7 Haziran

7 Haziran seçimlerinin biri az çok tahmin edilen, diğeri ise tahminleri aşan iki başlıca sonucu oldu. Birincisi –belki Tayyip Erdoğan ve çevresi hariç– herkesin de belirtip kabullendiği Başkanlık rejimi kurma teşebbüsünün püskürtülmüş olduğudur.

İkincisi ise HDP’nin sadece elde ettiği oy oranı ve milletvekili sayısının yüksekliği ile değil; söylem, tutum ve davranış düzeyi, olgunluğu ile de tahminlerin çok üzerinde bir performans göstermiş olmasıdır.

Otoritaryen muhafazakâr bir başkanlık rejimi kurma teşebbüsünün çöküşü, bu tasarıya angaje olan AKP’nin, bir önceki seçime göre oylarının yüzde 20’sini, 13 yıldır süren tek başına iktidar konumunu ve ülke siyasetindeki hegemonyasını kaybetmesi sonucunda, bu olgularla birlikte gerçekleşmiştir.

AKP’de hem kitlesel destek hem de siyasal konum/işlev boyutunda görünen –kısmi– çöküşe mukabil HDP’nin şahsında hem kitlesel destek hem de siyasal konum/işlev boyutunda gayet dikkate değer bir yükseliş –trendi– görmekteyiz. Gerçekten de HDP “Kürt illeri”ndeki AKP’ye verilen oyların yarısını daha kendine çekerek, ülke metropollerinde AKP’ye verilegelen Kürt oylarının da büyük çoğunluğunu kazanarak ve sonuçta Kürt nüfusun asgari yüzde 70’ini temsil gücüne ulaşarak “Kürt partisi” olmanın üst limitini aşmıştır. Ancak ilginç olan şudur ki; tam da ona “Kürtleri temsil etme hakkı”nı neredeyse rakipsiz olarak sağlayacak bu seçim kampanyası döneminde HDP, “Kürt partisi” niteliğini asgari düzeyde yansıtan bir performans göstermiştir. Bir başka deyişle Kürt vasfını en az gösterdiği bu seçimde Kürtleri temsil düzeyi en üst dereceye yükseldiği gibi; söyleminin içeriğiyle, tutum ve davranış olgunluğu ile diğer “Türkiye partileri”nin açık ara ilerisinde bir “Türkiye partisi”ne dönüşmekte olduğunun güçlü işaretlerini vermiş, ülke çapında bir umut-heyecan halesinin odağına yerleşmiştir.

* * *

HDP’nin gerçekten, –yani “yeni” sıfatının olumlu içerimlerini olabildiğince yansıtan– “yeni bir Türkiye”nin oluşturulma potansiyelini güçlü biçimde duyurtan performansı ve bununla Türkiye’de/“Bölge”de harekete geçirebileceği siyasal perspektifler bu yazının asıl konusu olacaktır. Ancak, bunun öncesinde, bir bakıma zihinsel bir “mıntıka temizliği” yapmak için, siyasal alışkanlık gereği kamuoyu ilgisinin şu anda odaklanmış olduğu koalisyon hesapları ile ilgili bazı noktalar üzerinde duracağız.

Öyle görünüyor ki; hiçbir parti seçim sonrası hesaplarını AKP’nin bu denli büyük bir oy-milletvekili kaybı, HDP’nin ise aksine bu derece yüksek bir oy oranı ve milletvekili sayısı edinmesi ihtimali üzerine kurmamıştı. Bu hazırlıksızlık tüm partilerde ve haliyle en fazla da AKP’de kendini belli etti. Davutoğlu’nun seçim gecesi adeta büyük bir seçim zaferi kazanmışçasına irad ettiği nutku bu şaşkınlığa yormak gerek. Bülent Arınç’ın “AKP iktidara mecbur hatta mahkûm bir partidir” demesi de bu şaşkınlığın altındaki derin endişenin ifadesinden başka bir şey değil. Çünkü AKP’nin “âkil adamı” olarak Bülent Arınç, gayet iyi bilmektedir ki; AKP’nin mirasına konduğu, kendini soy ağacına kaydettiği DP’den AKP’ye uzanan merkez sağ gelenekte “iktidar kaybı” neredeyse ölümcüldür. Ciddi bir oy düşüşü ile başlayan bir “iktidar kaybı”nın telafi etme çabaları farklı biçimde ama mutlaka akamete uğramış ve bir zamanların “tek başına iktidar” merkez sağ/muhafazakar partileri birbiri ardınca silinip gitmişlerdir.

