin/iktidarların taşıdıkları “İslâmcı” sıfatıyla, varlıklarının ve meşruiyetlerinin önemli bir parçası olduğunu iddia ettikleri “İslâmiyet’i koruma” misyonunu nasıl algılayıp yerine getirdikleri sorunu ile de ilişkisi var.

Bilinmektedir ki; İslâmiyet’i koruma misyonu ve bunu odağına alan İslâmcılık akımı, Müslüman toplumların yeni bir zihniyet ve davranış ufku olarak modernliğin ve bununla donanmış “Batı dünyası”nın her alandaki ezici üstünlüğü ile baş edebilme kaygısından doğmuştur. Birikim’in İslâmcılık ile ilgili özel sayısındaki (Temmuz-Ağustos 2014/sayı 303-304) yazılarda da belirtildiği üzere bu akımın başlıca varyantları, belli bir süre sonra söz konusu Batı üstünlüğünün hemen tüm unsurlarının bir endüstri toplumu olabilmekte özetlendiğini anlama noktasına gelmişlerdir. Gerçi bu vargıya Müslüman çoğunluklu toplumların daha seküler kesim ve zümreleri daha erken varmışlar ise de en azından 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, aynı tespitte birleşen seküler –milliyetçi/jakoben– yönelim ile İslâmcılığın kitlesel destek sağladığı –muhafazakâr, liberal– yönelimler arasındaki siyasal rekabet ve mücadele ile geçirilmiştir 20. yüzyıl. Gayet özetle ifade edecek olursak; toplumlarının kaderini 20. yüzyılın son on yıllarına kadar belirleyen –Atatürkçülükten, İran’daki Şahlık rejimine, Sukarno’dan Baas diktalarına kadar– seküler milliyetçi yönelimler o “Batı üstünlüğünden kurtuluş” amacına varmakta başarılı olamamış; ardından da –bu başarısızlıktan da yararlanan– İslâmcı sıfatını bir biçimde taşıyan iktidarlar, Müslüman çoğunluklu ülkelerin hemen tamamında işbaşına gelmişlerdir. Ancak çok geçmeden anlaşılmıştır ki bu İslâmcı iktidarların perspektifi ile de iktisadi bir gelişme, belli bir refah düzeyi sağlanabilir olsa da “Batı” ile denk düzeye gelebilme mümkün olamayacaktır.

Yine gayet özetle ifade edersek; eğer “bu mümkün olamayış” İslâmcı kadroların yetenekleri, niyet ve tutumları ile açıklanabilir gözükse idi pekâlâ “aşılabilir” bir sorun olurdu. Ancak bilincine varılan diyemesek bile derinden sezinlenen şu idi ki; “Batı” ile denkleşmeyi ve hele ona üstün gelmeyi sağlayabilecek bir endüstriyel toplum olabilmenin zorunlu unsur ve koşullarıyla, özet olarak gerektirdiği zihinsel ve davranışsal perspektifiyle İslâmiyet ile özdeşleştirilen birçok kurum, kural ve “değer” neredeyse esas itibariyle uyumsuzdur, çelişmektedir.[1]

Belirtmek gerekir ki; söz konusu yargı/sezgi, İslâmcı iktidarların deneyimini de gördükten sonra edinilmiş olmaktan çok, “Batı” toplumları ile çok daha yakın, sık ve içeriden bir temasın olduğu 1980’ler sonrasının bu özelliği ile daha fazla ilişkilidir. Çünkü, bu dönemde hem o Batı toplumlarına işçi veya öğrenci olarak giden, ikâmet eden her ülkeden Müslümanların sayısı çok artmış; hem de o ülkelerde yerleşme hakkı kazanmış ilk kuşak göçmen veya sığınmacıların orada büyüyen çocukları gençlik çağına ulaşmıştır. Batı toplumlarının bu kesimlere karşı çoğu kez gizlenmeye bile gerek duyulmayan küçümseyici, dışlayıcı tutumlarının doğurduğu tepki elbette azımsanamaz ama İslâmcı silahlı mücadele örgütlenmelerinin neden ilk kez ABD ve Batı Avrupa’daki Müslüman topluluklar içinde filizlendiğini de tek başına açıklayamaz. Şüphesiz o tarihlerde El-Kaide ismi yavaş yavaş duyulmaktaydı ama bilindiği üzere Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı mücadele bağlamında şedit “anti komünizm”iyle tanınıyor ve ABD tarafından desteklendiği de biliniyordu. Bu bakımdan 1990’ların ortalarından itibaren El-Kaide’nin Batı/modernlik ve özellikle de ABD düşmanlığı ile beliren kimliğinin bir “model” olarak bütün ülkelerin Müslüman gençliği üzerinde gittikçe yayılan bir etkide bulunması, Cihad kavramının onun tutumu ekseninde içeriklendirilir hale gelmesi bir dönemeçtir. Ve bu dönemecin gerçekleşmesinde El-Kaide ve “süper güç SSCB’yi yenen” Afgan İslâmî direnişinin zaferi, yüksek prestijiyle hızlandırıcı bir faktör olmuştur.

