Bindiğimiz alâmet

Türkiye, hem toplum olarak kendi içinde, hem de devlet olarak komşularıyla “savaş hali”ne sürüklenmenin eşiğine getirilmiş bir ülkedir artık. Ve Mart ayı bitmeden bu eşiğin her iki yanından birden aşılmış olma ihtimali hiç de az değildir.

O tarihte bu eşik aşılmamış olsa dahi; bu ülke, bu toplum, en az önümüzdeki birkaç yıl boyunca bu gayet vahim ihtimalin her an gerçekleşebileceğinin ağır tedirginliğine mahkûm edilmiştir. AKP/Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin Türkiye’yi ağır bir bedel ödenmeden çıkılması imkânsız bir darboğaza ittiği, AKP saflarından bakıldığında dahi görülebilen bir gerçekliktir.

Eski –AKP’li– Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerinden geçiyoruz” deyişi, yanlış olmayan, ama önemli bir eksikliği de taşıyan bir tesbittir. Çünkü bu zor durumun oluşmasında birçok faktörden söz edilebilse de; merkezî faktörün, asli, doğrudan sorumlunun, failin AKP kadrosu, yönetimi ve onun iktidar perspektifi, iç ve dış politik stratejisi olduğu gerçeği –mecburen– belirtilmemektedir.

Elbette Abdullah Gül’den bu kadarı beklenemez. Ama başlıca muhalefet partilerinin, CHP ve MHP’nin de “ülke çok kötü yönetiliyor” demenin, idare, istihbarat ve güvenlik konularındaki ihmal ve yanlışlıkların ötesinde, bizatihi Kürt ve Suriye politikalarının esasına dair, köklü bir eleştiri yapamıyor olmalarına ne diyeceğiz?

Bu sorunun cevabı, Türkiye’nin içine itildiği darboğazdan çıkış yolunu bulmasının hiç de kolay olmayacağını işaret eder niteliktedir. Şöyle ki; %49 oyu temsil eden AKP’nin karşısında toplam %37 oyu temsil eden bu iki parti de; mevcut “savaş hali”nin ilk –“dış”– cephesi olan Suriye meselesinde AKP yönetiminden –esasta denilemeyecek olsa da– ciddi farklılıklar içeren bir tutumu savunmakla birlikte, “iç” cephede, yani Kürt sorununda AKP ile sadece yöntem konusunda, zamanlama bahsinde farklılaşan bir yaklaşım ortaklığı içinde olageldiler. Ancak, son iki yıldan beri –bir tarih/nirengi vermek gerekirse– Şam yönetiminin “saha”da konumunu güçlendirmesi ve asıl olarak da Rojava’da uluslararası meşruiyet ve saygınlığa sahip bir Kürt bölgesinin teşekkül etmesi ile birlikte, AKP’nin Suriye politikası giderek bu olguya odaklı hale geldikçe aradaki farklılıklar da azalmaya başladı.

Dolayısıyla AKP iktidarının 7 Haziran seçimleri öncesinden itibaren Suriye’de PYD’nin, Türkiye’de HDP’nin yükselişini durdurmak ve ketlemek amacıyla izlediği politikaya bu iki parti de esas olarak karşı değildir. O nedenle, varsayalım ki bugün AKP iktidarı ülkeyi soktuğu bu vahim durumun sorumluluğunu kabullenip istifa etse ve bu iki partinin kuracağı bir hükümete yol vermiş olsa; bu yeni hükümetin de Türkiye Kürdistanı’nda halen yürütülmekte olan operasyonları aynen sürdüreceği gibi; Suriye’de de –muhtemelen Suudilerin başını çektiği anti Şii/ İran koalisyonu ile bağlantıları azaltmak dışında– AKP’nin Kürt hareketini geriletmeye endeksli politikasını devralacağı şimdiden bellidir.

