12 Haziran Seçimleri: Tuzaklar ve İhtimaller

Seçimin sayısal sonuçlarına bakıp, Türkiye medyasının o ‘klasik” sorusuna “seçmen ne mesaj verdi” sualine cevap yetiştirmek isteyeceklerin işi bu kez fazlasıyla zor ve karışık görünüyor.

“Kendi seçmenleri”nden aşağı yukarı aynı oranda oyu bu seçimde de alan BDP eksenli blok ile MHP’ye verilen “mesaj” zaten belli ve burada pek sorun yok. Ama, oyların % 75’ini alan iki büyük partiye seçmenin “hangi mesajı verdiği” sorusuna gelince işler alabildiğine çatallaşıyor.

Örneğin, bu seçmen, her genel seçimde oylarını arttırarak şimdi % 50’lere ulaştırdığı AKP ve liderinin, başlattığı bütün –AB, Roman, Alevi ve özellikle Kürt– “açılım”larını güdük bırakmasına rağmen; vaadettiği yeni anayasanın söylendiği gibi “ileri demokratik” olacağına güvendiği, bunu istediği, teşvik ettiği mesajını mı vermiştir? Yoksa, AKP liderinin tüm kampanya süresince en fazla BDP’ye yüklenip, “biz varken MHP’ye ihtiyaç yok” dercesine, sadece yağlı urgan teşhiri eksik bir Devlet Bahçeli tavrı sergilemesine ve bunu üstelik –Zerdüştlük, Kürtçe ezan gibi– dinî karalamalarla bezemesine mi “bu yolda devam et” demiştir?

Daha işgüzar mesaj arayıcıları, AKP’nin her seçimde oy oranını arttırmasına mukabil, her seçimde daha az milletvekili çıkarmasından, % 32 ile neredeyse anayasayı tek başına değiştirecek bir çoğunluktan, % 40 ile aynı şeyi ancak referanduma giderek yapabilecek sayıya, % 50 ile de bu çıtanın altına inişinden dolayı “verilen mesajın” şifresini çözmekte de bir hayli zorlanacaklardır.

CHP’ye gelince, durum daha da çetrefilleşmektedir. “Seçmen”, oy oranını geçen seçime göre 5-6 puan arttırdığı CHP’ye, listesine aldığı, sahiplendiği Ergenekon sanıkları nedeniyle ödüllendirerek bu tutumunu sürdürmesi mesajını mı vermiştir? Veya aynı listede 90’lı yılların artık enkazı kalmış merkez sağ adayların yer aldığını görüp; bunların liste başı olduğu yerlerde geçen seçim o merkez sağa (DYP/DP’ye) verdiği oyları CHP’ye naklederek böylece şekillenen bir “yeni CHP”yi onayladığını mı göstermiştir? Yoksa bu seçimde o mahut laikliğe kilitlenmiş dil yerine ekonomik popülizm rüzgârları üfüren CHP’nin, kayıtlı üye sayısını bile koruyamamış bir DİSK’in başkanına milletvekili olma fırsatını vermesini sosyal demokrat kimliğinin güvencesi saydığı mesajını mı vermiştir?

Bu karmaşıklık yetmezmiş gibi; CHP’nin bu seçimde asgari % 30 olması gerektiğini buyuranlar da, “seçmen”in yukarıdaki mesajların tam aksini verdiğini iddia edip öncelikle kendi aralarında dalaşmaktadırlar. Dolayısıyla CHP’de kimin ne dediği, CHP’ye kimin ne dediğini çözmek, Gordion düğümünü çözmeye eşdeğer bir sorun demektir.

Yani özetle seçmenin hem genel gidişata hem de özel olarak oy verdiği partiye bilhassa söylediği hiçbir şey yoktur. Hatta iddia edilebilir ki; bu seçim, Türkiye tarihinde “seçmen”in isteğini/sorunlara cevap eğilimini en az ifade ettiği; bu anlamda en apolitik seçim olmuştur. Sonuçlar da buna uygun teşekkül etmiştir. Kısaca “seçmen”, Cumhuriyet tarihimizin en kritik dönemlerinden biri olacak önümüzdeki dönemde, devleti yeniden şekillendirecek ve bunun en hayati rüknü olarak “Kürt sorunu”nun öyle ya da böyle nasıl “bitirileceği”ni belirleyecek yeni, sivil bir Anayasa sorunu başta olmak üzere, ülkenin kimliğini ve geleceğini tayin edecek zorunlu hale gelmiş kararların verileceği bu tarihî eşikte, başlıca partileri, bir başka ifadeyle “yönetici” sınıf”ı kesinlikle bağlayıcı bir tutum sergilememiştir. Onları tamamen “serbest” bırakmış; Kürt nüfus yoğun iller hariç, ülkenin tamamında neredeyse heyecansız, olaysız geçen seçim kampanyasının “doymuş” sükuneti ile, partilerin üst kadrolarına, “seçim sonuçlarını istediğiniz yerden, niyetinize göre okuyabilir, kararlarınızı verebilirsiniz” demiş ve böylece de nereye sürüklenirse oraya gideceğinin mesajını vermiştir bir bakıma.