Ancak daha 1990’ların ortasına varmadan o zafer duygusunun yerini derin bir hayal kırıklığının, bir “kullanılmışlık”tan doğan öfkenin aldığını bizzat El-Kaide ve Usame Bin Ladin’in hikâyesinde gayet açıklıkla görebiliyoruz.

Konumuz bu hikâyeyi anlatmak değil. Üzerinde durmamız gereken sorun; 1990’lardan bu yana en radikal dışavurumlarını El-Kaide’nin, Hamas’ın ve Çeçen Direnişi’nin intihar saldırılarında, Batı metropollerinde gerçekleştirilen kitlesel ölümlerle sonuçlanmış sabotajlarla, Taliban’ın İslâmîyet ile ilgisi olmayan her şeyi yok etmeye kararlı tutumuyla, IŞİD’in övünerek gösterdiği vahşi infaz ayinlerinin yanı sıra aynı tahrip mantığını işlettiği uygulamaları ile gördüğümüz İslâmcılık dünyasında, bu bahsedilen “radikalizm”in, istisna olmaktan çoktan beridir çıkmış olmasının anlamıdır.

Dikkate almak gerekir ki; bir akımın, dünya görüşünün radikal ifadesinden, temsilinden bahsettiğimizde onun dışsal koşul ve zorunluluklara tâbi olmayan, bunlara uyarlanmayı reddeden ve tamamen kendisine özgü olana odaklandığında amacına ulaşacağını varsayan, buna inanan tezahüründen bahsederiz.

Bu açıdan tipik eylem biçimleri ile bir İslâmcı radikali, kendi hayatını hiçe saydığı gibi sadece savaşabilenlerden ibaret saymadığı, o nedenle de kadın ve çocukları da içine dahil ettiği “düşman”ları öldürmeye gayet kararlı biri diye tanımlayabiliriz. Onun nezdinde bu “düşman”lar ne kendisinin temsil ettiği “doğru”ya ikna edilebilirler ne de onlarla mücadele etmenin başka bir yolu vardır.

“Düşman”ın bu kapsamda tanımı, şiddet ve öldürmeden başka bir yolun olmadığı yargısı, elbette bu İslâmcı radikallere özgü değildir. Ama onlarınki de dahil tüm bu “radikallerin” nihilist, yani herhangi bir kazanma, bir amaca erişme umudu olmayan biri addedilmemeleri için, bu eylemler üzerinden hedefledikleri amaca/zafere ulaşabileceklerine dair şu veya bu derecede inandırıcı bir kanıt veya mantık dizisine yaslanmaları gerekir.

11 Eylül’ü gerçekleştirebilmiş bir El-Kaide, rehinelerin gırtlağını keserek Batı’ya meydan okuyan IŞİD, Avrupa metropollerinde yüzlerce kişiyi öldüren sabotajlar düzenlemiş El-Kaide veya ondan esinlenmiş radikal İslâmcılar, bu tür eylemleri defalarca yapıp yıllarca da sürdürebilseler dahi; böylece İslâmcılığın kökensel amacını, yani “Batı”yı, onu şimdiki üstün konumuna getiren modern zihniyeti “yenebilmeyi”, yeniden üstün konuma geçebilmeyi gerçekten düşünüyor olabilirler mi?

Kuşkusuz tipik radikal İslâmcı eylemlerinden sonra bir zafer sevinci ve retoriği dile getiriliyor ama bunun İslâmcılığın kökenindeki zafer tanımıyla artık herhangi bir ilişkisi yoktur. Modern/Batı toplumlarının yapma, icat/yaratma, geliştirme ve düzenleme maharet ve kapasiteleri ile eşdeğer, hatta üstün bir toplum hayal eden İslâmcılığın 21. yüzyıldaki bu “radikal” uzantıları için böyle bir hedef tamamen terk edilmiş; radikallik, çaresizliğin öfkesiyle tutunulmuş bir dala indirgenmiştir.