Belirtmek istediğimiz nokta şudur: Şu anda Türkiye’yi hem kendi içinde hem de komşuları ile “savaş hali”nin eşiğine getirmiş olan AKP hükümetinin “Kürt sorunu”na odaklı politikası, esas itibari ile Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu tarafından şu veya bu derecede desteklenmekte, onaylanmaktadır. Aynı büyük çoğunluk o politikaların yarattığı sonuçlardan ciddi ölçüde kaygılı; giderek artan ölüm yıkım haberlerinden, gerilimin bir Türk-Kürt iç savaşı ihtimalini hiç olmadığı kadar yükseltmesinden gayet endişelidir ama; kendisini temsil eden partilerin gerçek bir Türk-Kürt eşitliğine direnen yaklaşım ve mantığın dışında, karşısında bir yolu benimsemeye de razı değildir.

Sadece Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmış seçimlerin değil, çok çeşitli kamuoyu yoklamalarının da doğruladığı bu gerçeklik ile son iki genel seçimde %80 gibi çok büyük bir çoğunlukla HDP’ye oy vererek eşit yurttaşlık dışında bir “çözüm”e rıza göstermeme kararlılığını tescil etmiş Kürt halkının gerçekliğinin uyuşmadığı ortadadır. Bu uyuşmazlığa yakın tarihlere gelinceye kadar her iki taraf da “ileride ortadan kalkabilir” umudu ile katlanabilmekte idi. Ve o nedenledir ki örneğin PKK’nın silahlı isyana başvurmasının gerekçelerine hak veren, ama silahlı mücadeleyi onaylamayan Kürt nüfusun önemli bir bölümü, çok yakın tarihlere kadar onun işaret ettiği –DEP, HADEP, HDP gibi– partilere oy vermemekte idi. Ancak 7 Haziran 2015 seçimleri arefesinde AKP iktidarının –CHP ve MHP’nin de açık desteği ile– Rojava’daki Kürtlerin varoluş mücadelesine karşı takındığı olumsuz tavır ve ardından da iki yıldır –oyalama manevraları ile de olsa– devam eden “çözüm süreci”ni iptal ederek HDP’yi geriletmeye odaklı bir seçim kampanyası yürütmesi bu tutumun sona ermesine yetti. PKK’ya ilişkin kuşku ve eleştirilerinden vazgeçmemekle birlikte Türkiye’deki Kürt nüfusun büyük çoğunluğu HDP –dolayısıyla PKK– etrafında kenetlendi.

7 Haziran sonrası gelinen bu noktadan, bahsettiğimiz uyuşmazlığın kopuşa yol açma ihtimali haliyle fazlalaşmıştı. Gerilimi azaltacak, sözkonusu ihtimali geriletecek tek faktör, AKP iktidarının ortamı yumuşatıcı bir rotaya girmesi, defalarca denenmiş şiddet ve yıldırma yöntemlerini devreye sokmanın Kürt halkının direnç ve kenetlenmesini arttırmaktan başka bir sonuç vermediğine dair tarihî dersi hatırlaması idi.

Ama AKP liderliği, –sözkonusu uyuşmazlığın tam bir kopuşa yol açması için uğraşan, stratejisini bunun üzerine kuran PKK içindeki Kürt milliyetçi damarında “paha biçilmez” katkı ve yardımlarından gerekçe bularak– tam aksine bir tutum izledi. Kürtlerin Suriye-Rojava’da sağladıkları prestijden de güç alarak ülkeyi böleceklerine dair endişe ve öfkeyi körükleyen bir kampanya yürüterek; bu durumda içgüdüsel olarak “istikrar”a sarılan, AKP’ye oy vermekten vazgeçmiş kesimlerin –kerhen de olsa– oylarını yeniden ve fazlasıyla alarak sarsılan iktidarını koruduğu gibi; 7 Haziran’da gömülen “Başkanlık rejimi” hayallerini diriltecek bir oy oranına erişti.