Bu tutumun açık kanıtı; hiçbir partinin sivil Anayasa/Kürt sorununun çözümü bahsinde olsun, muallaktaki AB’ye katılım ve giderek yakıcı hale gelen Türkiye’nin Doğu Akdeniz merkezli dünyada nasıl bir “rol” oynamayı düşünebileceği sorununda olsun; bir fikir verecek netlikte bir perspektif, görüşler sunmamasına mukabil, bu yönde ne kampanya platformlarında ne de seçmenler arasında bir tartışma cereyan etmiş, bu ihtiyaç dile getirilmiştir. Bu noktada hayli ayrıksı olduğu söylenebilecek BDP ve seçmen kitlesinin durumu ayrıca ele alınmaya değer elbette.

Başlıca partilerin bu “içeriksizlik”ten, sahici bir siyasal fikir, tez ve tasarım denilebilecek şeylerin sönük, ilgi uyandırmaz hale gelmiş kalıntılarından ibaret kampanyaları karşısındaki seçmenlerin bu gevşemiş tutumundan rahatsız oldukları söylenemez. Hatta onlar bu görüntü ile son yılların en yüksek seçime katılım oranının çeliştiğini, aslolanın bu ikincisi olduğunu iddia ederek ortada sağlıksız bir durum olmadığını düşünebilirler.

Bu oluruna bırakmışlık halini, Türkiye’nin ilk kez –o klişe ifadeyle– “vesayet rejimi”nin ağırlığı ve gölgesi hissedilmeden, bu devrin kapandığı, geride kaldığı bilinerek yaşadığı bir seçim sürecinden duyulan rahatlıkla açıklamak mümkündür de denilemez. Çünkü eğer “vesayet rejimleri”nin sivil siyaseti daralttığı, kısıtladığı gerçeğinden hareket edeceksek; bu daraltma ve kısıtlamanın siyaset alanının konuları ve dolayısıyla sivil siyasi kadroların –partilerin– tartışma ve icraat fasıllarında olduğu kadar, seçmenlerin, sıradan yurttaşların siyasete fikir ve eylemle katılım bahsinde de yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz demektir. O halde söz konusu kısıtlama artık geçerli değil ise; –bildik– siyasal ilişkinin her iki tarafında da, yani hem seçenler (sıradan yurttaşlar) hem de “seçilmişler” (partiler, üst kadrolar) düzeyinde içeriksel bir zenginleşmeye, canlanmaya tanık olmamız beklenirdi. Oysa vesayet altında olmaktan nihayet kurtulmuş “demokratik siyaset”, bu yeni başlangıcında hiç de böyle bir içerik ve görüntü vermiyor.

Bu durum, elbette öncelikle genel olarak temsilî –burjuva– demokrasisinin, postmodern çağda bilhassa belirginleşen yapısal krizinin bir yansımasıdır. Bu demokrasinin kökenindeki siyaset kavramının ve buna bağlı olarak siyaseti içeriklendirmesinin, öngördüğü seçmen-seçilen, yöneten-yönetilen ilişki ve konumlarının ve oluşturduğu “siyaset yapan” kurumların tamamında hissedilen, yaşanan bir krizdir bu. En belirgin fenomeni, –seçmen/yönetilen– yığınların dünya ölçeğinde –arızi istisnalar dışında– önlenemez bir apolitikliğe sürüklenişidir. Temsilî demokrasinin sözde “siyasetin özne”si olarak tanımladığı seçmen kitleleri, bu tanıma artık ne inanmakta ne de güvenmektedirler. Bununla birlikte apolitikleşmenin sadece bu düzeyle sınırlı olmadığını, seçilen/yönetenler tabakasının da politikliğinin giderek bir “vitrin” görüntüsü almaya başladığını da belirtmek gerekir. Gerçek ve temel önemde siyasal kararların bu vitrinlerin gerisinde, siyasete özgü –parlamento, partiler gibi– kurumların da giderek dışında alınır hale gelişinin sonucudur bu da. Böylece, siyaseti ve temel siyasal kararların oluşumunu imtiyazlı/güçlü bir zümreye özgü bir hak ve işlev addeden modern öncesi zihniyeti red ve aşma iddiasıyla yola çıkan ve temsilî demokrasiye varan modern siyaset, siyaseti toplumsallaştırma iddia ve amacından uzaklaşıp “yeniden” başladığı noktaya dönüyor gibidir.

