Üniversitenin piyasa ve fabrikaları
Başlığın aksine üniversite nitelik peşinde ve evrensel iyilik ideali için çalışan bilimciler topluluğudur; yani piyasanın tam tersidir. Fabrikada ise bilgi değil standart ürünler üretilir. Bu da on iki yüzyıldır var olan üniversitenin kuruluş amacına aykırıdır. Madem öyle başlık nasıl bu şekilde oldu, üniversite nasıl piyasa haline geldi ve yan piyasaları bile oluştu, hatta neden fabrika denmeye başlandı, önce bu işlerin mucidi Amerikan sistemini örnekleyip anlatmaya çalışacağım. En sonunda konuyu, bu sistemin ülkemizdeki üniversiteyi –piyasalaşmanın bile eksik yapılmasıyla– düşünce üreten bilimsel yapıdan nasıl çıkardığına bağlayacağım.

Üniversitenin Sanayileşmesi

Üniversite uzun zamandır vardı ancak yaygınlaşması modernitenin dayattığı kurallarla oldu. Modern insanın üretkenliği ancak belirli bir eğitim sisteminden geçmiş olmasına bağlandı. Bu kurallar bireyin nasıl görüneceğinden günlük yaşamında neler yapması gerektiğine kadar uzanan maddelerin sadece bir bölümüydü. Her bir kurala ait sanayi ve piyasalar gelişti. Bunlardan biri de eğitimdi. Piyasalar hemen her zaman aynı kurallarla oluşur ve her piyasa bir diğerine bağlıdır. Eğitim de piyasanın bu biyolojik ortakyaşam ilkesinden nasibini çokça aldı.

Üniversitenin bugünkü anlamda sanayileşmesi Amerika’dan başlayarak dünyada çoğalan orta sınıf nüfusun üniversite diplomasına karşı talebini artırmasıyla tetiklenen bir sürece bağlı oluştu. Zira aynı eksende gelişen ve küreselleşen şirketler işe almak için yüksek eğitimli ve “iyi” özgeçmişli kişilere ihtiyaç duydular. Diplomaya talep fazlalaştı. Aksi halde bireyleri bekleyen yaşamın “kaybedenler” arasında geçeceği bir kural olarak kondu. Arz ve talep dengesinin mutlaka bozuk olması gereken bir düzenekte arzdaki boşlukların göze batması kaçınılmazdı.

Piyasadaki boşluğu değerlendirmek için, seksenlerde birçok ülkede açık öğretim kurumları açılmaya, uzaktan eğitimle üniversite diploması verilmeye başlandı. Doksanlarda internetin gelişi ile piyasanın ideal ortamı olan arzın da talebin de faydayı neredeyse azami haddine çıkarabileceği bir durum nihayet oluştu. İki binlerin başında üniversiteler internet üzerinden lisans ve yüksek lisans dereceleri vermeye başladılar. Hem öğrenci sayısı artacak hem de hoca sayısının artması bir zorunluluk olmayacaktı.

Bir taraftan da bütün dünyada (hukuk, tıp gibi meslekler haricinde) işe alınanların çoğu mezun olduğu alanda çalışmıyor, hatta mezun olduğu alanda çalışsa da üniversitede öğrendiği şeylerin çoğunu kullanmıyordu. Diploma sahibi olma zorunluluğu kapitalizmin en önemli ideolojik araçlarından biri olduğu halde çok az sorgulandı. Üniversite eğitiminin amaçladığı evrensel ve özgür düşünmenin bir yerlerde kaybolduğu, her şeyin bir kağıt parçasına indirgendiği fark edilse de piyasanın gücünü durdurmayı kimse beceremedi.

Dünyadaki Kâr Peşindeki “Doktora Fabrikaları”nın Doğuşu

Şirket sayısı çoğalıp üniversite mezunlarına duyulan ihtiyaç arttıkça, üniversiteler programlarını zamana uygun daha da özelleştirilmiş konulara doğru tasarlamaya başladılar. Aynı, diyelim, yüz kremi piyasasındaki mantık burada da geçerliydi: Her cilde mutlaka farklı krem gerekir. Ne kadar çeşit varsa o kadar satış gerçekleşir!