AKP bu “başarı”yı 2015 yazında Kürt nüfus yoğun illerde 1990’lı yılları hatırlatan askerî operasyonları, sınır ötesi hava bombardımanlarını yeniden başlatarak sağlamıştı. Bu operasyonların onu tek başına Anayasa yapabilecek bir çoğunluğun hemen eşiğine taşıdığından hareketle olmalı; AKP 1 Kasım’dan sonra aynı operasyonlara “eşik atlatma” kararını verdi. Ve malum “hendekler” gerekçe gösterilerek, direnişe kalkışabilecek tüm Kürt kent ve kasabalarını kapsayabileceği ilan edilerek, bu yörenin yakın tarihinde görmediği çap ve yoğunlukta, adeta bir yeniden fetih harekâtı başlatıldı.

Bu harekâtın şu anda yürütülmekte olduğu kent ve kasabalarda T.C. devletinin, AKP iktidarının ve onun bu harekâtına destek veren partilerin amaçladığı “düzen ve sükûnet” şimdilik sağlanabilse dahi; harekâtın kendisinin daha da genişleyerek sürüp gitmesi artık kaçınılmaz. Sur, Silopi, Cizre’yi diğer kent ve kasabaların takip edeceğinin işaretleri şimdiden mevcut. “Fırat’ın ötesi”nde “savaş hali” tahmin edilebilir gelecekte kalıcı bir olgudur artık. Bunun anlamı, yukarıda işaret ettiğimiz Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin “gerçeklik”leri arasındaki uyumsuzluğun, uzlaştırılabilme imkânının –korkarız bir daha ele geçmemek üzere– yok olduğu, yok edildiğidir.

Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisi –Irak Kürdistan’ı ve Suriye’deki fiili Kürt otonomisi de dikkate alındığında– bundan böyle İsrail ve Filistinliler ilişkisine en genel hatlarıyla benzeyen bir çerçeveye oturmuş olmaktadır böylece. Buna süreğen bir “savaş hali” diyebiliriz.

***

Türkiye AKP politikası “sayesinde”, sadece –en azından orta vadede “kalıcı”lığını güvence altına almış– Suriye’deki Kürt –fiili– otonomisi nedeniyle değil; bu ülkede –revizyondan geçirilerek de olsa– iktidarını, belirleyiciliğini sürdüreceği neredeyse kesinleşmiş görünen mevcut Şam yönetimine karşı izlediği çok yönlü “yıkıcı” faaliyetin açık destekçisi olması yüzünden de, en az önümüzdeki on yıl boyunca Suriye ile “savaş hali”nin kıyısında bir ilişki içinde olacaktır. Suudilerin Katar’la birlikte silahlı isyana teşvik ettiği –IŞİD ve El Nusra da dahil– selefi Sünni gruplar, uğramaları neredeyse kesinleşmiş yenilgilerinin ağırlığı ile orantılı olarak Türkiye’yi, AKP iktidarını suçlama, yenilgilerinin sorumluluğunu ona yükleme eğiliminde olacaklardır. Şam yönetiminin en azından önümüzdeki üç dört yıl boyunca Türkiye’ye, Recep Tayyip Erdoğan yönetimine karşı duyduğu birikmiş öfkeyi, intikam güdüsünü Türkiye sınırının hemen yanı başındaki fiili Kürt otonomisi üzerinden tatmin etme “fırsatı”nı kaçırmayacağı açıktır. 1990’lı yıllardaki PKK isyanı ile Irak Kürdistanı ilişkisine en genelde benzetilebilecek bu durumda Türkiye’nin durum ve konumu bu kez neredeyse kıyaslanamayacak ölçüde zayıftır. Öncelikle orada ulaşımın gayet zor olduğu sarp dağlar değil, denetimin mümkün olmadığı yüzlerce kilometrelik bir ovaya çizilmiş sınırlar vardır. Ve bu sınırın her iki yanındaki “Suriyeli” ve “Türkiyeli” Kürtler, kendileri ile “savaş hali”nde olan T.C. kuvvetleri karşısında, Iraklı Kürtler ve Türkiyeli Kürtlere kıyasla zaten daha sıkı ve yoğun ilişkilerini çok daha pekiştirerek saf tutabileceklerdir. Ayrıca 1990’ların Irak Kürt otonomisinin sahip olduğundan çok daha etkin bir –ABD/Rusya– dış desteğe sahiptirler. Şam yönetimi de 1990’lar Saddam dönemi ve sonrasının Bağdat yönetimlerinden çok daha fazla ve etkili –İran, Rusya ve hatta Çin– müttefiklerce desteklenmekte olacaktır.