AKP’nin “iktidara –şu şartlarda koalisyona– mecbur, mahkûm” olmasını zorunlu kılan olguları –yolsuzluk dosyalarını, yasal hatta anayasal suçlar işlendiğine dair güçlü karineleri– hatırlatmak gereksiz. Tek başına iktidar veya en azından iki büyük partiden biri olma hedefinden ayrı düşünülemeyecek olan CHP ve MHP’nin bu hedef için AKP’nin oylarına göz dikmesinden başka bir yol olmadığına göre; sendelemiş bir AKP’ye koltuk değneği olmak istemeyecekleri aksine zayıf noktalarından itip kapaklanmasına çalışacakları mantıken apaçık gözüküyor. Bu mantıki sonuç, HDP’nin belli koşul ve güvencelerle dışarıdan destekleyebileceği bir CHP-MHP koalisyonu demektir.

Fakat ilginçtir ki; CHP ve MHP sözcüleri de dahil, “genel kamuoyu”nu oluşturan büyük işveren ve işçi kuruluşlarının yetkilileri, ana akım medyanın lanse ettiği “kanaat önderleri”nin büyük çoğunluğu tarafından en az sözü edilen alternatif de bu. “Tavsiye”ler ve partiler arası temasların, mutlaka AKP’li –bir AKP-CHP veya AKP-MHP– koalisyon yönünde olduğu açıkça gözlemlenebiliyor.

Bunun –herkesin de kolayca görüp dillendirdiği– iki sebebi var ve bunların ikisi de bir “büyük sebep”in iki ayrı unsuru. Ve her iki sebep de HDP’nin varoluşu ile doğrudan ilgili olduğu gibi; her ikisinin oluşturduğu o “büyük sebep” de HDP’nin özellikle şu son kampanya dönemindeki performansı ile görünür hale gelen ya da –bir başka deyişle– performansına dayanak, kaynak olan dinamikleri ifade ediyor.

Sebeplerden ilki; HDP’nin Kürtleri temsil gücü ve yeteneğinin tartışılmaz ve neredeyse rakipsiz olduğu gerçeğinin apaçık görülmesidir. HDP böylece ister bir koalisyonda yer alsın ister “dışardan desteği” resmen kabul edilsin; bir “asli unsur” olarak TC devletinin yönetiminde yer almış olacaktır. Türkiye’deki hali hazır siyasal düzenin başlıca aktörleri, o düzeni oluşturan devletçi modernist ve muhafazakâr modernist iki ana akımın ortak zihniyet temeli bu gerçekliği kabul etmeye razı/hazır değildir.

İkinci neden, HDP’nin dindar muhafazakâr Kürtler de dahil ülke Kürt nüfusunun ezici çoğunluğunun desteği ile birlikte bir radikal sol parti söylem ve tutumunu gösterebilmiş olması ile ilişkilidir. Birbirlerinden haberli olarak aynı “HDP çatısı” altında oylarını birleştiren ülkenin her türden azınlığına mensup kişiler, muhafazakârından sosyalistine her tür siyasal inanç sahibi insanlar daha birkaç yıl önce tasavvur dahi edilemeyen bu birlikteliği, geçici bir ihtiyaçtan, konjonktürel bir cilveden dolayı öylesine mi oluşturmuşlardır; yoksa bu rengarenk bir araya gelişin sağaltıcı “şok”uyla içlerine hapsoldukları kimlik duvarlarını eriterek HDP bayrağında dalgalanan “büyük insanlık”ın kişilikli unsurları olma yolunda mı ilerleyecekler? Sorunun cevabı şimdilik belirsiz ama cevabın ikinci ve olumlu yönde verilebileceğine dair azımsanmayacak bir potansiyelin, kandan, her tür açıdan ve büyük hayal kırıklıklarından süzülmesi gereken derin bir tarihsel mirasın var olduğu da ortada.

Dolayısıyla HDP’nin bu yepyeni bir radikal sol alternatif olma potansiyeli ile mevcut siyasal-toplumsal düzenin başat aktörleri tarafından koalisyon hesapları dışında tutulması aslında gayet “normal”dir.