Burada zafer, düşmana karşı silah kullanmanın, onu yok etmeye yönelik bir hareketin içinde yer almanın –sonucundan dahi bağımsız olarak– bizatihi kendisidir. Cihaddır bu. Ve bu cihadın zaferle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını merak bile etmeksizin ve zaten az önce tanımlanan içerikte bir zaferin mümkün de olmadığını duyumsayarak sırf o “cihad”ın içinde yer almanın kendisidir zafer. O nedenledir ki radikal İslâmcılığın ideologları zafer –Müslüman toplumların eski şaşaalı konumlarına yeniden ulaşma– deyimi yerine Cihadı onun tanımında da “Şehadet” unsurunu önce çıkarıyorlar. Ve böylece ayrıca bir zafer tanımına, beklenti veya umuduna da ihtiyaç kalmamış oluyor. İslâm adına yapılan –içeriği ne ve nasıl olursa olsun– bir eylemde şehit olmak başlı başına bir amaç/zafer olarak algılandığında, zafer kazanılacak mı sorusu dahi anlamsızlaşmış oluyor.

Şehadetin bizzat kendisinin zafer addedilmesi, bu ikame, başka soruların da önünü kapatmaya yarıyor. Herhangi bir sorgulamayı gereksiz, anlamsız kılan bir işleve haliyle sahip olan bir kavramdır şehadet, çünkü.

Düşmanla savaşırken, onun mensuplarını yok etmeyi hedefleyen bir eylemin yapıcısı veya parçası iken ölmeyi, bunun bir gereği olarak kendini öldür(t)meyi nihai amaç/mutlak zafer addetme düşüncesi, hiç şüphesiz bir “şehit namzedi”nin kendini İslâmîyet’in maruf şehitleriyle özdeşleştirme olanağı ile ilintilendirilmiş olmalıdır. “Yeni” şehadet anlayışı, bunu yaparken gerçek bir zafer umudu ve güveninden büsbütün yoksunluğunu örtmeye yarayan o sorgulamama ögesini kullanır bu işlem için.

Yeni şehit namzetleri, örneğin İslâm’ın yükseliş çağının İslâm egemenliğini yaymak için girişilmiş savaşlarda ölen idol şehitlerinin kendilerince imal edilmiş silah ve donanımla benzer silah ve donanıma sahip düşman savaşçılarıyla çarpıştığı olgusu ile kendi durumu arasındaki acıklı çelişkiyi zihninden kovmuş olmalıdır ilkin. “Batı”da, modern dinamiklerin kullanılmasıyla üretilmiş silah, mühimmat ve donanımla, bunları daha şimdiden ıskartaya çıkarmış, niteliksel olarak çok daha güçlü olanaklara sahip bir “Batı”ya karşı zafer kazanabileceğini sanmak gülünç bile değilken; “şehadet”e gönüllü olmak, bu noktaya gelmek nasıl mümkün olabilir? Tekil, istisnaî örneklerden değil, İslâm ülkelerinin özellikle yoksul varoşlarında yaşayan yüzbinlerce gencin kapıldığı bir eğilimden, “şehit” Usame’nin resmi basılı tişörtlerle dolaşan, şehadet çağrılarıyla donanmış afişleri odalarının, izbe atölyelerinin duvarlarına asan gencecik insanlar kitlesinden söz ediyoruz. IŞİD’in veya benzeri bir örgütün propagandacılarının her defasında beşer onar kişilik kafilelerle “cihad” ve şehadet noktalarına sevk edebildiği bir “potansiyel”den söz ediyoruz.

İnsanın, özellikle daha genç bir insanın şehadeti yani cennetle mükâfatlandırılma kesin “imkânı”nı amaç edinme noktasına gelebilmesi, bu dünyada yaşayarak ulaşabileceği değerli, anlamlı, övünç verici hiçbir amacının gerçekleşmeyeceği, olamayacağı kanısı veya sezgisi ile sürüklendiğinde mümkündür.

Cennetle mükâfatlandırılmanın cezbesi ile kendini de telef etmeye hazır olarak kapsamını azami ölçüde genişletebileceği “düşman”larının bir kısmını yok etmeye giden bir radikal İslâmcı, o cezbeye kapılmanın dolaysız biçimini, saf halini temsil ediyor. Ancak şehadet kavramının cezbesinde davranmanın, daha doğrusu davranır gibi görünmenin çok daha yumuşak –riyakârca da diyebiliriz– türleri de var. İslâmcı akımların yükseliş döneminin rüzgârlarıyla iktidara gelen, ama vaadedilmiş zaferin imkânsızlığını ilk sezen ve kabullenenlerden olmakla birlikte; o rüzgârla mevkiler ve servet kanalları edinen örneğin AKP türü oluşumların, beslenmesine özel bir dikkat sarf ettikleri konumlarını muhafaza etmek ve muhafazakârlığın egemenliğini sürdürmek için stratejik önemde gördükleri potansiyeli de bunlar oluşturuyor. AKP iktidarı döneminde şehit, cihat ve mücahit sözcüklerinin suyunu çıkarırcasına kullanılmasının anahtarı da buradadır. Ve elbette Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumuna ilişkin o çok kullanılan “kutuplaştırma” politikasının da.