Türkiye –ve benzeri ülkeler– de ise modern siyaset, o iddia ve amacın zaten zayıf olduğu bir noktadan başlamıştı. Ve bu zaaf, doğuş, gençlik ve hatta olgunluk dönemlerini vesayet rejimlerinin sultası altında yaşamış olmaktan, bunlarla açıktan ve cepheden mücadeleden kaçınmaktan dolayı giderilememiştir. Bu süreçte vesayet rejimlerine sadece katlanılmakla kalınmamış; taşıdıkları arkaik zihniyet öğeleri özellikle milliyetçiliğin onlara verdiği çağdaş formlara bürünerek, o dönemde teşekkül eden hemen tüm siyasal akımlar ve partilerce içselleştirilmiştir de. Bu içselleştirmenin çürütücü, kavruklaştırıcı etkilerinin modernlik iddialarının yükseklik derecesiyle orantılı olması da kaçınılmazdır. O yüzden, siyasal akım ve partilerin kitleler nezdinde inandırıcılıklarını ve bağlanma arzularını belirleyen bu faktörün çözücü, zayıflatıcı etkilerini en fazla sol etiketli parti ve akımlarda göstermesi doğaldır. 1980’lerin ortalarından 2000’li yıllara kadar, “vesayet rejimi”nin neredeyse küstahlığa varan örselemeleri altında, yorgun, mecalsiz bir erken ihtiyarlama görüntüsü çizen Türkiye siyasetinin; 2000’lerle birlikte gündemine gelen “yeni başlangıcı”nın taşıyıcısının, en diri ve dinamik görünümlü olanının muhafazakâr demokrat AKP olması, bu bakımdan şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Her ne kadar AKP, on yıllık tek başına iktidarından sonra ve hele “muktedirliği”nin giderek eksiksizleştiği 2007 seçimi ertesi dönemde, demokratlık kapasitesinin sınırında, muhafazakârlık enerjisinin henüz tükenmediği bir noktada duruyor ise de; rakiplerine göre hâlâ o diri görüntüsünü korumaktadır. Bu hal ve konumuyla, üstelik oy oranının sürekli artışı ile desteklenen performans karnesi ile onun, şu ana kadar sözünü ettiğimiz sorunlardan kaygılanması ve “ne yapmalı” diye sorması elbette beklenemez.

Ama 90’lı yıllardan beri, girdiği her seçimde silikleşen, aldığı oy oranı binde birlerin de altında sürünen, kimi CHP’ye kimi de BDP’ye ilişmekten başka bir çare göremez hale gelen sosyalist sıfatlılar, eğer bu sıfatlarının giderek anlamsız ve acıklı hale gelmesine artık tahammül etmeyecek noktaya gelmişlerse, her şeyden önce kendi varoluşlarını anlamlandırmak, içeriklendirmek için, özetle değindiğimiz bu sorular, olgular üzerinde özellikle düşünmek zorundadırlar.


12 Haziran seçimi sonrasının özellikle ilk iki üç yılı, hem genel olarak Türkiye toplumunun geleceği/gidişatı için; hem de bu sürecin başlıca aktörleri konumundaki AKP, MHP, CHP ve BDP ile –hâlâ gerçek ve eskisi kadar iddialı bir alternatif yaratma kabiliyetini gösterebilir ise– “sosyalist” akım için son derece kritik, belirleyici kararların verilmesini zorunlu kılan bir dönem olacaktır. Baştan beri işaret ettiğimiz üzre, Türkiye toplumunun gerek bir bütün olarak, gerekse belli partilere oy vermiş seçmen toplulukları olarak siyasal akım ve partilere empoze ettiği “kırmızı çizgiler”, açık mesajlar söz konusu değildir. O kararları oluşturmak ve uygulamaya koyma bahsinde tüm inisiyatif çok büyük ölçüde “kadrolar”ın elindedir. Dolayısıyla sorun bu inisiyatiflerin nasıl kullanılabileceği noktasında düğümlenmektedir.

En az karmaşık olandan, MHP’den başlayalım.