Ancak; Türkiye’deki statükonun kurucu ve temsilcileri olan bu çevreler, eğer bundan üç-beş yıl önce olduğu gibi “Kürt sorunu”nu Türkiye içi bir sorun, HDP’yi de bu çerçeve içinde bir Kürt partisi olarak görme rahatlığında olabilselerdi; önlerindeki bu HDP’nin birbiriyle çelişik iki unsurdan oluştuğu hükmüne varır; HDP’yi sadece tecritle, dışarda tutmayla yetinir ve nasılsa birbirini dışlayacak bu iki ögenin karşılıklı yıpranarak ayrışmasını beklerdi.

Oysa, zaten temelden yanlış ve yanıltıcı olan bu “görme biçimi”, önce Kuzey Irak Kürt yönetiminin federal bir devlet olmaktan daha öteye gidebilecek ölçüde kökleşip kurumsallaşması ve dünyada gayriresmi olarak da olsa “devlet” gibi muamele görmesi ile ve buna bağlı olarak PKK’nin asıl üs bölgesinin –“Kandil”– bir tür dokunulmazlık kazanmasıyla “sürdürülebilir” olmaktan çıkmıştı. Suriye iç savaşı ve bu ülkedeki Kürtlerin o koşullarda dahi kendi kendilerini ve birlikte yaşadıkları diğer etnik grupları yönetmekte gösterdikleri dirayet ve buna ek olarak özellikle Kobane’de IŞİD barbarlığına karşı yiğitçe yerine getirdikleri uygarlık savunucusu rol ile edinilen prestij, “Kürt sorunu”nun mevcut milli devlet sınırları içinde ayrı ayrı çözümlenebilir sorunların bir toplamı olarak görülmesini imkânsızlaştırdı. “Kürt sorunu” artık Türkiye de elbette dahil olmak üzere Ortadoğu’daki mevcut milli devletler ve sınırları veri alınarak, her biri içinde farklı tarz ve içerikte çözümlerle halledilebilir olmaktan çıkmıştı. En özet tarzıyla, Ortadoğu’daki mevcut milli devletler ve sınırlar ya Kürtlere de bir milli devlet “yer”i açmak zorunda kalıp değişecek veya aynı devletler ve sınırlar bütün bölge halklarının, milletlerinin ve elbette din, mezhep ve her tür inanç topluluklarının “hakim unsur”lar tanımaksızın eşit hak ve özgürlüklerle var oldukları bir büyük birliktelik oluşturmak üzere dönüştürülecektir.

Bu sonuncu imkân/ihtimal hiç kuşku yok ki; ancak ve sadece halen geçerli milli, dinî/mezhebî ve etnik kimlik “hassasiyet”lerinden, kimliğe dayalı özel imtiyaz ve üstünlük arzularından sıyrılıp; bunların oluşturduğu zihinsel bariyerleri aşıp ortak –büyük– insanlık değerleri ekseninde yol alma kararlılığına sarılmakla gerçekleşebilir. Enternasyonalist olmak da denilebilir, denilmelidir buna.

Yeri gelmişken mutlaka belirtilmelidir ki; Kürtler, Kuzey Irak’ta özerk Kürt yönetiminin fiilen kurulduğu 1990’lı yılların başından beri burada ve nüfus çoğunluğuna sahip oldukları diğer yerlerde ve özellikle Suriye’de iç savaş başladığından beri oluşturdukları kantonlarda birlikte yaşadıkları diğer –azınlık– etnik dinî/mezhebî toplulukların temel haklarına saygı, onlarla eşitlik hukuku içinde yaşamaya en gayretli kesim olarak temayüz etmişlerdir.