Dolayısıyla Türkiye sonuçta kazanabilme ihtimali daha yüksek bir “savaş hali”ne sokmuş değildir kendisini. AKP/Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin, oportünist ve aynı zamanda afaki hesaplarla giriştiği ve bir noktadan sonra “paralı” Suudi ve Körfez monarşilerinin salt gerici politikalarının güdümünde yer aldığı “Suriye macerası” ile sürüklendiği, “hiç hesapta olmayan” bir durumdur bu. Ve üstelik bu durumda, sadece politikasının yanlışlığı, afakiliği ve dar görüşlülüğü ile değil, karar vericilerinin yetenek ve beceri yoksunluklarına ek olarak moral-ahlâkî seviyeleri ile uluslararası planda saygınlığını yitirmiş, “güvenilmez” damgası yemiş bir iktidar kadrosu ile hareket etmenin ağır handikabı da sırtındadır. Bu kadronun kendine benzettiği devlet aygıtını da mutlaka eklemek gerekir bu tabloya.

AKP/Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin etkisiz ve gerçek bir alternatif ileri sürme güç ve imkânından yoksun bir muhalefetin zımni ve çaresiz desteği ile Türkiye’yi içine sürüklediği “savaş hali” mevzilenmesinin niteliksel özeti bu. Şu anda ülkenin ve devletin giderek daha da fazla batağa saplanmasından başka sonuç vermeyecek bu “savaş hali”ne ilişkin olarak şu anda toplum çoğunluğundan etkin bir itiraz yükselmiyor ise de, süreç ilerledikçe bu durumun şu veya bu biçimde değişmesi kaçınılmazdır.

İhtimaller yelpazesinin en karanlık ucunda Türkiye içi savaş halinin, Orta ve Batı Anadolu illerini de kapsayacak bir Türk-Kürt kapışmasına dönüşmesi tehlikesi yer alıyor. Bu ihtimal ne yazık ki öbür uçta yer alan –bölgenin tüm milliyet, din ve mezhep topluluklarını aynı eşit haklar temelinde birleştiren ve tüm bu kimlik hassasiyetlerinin sönümlenmesi yolunu açan bir hareketin nüvelerinin giderek çoğalmasını içeren– ihtimalin gerçekleşme ihtimalinden çok daha güçlü. Şüphesiz ara ihtimallerin belirmesini de göreceğiz. Örneğin 1990’lı yıllarda Türkiye’nin “tuzu kuru” yöre ve kesimlerince utangaçça da olsa dillendirilen “ver kurtul”cu “Beyaz Türk milliyetçiliği” çok daha iddialı biçimde sahneye çıkabilir.

Umut verici sözler etmeyi kim istemez? Ne var ki ölü bedenlerin çırılçıplak teşhir edilmesinin veya sürüklenmesinin ya da günlerce gömülmeden bekletilmesinin sadece bir tarafın vicdan ve hafızasında açık yaralar açtığı; bunları suskunlukla, hatta “müstehaktır” bakışıyla karşılayan “öteki taraf”ın intihar bombalarıyla parçalanmış cesetlerle,vurulmuş asker ve polis cenazeleri ile karşılaştığında ancak aynı yaralanma hissini yaşadığı bir toplumda o umut sözcüleri, her iki tarafın da öfkeyle sırtını döndüğü, gitgide tenhalaşan “ara bölge”de samimi olarak dillendirilebilir. “Taraf” olanların susturmaya değer veya gerekli bulmadıklarında, küçümseyerek safdillik saydıkları o sözler, umarız ki o tarafların katıldıkları “savaş hali”nin korkunç bilançosu ile karşılaştıklarında idrakine varıp “keşke” diyecekleri sözler olmasın.