Bu parti/akımda herhangi bir ideolojik, politik tutum revizyonu beklenmemekle birlikte, hayli şiddetli olabilecek bir iç/kişisel hesaplaşma süreci yaşanabileceği ihtimalini hemen herkes biliyor ve bekliyor. MHP ve genel olarak “Türk milliyetçi” akımın bu iç çatışma enerjisinin tahrip ediciliğini dışa yansıtma ve böylece kendi içini rahatlatma yolunun da “Kürt sorunu”na odaklanma olacağını da yine herkes biliyor ve bekliyor. MHP’nin bu yolu hem kendi içinde ve oy verenleri nezdinde; hem de “merkez”deki çoğunluğun belli bir kesiminde meşrulaştırabilme bahanelerini BDP’nin tavrından devşirmeye çalışacağı da öyle.

Bu bakımdan; az sonra ele alacağımız BDP’nin tavrı, şüphesiz sadece bu açıdan değil ise de; son derece kritik bir etkiye sahiptir. Bu noktada sırf şuna işaret etmekle yetinelim ki; BDP özellikle “Kürt hakları”na odaklanmış bir parti olmadığını gösterebildiği ölçüde ve bu tutumun devamı, parçası olarak –MHP’yi saymasak bile– diğer partilerle normal rekabetin elbette olacağı bir uzlaşma, yani ikna etme/edilme platformu oluşturmaya dönük kararlılığı ölçüsünde, o söz konusu reaksiyoner hamleyi önlemiş, onun meşruiyet sağlama kanallarını kesmiş olacaktır.

Her defasında artarak % 50’ye dayanmış bir oy oranına yaslanmanın güveni, özgüveni ile AKP’nin önündeki zorluk, alternatif kararların çokluğundan dolayıdır. Aşırı özgüven ve aldırmazlığın –hatta Diyarbakır ve Hakkari de görülen muamelenin “intikamı”nı almanın– harmanlanması sonucu sadece MHP’nin desteğini alacak bir Anayasa tanzimi ile hem “ileri demokrasi” bahsini hem de –kendisi açısından– “Kürt sorununu” bitirmek, bu seçeneklerin –en kuvvetlisi değilse de– biri. Eğer AKP ve liderliği, sonuçları hakkında fazla söz gerekmeyen bu yolu tercih ederse, bu ülkenin geleceğini karartmanın ağır, “helalleşilemez” vebalini de üstlenmiş olacaktır.

Diğer seçenek AKP-CHP işbirliğidir. Şüphesiz burada ilk akla gelen soru hangi CHP ile sorusudur. Eğer o CHP, ismi daha iki yıl önce geleneksel merkez sağ enkazını toparlayacak “lider adayları” arasında sayılan Süheyl Batum’u Genel Başkan Yardımcılığı’na yükselterek 2000 öncesinin merkez-sağ ve sollarının biraradalığıyla oluşacağı farz edilen bir “yeni CHP” olacaksa, AKP’nin bu partiyle en azından kısmi bir Anayasal rötuşlar paketinde uzlaşması pekâlâ mümkün olabilir. MHP’yi nötralize edecek, BDP’yi ise çok büyük ölçüde tatmin etmeyecek ama bazı açık kapılar bırakmış da olacak bu çözüm rotası ihtimali BDP’yi şimdiden düşünmeye zorlamalıdır.

“Yeni CHP”nin geleneksel merkez sağ kökenlileri, Kılıçdaroğlu’nun zayıf ve insicamsız ekibine partinin üst yönetimini –şimdilik– terk etmiş olan Baykal-Sav’ın parti örgütünü hâlâ tutan kadroları ile ittifaka girip, mevcut yönetimi tasfiye de edebilirler. Bu durumda yukarıda işaret edilen seçenek daha da kolay yürürlüğe sokulabilir.

Muhafazakâr demokrat AKP için en arzu edilir ihtimal ve politika herhalde budur. O nedenle AKP’nin CHP konusu yeterli aydınlığa kavuşmadan harekete geçmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

CHP’ye ilişkin kaydedilebilecek hususların başlıcalarına yukarıda işaret edildiği için, diğerlerini BDP ile ilgili bölüm içinde konuşabiliriz.