HDP’nin Türkiye’deki Kürt nüfusun en az yüzde 70’i gibi çok yüksek oranda bir kesiminin oyunu aldığı bu seçimde ülkenin hemen tüm azınlıklarının temsilcilerini üst sıralardan aday göstermesi ve bunun ilk kez HDP’ye bu denli yoğun destekle oy veren dindar Kürt seçmenlerinde bile rahatsızlık yaratmaması; HDP etrafında oluşan destek-katılım halesinin siyasal olgunluk düzeyinin ve etnik-mezhebi ... kimlik “hassasiyetleri”ni aşma potansiyelinin yüksekliğinin işaretidir. Her birinin odağında bir veya birkaç etnik/dinî-mezhebî “hassasiyet”in yer aldığı diğer partilerin yanında Kürtlük hassasiyeti dışındaki özellikleri şimdiye kadar kaale alınmamış olan bu partinin; Kürt kimliğini temsil iddiasını tartışılmaz yükseklikteki bir oy oranı ile kanıtladığı noktaya “kimlik değerleri”ni değil; tam aksine “büyük insanlık değerlerini ve hukuku”nu öneren, yücelten bir söylem ve bunu inandırıcı kılan bir tutum ve davranışı kampanya sürecinin tüm gerilimlerine, provoke girişimlerine karşı sürdürebilmesi; bu seçimin orta-uzun vade açısından en büyük, en önemli kazanımı, edinimidir.

Kaldı ki değindiğimiz provokasyon girişimleri hiç de azımsanacak türden değildir. Ağrı’da planlanmış tertip, Mersin mitingi arifesinde HDP’nin Çukurova illerindeki parti binalarını hedef alan bombalamalar, Erzurum ve Bingöl’deki linç ve cinayetler ve en son Diyarbakır’da HDP mitingi esnasında patlatılan bombalar eğer tertipçileri hesapladıkları kadar korkunç bir can kaybıyla sonuçlanmadı ise bunun nedeni HDP sorumlularının her türlü takdirin üzerindeki basireti, serinkanlı, bilinçli tutumudur. HDP ve seçmenleri bütün bu kışkırtma teşebbüsleri karşısında, yakın tarihimizde örneği az bulunur bir siyasal olgunluk ve uyanıklık dersi vermişlerdir.

* * *

HDP hiçbir zaman PKK’nın verdiği mücadeleyi destekleyen toplumsal taban üzerine kurulmuş bir parti olduğu gerçeğini inkâr etmedi. Ama aynı zamanda da, Türk milliyetçiliğinin çeşitli eğilimlerini temsil eden partilerin iddia edegeldikleri gibi PKK’nın “taktik bir aracı” olduğu ithamını da kabul etmedi. Öte yandan PKK da 1990’lardan beri bir çok kez re’sen ilan ettiği ateşkesler ve çeşitli konjonktürlerde fiilen oluşan çatışmasızlık hallerinde –demokratik siyasal mücadele koşulları sağlandığı takdirde– silahlı mücadeleyi bırakmaya, hatta silahlarını teslim etmeye hazır olduğunu defalarca ilân etti. Teslim etmek gerekir ki; ilk kez AKP iktidarının üçüncü döneminde –PKK’yı yoğun bir askeri harekatla “yok etme” planlarının en sonuncusunun 2012 yılında akamete uğramasından sonra– “çözüm süreci” ile bu tutum ve talepleri dikkate alan bir devlet politikası, gayet “ihtiyatlı” adımlarla da olsa yürürlüğe konuldu. Gerçi AKP hükümeti bu politikayı bölgedeki Kürt burjuvazisi ve dini örgütlenmelere dayalı toplumsal desteğini laik-modernist kampta addettiği PKK-HDP aleyhine genişletmek, aynı amaçla ittifak kurduğu Kuzey Irak/Kürt federe yönetimi –KDP– desteğinde Ortadoğu’da nüfuzunu arttırma stratejisi bağlamında uyguluyordu. Ama HDP, PKK ve Abdullah Öcalan’a ilişkin Türk milliyetçi propagandaların kamuoyuna enjekte ettiği tabuları, önyargıları kısmen de olsa gevşettiği inkâr edilemez. Kuşkusuz AKP ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan söz konusu politika revizyonunu “Kürt sorunu”na ilişkin geleneksel devletçi pozisyonları terk etmeden, “gerektiğinde” yeniden oraya dönme kapılarını açık tutarak uyguladılar.