Bütün Müslüman çoğunluklu toplumlar dünyasına ilişkin olarak yapılan, İslâmcılığın global tarih ölçeğinde kabullenmek zorunda kaldığı “zaferin imkânsızlığı” tespitinin Türkiye ölçeğinde, İslâmcılıktan beslenen bir iktidar deneyimi –AKP– özelinde nasıl tezahür ettiğini Birikim’in geçen ayki sayısında (Eylül 2014-305) ele almıştık. Orada işaret edilen noktaları da hatırlatarak, AKP iktidarının şehadet-cihat kavramlarının cezbesine kapılmanın “yumuşak” türlerini kullanma stratejisi üzerinde de kısaca durmalıyız. AKP yönetici, sözcü ve ideologlarının IŞİD, El-Nusra türü örgütlere, eğilimlere “terör örgütü” demekte zorlanması, demeye mecbur kaldığında –şu andaki gibi– ise bunu gönülsüzce yaptığını bilhassa göstermesi sadece o örgütlerle yıllar boyu sürmüş işbirliğine yakın ilişkilerin ağırlığı değildir. AKP, İslâmî radikalizmin saf diye nitelenebilecek, bu savaşa odaklı “yeni” tezahürüne bürünme kararlılığı veya “cesareti”ne sahip olmayan veya o kararlılığı AKP neo-liberalizminin sunabileceği “fırsat”ları kollama ile yan yanalaştıran Sünni çoğunluğun geniş alt-orta katmanlarındaki yaygın potansiyeli kullanabilme imkânını kaçırmamak, daraltmamak için yapıyor bunu. Bu fırsatçılıkla harmanlanmış, dolayısıyla kof radikalizm, saf İslâmî radikalizmin düşmana karşı gösterdiği ürkütücü hatta tiksindirici ama sahici öfke ve nefretin taklidini yaparak var ediyor kendisini. Gezi olayları döneminde Recep Tayyip Erdoğan’ın “evlerinde zor tutuyorum” diye bahsettiği kesimdir bu. İktidar-devlet desteğini arkasında bulmanın güveniyle ellerinde saldırı aletleriyle göstericilerin küçük gruplarına polisten bile daha gaddarca saldırabilen, R. Tayyip Erdoğan’ın mitinglerinde “vur de vuralım, öl de ölelim” diye bağrışanlardır. Gerçi Erdoğan ve partisinin onlara ölüm emrini vermeyeceğini, çünkü mevcut “dünyalıkları”nı böylece tehlikeye atmayacaklarını neredeyse kesinlikle bildikleri için gerçek bir vuruşma ihtimalinin olmadığı garantisiyle öl de ölelim haykırışıyla Cihad ve şehadete katılmış gibi görünmenin “rantı”ndan da yararlanma fırsatını kullanmış addediyorlar kendilerini.

İslâmcılığın temel taşı olmuş iddia kavram ve sözlerin, içeriklerinin boşalmasıyla, sırf söze ve ayağa düşmesinin, ibretlik halidir bu.

 

[1]   Ve aslında Müslüman toplumlardaki seküler modernist akımların da başarısızlık nedeni bununla ilişkilidir. Çünkü onlar da din –İslâmiyet– ile aralarına belirli bir “mesafe” koyduklaı inancında iseler de; İslâmiyet’in sadece kendi özel diliyle harmanladığı modern-öncesi kültür ögeleri ve zihniyet tarzını içselleştirerek şekillenmiş idiler. Kendini yeniden üreten bir endüstriyel toplum, özellikle de yenilenmesini hızlandırarak geliştirecek, böylece üstünlüğünü perçinleyecek bir toplum için zorunlu olan sınırsız düşünebilme ve sorgulama ufku onlar için devraldıkları toplumsal ve siyasal kültür açısından gayet “sorunlu” addediliyordu. O nedenle de az önce işaret ettiğimiz o “mümkün olmayacak” yargısı ya da sezgisi Müslüman toplumlar dünyasının İslâmcıların olduğu kadar Atatürkçülük, Baas gibi “seküler”lerini de içerir.