AKP’nin “Kürt açılımı”nı başlatırken yaşanan kısa iyi ilişkiler dönemini saymazsak; BDP ile AKP, 2007 seçimlerinden bu yana giderek sertleşen ve bu seçim kampanyası döneminde zirveye varan bir rekabet ilişkisi içinde oldular. Nitekim, yukarıda da değindiğimiz üzre AKP, bu dönemde en ağır ve insafsız eleştirilerini/karalamalarını BDP’ye yöneltti; BDP de aynı dönem boyunca AKP’yi neredeyse baş düşman konumuna oturtan bir söylem tutturdu. Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan ilettiği görüşlerinin de daha öncesinden beri aynı doğrultuda olduğu; hatta AKP ile kotarılacak bir uzlaşma/çözümden ziyade “devlet”le uzlaşmayı yeğlediği, buna önem verdiği de biliniyor.

Bu tutumun ideolojik-politik nedenlerinden önce sosyo/politik zemininden, köklerinden bahsetmek gerekiyor. Birikim’in daha önceki sayılarında bu noktayı birkaç kez açıklamaya çalışmıştık. Özetle ifade edilecek olursa; bunun nedeni/zemini, AKP’nin, –MSP’yi bir ölçüde saymaz isek– Türkiye siyasal tarihinde ilk kez, Kürt nüfus yoğun illerde, kendi sınıfsal omurgasını taşıyan bir toplumsal desteğe sahip ilk parti olmasıdır. Yörenin ulusal ve uluslararası piyasalarda rüştünü ispatlamış servet ve sermaye sahibi otantik burjuvazisi, Türkiye genelinde aynı sınıfın omuzlarında yükselen AKP’yi “kendi partisi” sayar hale gelmiş ve dolayısıyla “Kürt sorunu”nu da kendi konum ve zihniyeti ekseninde sahiplenmek ve bu noktada BDP’nin oluşturmaya çalıştığı tekeli geriletmeye soyunmuştur. Şüphesiz, Türkiye genelinde olduğu gibi burada da, söz konusu AKP’li Kürt otantik burjuvazisi, yörede özellikle güçlü dinî-Sünni, Şafii İslami akımlardan, bunların taşıyıcısı Nakşibendi, Kadiri, Rufai tarikatların

yönlendiriciliğine tabi aşiretlerden destek sağlamıştır. PKK’nın örgütlediği isyana karşı “askerî çözüm” uygulayanların bulabildiği “korucu aşiretler” desteğinden çok daha köklü ve dayanıklı bu destek, “Kürt sorunu”nu Kürtleri temsil konumu için güçlendiği ve iddialı olduğu ölçüde PKK-BDP’nin mücadele hedefi olmaktan kaçınamazdı.

PKK-BDP’nin sosyo-politik omurgasını ise, yine modernleşme sürecinin çözdüğü feodal/aşiret ilişkileri üzerinde daha ziyade şahsi yetenekleri, zihnî edinimleri ile meslek/konum sahibi olmuş bir “orta sınıf”ın ve bu konuma aday eğitimli gençliğin oluşturduğu söylenebilir. Türkiye modernleşmesinde benzer bir omurgaya –asker/bürokrat zümre eklentisi ile– sahip olan CHP’nin “Kurtuluş Savaşı’nın partisi” sıfatıyla uzun süre yararlandığı prestijin benzeri bir prestijle donanmış olmanın henüz yıpranmamış gücüyle takviyeli BDP, halen bölgedeki AKP’li rakipleri ile rekabette birkaç adım önde görünüyor ise de; bu durumun değişmeyeceği kesinlikle söylenemez. Cumhuriyet tarihimizin CHP ile Terakkiperver/Serbest Fırkadan DP ve AP’ye, oradan AKP’ye uzanan çizgi arasındaki mücadelenin, bölgesel ölçekte ve daha hızlı cereyan edeceği belli bu versiyonunda zaman ve “çevre” koşulları faktörünün orta vadede BDP lehine işlemesi de zayıf ihtimal.

Bu kritik noktada PKK-BDP’nin önünde başlıca iki yol gözükmekte. Birincisi, rakibinden şu anda ileride oluşunun en önemli/büyük kozunu, yani Kürt isyanının ve bu sayede sağlanan edinimlerin yüksek prestijine odaklanarak onu marjinalize etmeye uğraşmaktır. Bu ise; Kürt milliyetçiliğine odaklanmak demektir. AKP’li Kürt otantik burjuvazisini bir burjuva olarak değil, asıl olarak “Türk” AKP’nin uzantısı, “işbirlikçisi” nitelemesiyle –iç– düşmanlaştırıcı bir milliyetçi ajitasyon onu aynı zamanda –artık devlete de egemen– AKP’yi de düşman konumunda kabul eden bir siyasete itecektir.