AKP hükümetinin ve özel olarak Bay Erdoğan’ın IŞİD Kobane’ye saldırdığında, bu uygarlık düşmanı vahşet hareketinin Kobane’yi zapt etmesini ve böylece PKK ve HDP’ye güç-prestij kaybettirecek ağır bir darbe vurmasını istediği ve desteklediği malum. Ama, IŞİD, PKK-HDP’ye hem Kürtler hem de dünya kamuoyu nezdinde büyük prestij kazandıran bir direnişle Kobane’den püskürtüldüğünde o hesap da tersine dönmüş oldu. AKP’nin Türkiye Kürt halkı içinde 2002, 2007, 2011 genel seçimleriyle konsolide etmiş göründüğü destek ilk büyük çatlağını ve kaybını bu süreçte yaşadı. 7 Haziran seçimleri yaklaşırken AKP hükümetinin bu çatlağı onarmak için hazırladığı çözüm sürecine hız kazandırma amaçlı “Dolmabahçe mutabakatı” da Erdoğan tarafından hükümsüzleştirilince AKP’nin Kürt halk desteğinin ciddi ölçüde azalması neredeyse kaçınılmazlaşmıştı. Ama o desteğin yüzde 10’lar düzeyine inmesi gibi yine de bir iki ay öncesinden tahmin edilemeyen bir sonucun ortaya çıkışı, HDP’ye karşı düzenlenen provokasyonların ters tepmesi ile izah edilebilir.

Şüphesiz izah edilmesi bu kadar kolay olmayan nokta; Erdoğan’ın –ve dolayısıyla AKP hükümetinin– HDP’ye karşı, fiilen 1990’ların o malum devletçi yaklaşımından –sadece şiddet dozu düşüklüğü hariç– farksız bir çizgiye niçin geldiğidir.

Bunu “çözüm sürecine angaje olmanın AKP’den MHP’ye oy kaymasına yol açtığı için...” diye açıklamanın pek mantığı yok. Çünkü eğer asıl neden bu olsa idi; AKP ve Erdoğan “çözüm süreci”nin başlatıldığı, İmralı ve Kandil’le müzakerelerin neredeyse resmiyet kazandığı, bu amaçla yasaların çıkarıldığı dönemde yapılan iki önemli genel mahiyette seçimde –2014 mahalli seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde– MHP lehine oy kaybederdi. “Çözüm süreci” nedeniyle MHP’ye gitmiş oylar o zaman giderdi veya gitmiştir. Ki sonuçlar böyle bir oy kaybı olmadığını gösteriyor. 2014 mahalli seçiminde AKP (2009’a göre) oylarını 5 puan arttırmış, Cumhurbaşkanlığı seçiminde aksine MHP’den AKP’ye oy akışı olmuştur. Dolayısı ile Bay Erdoğan’ın “Dolmabahçe mutabakatı”nı iptal et(tir)mesi ve “Kürt sorunu yoktur” demesi AKP’den MHP’ye oy kayması ile ilgili değil AKP’den HDP’ye kayması ile ilgili bir politikanın sonucudur. AKP’den HDP’ye kayan oyların yeniden kazanılmasına matuf olmayıp, aksine bu kaybın –en azından bir dönem için– kalıcı olacağı tesbitine dayalıdır. Yani, öyle anlaşılıyor ki AKP yönetiminden çok Recep Tayyip Erdoğan, başta Kobane olmak üzere 2012’den bu yana bölgede ve özellikle Suriye’de yaşanan olaylar sonucunda hem AKP’nin HDP lehine –şimdilik geri döndürülemez olan– ciddi oy kaybettiğini; hem de Türkiye Suriye sınırında –uluslararası koruma, destek ve prestije sahip– Kürt kantonlarının teşekkülü ile yeni bir durumun doğduğunu görerek kökten bir politika revizyonuna gitmiştir. Kuzey Irak Kürt federe yönetimi, Türkiye Kürdistanı’ndan kitlesel destek ve hegemonyasını arttırmış bir HDP-PKK’ya ilave olarak her ikisiyle devlet sınırlarının engelleyemeyeceği fiili bir birliktelik oluşturabilecek –hatta oluşturmuş olan– Suriye’deki Kürt kantonları, TC devletinin, kurulu düzeninin mantığında “en büyük tehdit ve tehlikelerden biri”, hatta başlıcası addedilen “bir Kürt milli devlet”inin teşekkül etmekte olduğu anlamına geliyordu. Bu da Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ekibinin –üzerine sürdüğü “Yeni Osmanlı” cilası daha kurumadan salkım saçak dökülen– “devletçi aklı”nın Kürtleri kazanmak politikasını derhal terk edip “Kürt tehlikesi”ni engelleme politikasına geçişini “gerektiriyor”du.