AKP’nin seçim kampanyası stratejisini bu ihtimal üzerine kurduğu hatta bunu istediği bile söylenebilir. Dahası AKP’nin bu ihtimali güçlendirecek, teşvik edecek kimi koşulları bizzat sağladığı dahi akla gelmiyor değildir. Nitekim, milletvekili aday listeleri açıklandığında AKP merkezinin, bölgede itibarlı, partiye saygınlık ve güç sağlamış birçok isme yer vermemiş oluşunun genel bir şaşkınlık yarattığı hatırlanacaktır. İyimserler ve iyi niyetliler bunun AKP tarafından yapılmış bilinçli bir tercih olduğuna, inandırmaya çalıştılar kendilerini. Şöyle ki, çok daha kolay geriletebileceği böyle bir kadro karşısında önceki seçimden daha güçlü bir oy ve milletvekili desteğiyle çıkacak BDP’nin sağladığı “başarı”nın yüksekliği, AKP’nin kamuoyu çoğunluğuna destek oranı ve kalıcılığı böylece tescil edilmiş bir BDP ile uzlaşmanın, Kürt sorununa bu suretle kalıcı, nihai çözüm bulmanın makullüğünü anlatabilme imkânı verecektir. Tayyip Erdoğan’ın durup durup 12 Haziran’a birkaç gün kala o zamana kadar eleştirilerinin hem dozunu, uslubunu aşırı derecede sertleştirmesi, hatta iftira sınırlarına dayandırması bile bu akıl yürütme dahilinde yorumlanabiliyordu.

Oysa, tam teşekküllü bir muhafazakâr-demokrat, yani özetle merkez-sağcı olarak Tayyip Erdoğan ve partisinin ağırlıklı kesiminin bu platonik hesaplardan daha fazla gözettiği şey, reel-politik hesaplardır. AKP, sözünü ettiğimiz o “zayıf liste” ile BDP’nin beslendiği önemli başlıca kanallardan biri olan Kürt milliyetçi damarın daha kuvvetle akacağı bir koşul hazırlama taktiği uygulamış olabilir. Ama bunu hazırlarken amacı –BDP’nin güçlenmesini göze alarak ama bunun geçici olacağı hesabedilerek– BDP’nin böylece estireceği Kürt milliyetçi rüzgarın ve bunun daha da hareketlendireceği şehirli Kürt gençliğin taşkınlıklarının hem Kürt halkının “sessiz çoğunluğu”nda hem de ülke genelinde yaratacağı endişeleri kendi tasarımı lehine kullanmaktır. Eğer MHP de reaksiyoner güdülerini serbest bırakan bir tutum alsaydı bu hesap daha da “verimli” sonuçlar verebilirdi. Böylece AKP liderinin seçim kampanyası boyunca BDP ağırlıklı olarak ama MHP’yi de ihmal etmeyen “etnik milliyetçiliğe kesinlikle karşıyız” mottolu diskuruna dayalı “çözüm planı”nın makullüğü fikri geniş kitlelerce daha fazla benimsenebilirdi. Gerçi MHP Orta ve Batı Anadolu da anti-Kürt reaksiyonlara yönelmeyerek ve BDP’de örneğin yıllar sonra Diyarbakır’a gelen MHP lideri Bahçeli’yi sükunetle karşılayarak AKP ve liderinin neyi hesapladığını bildiklerini göstermiş oldular. Ama kuşkusuz ki bu farkındalık, “hesab”ın bu faslının işlememesi, AKP’nin kendi “çözüm” planından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu opsiyon halen gündemdedir. AKP, mevcut Anayasanın, yasaların ve temel devlet kurum ve işleyişinin buram buram Türk milliyetçiliği kokan dikenli öğelerini temizlemekle birlikte, Türk –milliyetçi–lerin egemenlik kaybı “hassasiyetleri”ni depreştirmeyecek rötuşlarla oluşturulacak bir düzenleme paketini, hem yeni-sivil Anayasa hem de bu arada “Kürt sorunu”nu nihai olarak sona erdirecek hamle olarak kabul ettirmenin ve bunu da etnik milliyetçiliklere prim vermeyen bir yaklaşımla gerçekleştirmiş olacağı iddiasının arkasında durmaktadır.

BDP’nin, onu dışlamayı en azından marjinalize etmeyi de içeren bu AKP yaklaşımına aynı düzeyde cevap vermesi, yani onu dışlayan, dahası “baş rakip/düşman” pozisyonu atfederek davranmayı seçmesi; bu partinin dolaylı yoldan da olsa esas olarak Kürt milliyetçi olarak algılanacak bir siyaset kulvarına kayması demektir. BDP’nin bu seçim kampanyası dönemi boyunca, “Yeni Anayasa” konusunda neredeyse yegane parametrelerinin “Kürtlerin statüsü”nün bu Anayasada nasıl belirlendiği olacağını vurgulayan diskuru bu tutumun habercisi sayılabilir.

Oysa, BDP, hem “bölge”deki sosyo-politik iktidar mücadelesini hem de Türkiye genelindeki iktidarla mücadelesini çok daha geniş perspektifli bir yaklaşımla yürütebilmenin imkanlarını seferber etmeye odaklı bir tutumu da seçebilir; seçmelidir de. Bu formülasyonun o yıpranmış “Türkiye’nin de partisi” olma önerisini çağrıştırdığının farkındayız. Ve BDP, onlarca yıldır bunun için de uğraştığını, nitekim bu amaçla son iki seçimde kendi listelerinden Türk/sosyalist adayları Meclise sokarak bu çabayı somutlaştırdığını; ancak bu girişimlerin ortadaki yetersiz sonucu verebildiğini söyleyerek ortada denenmemiş bir yol olmadığını öne sürebilir.

Ne var ki, BDP’ye yeni bir yaklaşım önerirken kasdettiğimiz noktalardan biri, bizatihi öteden beri devam eden/girişimlerin esas itibariyle yetersizliği, iç tutarsızlığı idi. Ezilen ulus milliyetçiliği ile sosyalizmin, birincisi yörüngesinde ve yönlendiriciliğinde kurulmuş bir birlikteliği, daha doğrusu eklemlendirilmesi bazında oluşturulmuş bir politika idi bunlar. Ezilen ulusunki de olsa milliyetçilikle biraradalığı asla düşünülemeyecek olan sosyalist düşünüşün “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na duyduğu tartışmasız saygı bile bir birlikteliği, hele kaynaşmayı esas olarak mümkün kılamaz ve ilişki ancak bir eklemlenme olabilir. Öyle bir eklemlenme dahi, sosyalist düşünce ve tutumu iğdişleştirmekten başka bir sonuç veremeyeceği gibi bir “sinerji” de yaratamaz. Nitekim BDP çizgisinin şimdiye kadar gerek sosyalist sıfatlı bireyleri bünyesine katarak gerekse o sıfatlı partilerle ittifaklara girerek toparlayabildiği güç ve etkileme havzası, toplamlarını aşamamıştır.

BDP –kınama veya hor görme niyeti taşımadığını belirterek söyleyeyim– kendi, milliyetçilikten mülhem taleplerine vicdanen katılan, destek veren ama cümlenin malumu olan derin içsel buhrandan hâlâ çıkamadığı için giderek güdükleşen sosyalist sıfatlı çevre ve örgütlerle kurduğu ittifaklarla yetinmek yerine; biraz önce işaret ettiğimiz sosyoekonomik omurgasının sınıfsal karakterine tekabül eden bir politika ile “Türkiye partisi” olmayı denemelidir. AKP’nin “tüm Türkiye’nin partisi olma” iddiasına paralel, onunla “yarışabilecek” bir oluşumun inisiyatifini yüklenmekten söz ediyoruz dolayısıyla. BDP’yi içinde sosyalistlerin yer alacağı bir “çatı partisi”nin ezici çoğunluğu haline sokmak, bu kimlikle takdim etmenin yaprak bile kımıldatmayacak, belirli “sosyalist” çevrelerce şaşaalı sözlerle bezenmekten öte bir etki yaratmayacak girişimi yerine, BDP’nin, kendi sosyolojik gerçekliğine oturan, bu gerçekliğin kaldırabileceği, taşıyabileceği iddia ve taleplerle sınırlı bir girişim demektir bu.