Bu politika değişimini neredeyse doğrudan yansıtan şey, AKP’nin 7 Haziran seçimleri için hazırladığı aday listeleridir. AKP genel merkezinin
–ve elbette bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın– bu listelerde yerel nüfuz sahibi adaylardan ziyade bağımlılığı güvenceli adaylara ağırlık verdiği ilk bakışta görülmektedir.

Nitekim AKP medyası da seçim sonuçları belli olur olmaz koro halinde “Türkiye’nin güneyinde baş gösteren büyük tehlike”yi işleyerek bu yönde bir “kamuoyu oluşturma”ya koyuldu. Türk milliyetçi ve “ulusalcı” medya bunu aylardan beri yapmaktaydı zaten. Şüphesiz söz konusu koro, bu “tehlike”nin, Kürtlerin on yıllardır sürdürdükleri çabalarla, özellikle de AKP hükümetinin son yıllarda izlediği –ve örneğin Kobane direnişi ve IŞİD’in palazlandırılması sürecinde apaçık görülen– nobran politikaya duyulan tepkinin enerjisi ile oluştuğunu gözardı ederek; Türk milliyetçi ve Sünni mezhepçi yaklaşımın “olağan şüpheli-faillerinin” –ABD, İsrail, İran, Esed rejimi, Avrupa Birliği ve bu arada Rusya’nın– zaten on yıllar, kim bilir belki de birkaç yüzyıl öncesinden beri hazırlamış oldukları planın sonucu, eseri olduğunu bilhassa belirtmeyi de asla ihmal etmemektedir.

Mevcut partiler içinde sadece CHP –büyük çoğunluğu ile– kendisini bu koronun dışında tutmakta; HDP ile ilişkiyi “gayrımeşru” ilan etmeye hazır bu “cephe”nin dışında durmaktadır.

AKP’nin en azından HDP destekli bir CHP-MHP koalisyonunu ihtimal dışı kılabilmek için bu “tehlike” temasını tüm gücüyle sürdüreceği ortadadır. Bu tutumunu, MHP ile bir koalisyon kurup “tehlike”yi askeri-polisiye tehdit ve hatta harekât noktasına kadar sürdürüp sürdürmeyeceği sorusuna ancak Temmuz ayının gelişmeleri sürecinde cevap verebileceğiz.

Ama, bu gelişmelerin yönü ne olursa olsun HDP’nin kendisini AKP, MHP ve “ulusalcı” çevrelerin işbirliği ile oluşturulacak bir siyasal tecrit ve kuşatma çemberi içinde bulacağını şimdiden söyleyebiliriz. Eğer HDP bu çemberin her tür sıkıştırmaları içinde “doğal olarak” Kürt partisi olma konumuna “geriler”, bu noktada yoğunlaşır ise kuşatıcıların tam da arzu ettiği gibi davranmış olur. O nedenle de nasıl 7 Haziran seçim kampanyası döneminde sergilediği siyasal olgunluk, basiret ile diğer partilerden onu nitelikçe ayıran bir “değerlere dayalı siyaset”in partisi olma iddiasına güçlü bir inandırıcılık sağlayıp, ülke sınırlarını da aşan bir destek, sempati halesi yaratabildi ise; önümüzdeki bu muhtemel “kuşatma teşebbüsü” karşısında da büyük bir sabırla aynı siyaseti izlemelidir. Ardındaki Kürt halk desteğini ülkenin ve bölgenin diğer yerlerindeki etnik-mezhebî ve öteki açılardan heterojen seçmenleri ile kaynaştıracak ve onların tümünü, HDP’yi parlatan bir diğer sloganını “yeni bir yaşam” perspektifini gerçek kılmanın çeşitli alanlarındaki arayış ve birlikteliklere yöneltecek bir tutum olacaktır bu.

Bu sadece HDP’nin omuzlarına yıkılacak bir görev ve sorumluluk değil. Onun başarısına tek bir oy vererek bile olsun katılmış olup, başarısıyla sevinen ve umutlanan herkese, hepimize şamil, zorluklarla yüklü ama bir o kadar da yapıcı-yaratıcı enerjimizi ve donanımımızı harekete teşvik eden bir görev ufku aynı zamanda.