BDP’nin bu sosyolojik omurgasının Kürt nüfus yoğun illerin dışındaki sınıfsal “akrabaları”, şimdiye kadar çoğunlukla CHP içinde ve çevresinde, bu merkez/sol veya sosyal demokrat partiye dönüşeceği umut ve beklentisi ile yer aldılar. Son yıllarda bunun yerine partiye egemen olan o mahut “ulusalcı” havadan ne ölçüde etkilendiler bilinmez ama bugün, 12 Haziran seçim sonuçları belli olduktan sonra CHP’nin bu karman çorman haliyle devamının artık imkânsız olduğunu, AKP’ye düzen-içi bir alternatif oluşturabilmek için; önce gerçekten çözülüp, arkaik unsurlardan arındırıldıktan sonra başta Kürt demokratik hareketi olmak üzere yeni bileşenlerle bu partiyi ya yeniden kurmak ya da yerine yeni bir parti kurmaktan başka bir yol olmadığını kabul etme noktasında olmalıdırlar artık. BDP’nin öncelikle bu unsura el uzatması, onlarla “Kürtlerin statüsü” kavramından türeme taleplerin de sıralanacağı liste üzerinde pazarlık ve uzlaşma arayışı ile olmamalıdır; o talepleri haliyle içeren ama aynı zamanda onları evrensel hak ve özgürlüklerin zemininde, bu zeminin diliyle savunan; dolayısıyla demokratik ve özgürlükçü karakteriyle tanımlanacak bir perspektifin partisini birlikte oluşturma amacıyla ilişkiye geçmesidir önerilen. BDP sadece bu girişimi ne denli ciddiye aldığını, enerjisini buna odakladığını göstermesi halinde bile, henüz sonuç almasa dahi AKP’nin onu milliyetçilikle itham ederek tecrit etme manevrasını boşa çıkarabileceği gibi, fikrî ve moral bir üstünlük konumuna da yerleşebilecek ve böylece AKP’nin –muhtemelen– İslami argümanlarla da bezenmiş muhafazakâr otoriter çözüm planını da gereğince ve inandırıcılıkla teşhir edebilme imkânını edinecektir.


BDP’ye dair bu bölüm, burada bitmeyecekti. Konunun üzerinde konuşulması gereken diğer boyutlarına tartışılmasını istediğimiz birkaç noktaya, düşünülebilen başka öneri/yaklaşımlara da değinmeyi tasarlıyor idim. Ama tam da bu noktada, önce Hatip Dicle’nin vekilliğinin iptali, ardından YSK’nın onun yerine bir AKP’liyi atadığı haberi geldi. Ardından da Abdullah Öcalan’ın epey önceden, özellikle Hatip Dicle’den bahsederek, önünün kesilmesinin bir savaş ilanı sayılacağı mealinde sözler ettiğini, ancak “ilgililer”in avukatlarla yapılan görüşmenin bu bölümünü sansürleyerek kamuoyundan gizlediklerini öğrendik. Ama anlaşılan o ilgililerin gönlü, BDP, KCK, DTK ve herhalde Kandil’deki ilgililerin bu “bilgi”den mahrum kalmasına razı olmamış ki; Dicle hakkındaki karar ilân edilir edilmez, buralardan Abdullah Öcalan’ın “uyarı”sı paralelinde –haliyle– öfkeli açıklamalar, ağır protesto sözleri birbiri ardı sıra gelmeye başladı.

Bunun üzerine AKP/hükümet kanadından da, tam tersine –sakin diyemeyeceğimiz– soğuklukta o bildik “hukuka saygılı olmak lazım. Tahrik ve tehditle hiçbir yere varılmaz” gibisinden “karşılık”lar duyuldu ilkin.

Bu yazı, Türkiye’nin ve özel olarak başlıca –geniş anlamıyla– partilerinin genel gidişat ve geleceğimiz açısından son derece kritik, ertelenemez kararların verileceği bir dönemin eşiğinde olduğunu ama toplumun ezici çoğunluğunun o kararları, neredeyse tamamen –siyasi parti üst kadrolarının çevresinde oluşan– dar “siyasetçi sınıfı”nın inisiyatifine bırakmış göründüğünü belirterek başlıyor ve o nedenle bu kadroların şimdi verecekleri tercih edecekleri kararlar ve attıkları adımlarla tarihsel bir önem ve sorumluluk yüklenmiş olduklarını vurguluyordu.

“Dicle olayı” ile bu kritik sürecin ilk perdesi açılmış oluyor. Eğer, dergiyi baskıya verdiğimiz sırada alınmış pozisyonlar değişmezse; yani hükümet, AKP ve BDP dışında grubu olan partiler, o zaten “sabıkalı” YSK’nın kararının arkasına gizlenmekten öte bir şey yapmaz; BDP’den Kandil’e uzanan hatta “bu bir savaş ilanıdır, ip kesinlikle kopmuştur, burası cehenneme döner” türünden sözler baskın çıkarsa; konuşacak ve tartışacak bir şeyin kalmayacağı bir yere sürükleniyoruz demektir. Tuzak hazırlayanları da –hangi gerekçeyle olursa olsun– tuzağa düşenleri de mutlaka pişman edecek bir sürükleniş olacaktır bu.

Karar makamındakilerin bunu göremeyecek kadar kör olmadıklarını umuyoruz.