Buna verilecek en önemli örnek, modası küreselleşme ile başlayan, tüm dünyada çok büyük bir pazar açan iş idaresi (işletme) yüksek lisans (MBA) programlarıdır. Bu küresel pazarın ABD ve İngiltere’de ekmeğini yemeyen üniversite neredeyse kalmadı. Amerikan tarzı kurumsal başarının hem aracı hem de simgesi olarak pazarlanan bu program (aynı bugün de olduğu gibi) dünyadaki birçok üniversitesinin ve ders kitapları yayınevlerinin en önemli ciro kapılarından biri oldu. Çoğu Amerikalı ve İngiliz’in bankalara tıpkı ev satın alır gibi geleceklerini ipotek altına vererek ödeyebildiği eğitim ücreti küresel pazar için söz konusu değildi. Okumaya gelenlerin bütçesi zaten hazırdı.

Bu arada artan talep en kritik istihdam açığını ortaya çıkarmakta geciktirmedi: Esas karaborsa olan hocalardı. Peki, üniversite hocası nasıl yetiştirilecekti? Bir üniversite dersi ancak doktorasını bitirmiş akademisyenler tarafından verilebilirdi. Yalnız doktora programı hem üniversite hem de öğrenci açısından zor ve en az dört yıllık bir süreçti. Üstelik bir doktora dersi ya da tez danışmanlığı ancak doçent ya da profesörler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Bu unvanlara sahip olmak da, süreçler de piyasanın arzu ettiği hızda ilerleyeme(z)di. Akademi özel sektörün tam tersiydi; nitelik önemliydi. Neticede üniversitelerde tıpkı şirketlerde olduğu gibi istihdam açığı ortaya çıkmaya başladı. Çoğu akademisyen giderek daha büyük bir ders yükünün altına girip en önemli görevleri olan bilimi ilerletmeyi ikinci plana atmak zorunda kalsa da bu yeterli olmadı.

Buradaki en önemli dönemeçlerden biri, doksanların sonuna gelindiğinde doktora için gereken niteliklerin düşürülmesi ve ücret karşılığı verilen doktora eğitimlerinin de küresel pazara açılıp yaygınlaşmaya başlamasıdır. ABD diğer bir çok sanayide olduğu gibi bunda da öncüydü. Öyle ki, dil eğitimi gibi daha az kârlı bir piyasanın lideri olan İngiltere bu “işi” daha sonra keşfedecek, tıpkı diğer bir çok alanda olduğu gibi sanayileştirmede geciktiği için de ABD kadar çok para kazanamayacaktı. Bu arada İngiltere’deki bazı üniversitelerin adı “doktora fabrikası” olarak kötüye bile çıktı.(1) Bunda bir beis görülmedi. Yer İngiltere, diploma üzerinde yazan bir İngiliz üniversitesi olunca, binlerce kilometre ötedeki ülkelerde bunun farkı zaten hissedilmezdi. Aslında iyi bir üniversitede iş bulmak için doktora derecesi almak yeterli olmasa da, paralı doktora eğitimlerinin yaygınlaşması ve başvuru kriterlerinin düşürülmesi, ülkemiz dahil bütün dünyada akademinin de standartlarının düşmesi sonucunu doğurdu.

Akademik istihdam açığı yeni mezun doktoralılarla ya da var olan akademik kadroyu fazla vardiya çalıştırma gibi yöntemlerle kapanmaya başlamıştı. Ancak doktorasını alanları bu kez de lisans ve yüksek lisans mezunu olanların akıbeti bekliyordu: İşsizlik. Aslında Fordizm kuralları dahilinde fabrikalarda kitlesel üretim belli kurallara bağlanmıştı. Birçok tüketim ürünü sanayisinde üretim fazlalığı olmaması için gerekli önlemler inceden inceye hesaplanmak zorundaydı. Ne yazık ki hiçbiri üniversiteler için uygulanamadı; bu yöntemler insan yetiştirmeye uygun değillerdi. Neticede kaç adet satacağını bilen bir otomobil üreticisi kadar olunamadı. Çoğu ülkede lisanstan doktoraya öğrencilerin nerede istihdam edileceğine dair doğru bir “üretim planlaması” daha şu ana kadar yapılabilmiş değil.

Doktora konusunda o arada beliren ilginç bir durumu da eklemekte fayda var: “Talebin fazlalığına arzın yetememesi” denilen piyasanın en çok sevdiği boşluk sonucunda ABD’den başlayarak, Kanada ve İngiltere’de internet üzerinden alınabilecek doktora dereceleri. Bir kısmı akreditasyonlu olan bu programlardan doktora derecesi alanlar ABD ya da Avrupa’daki üniversitelerde iş bulamayacak olsalar da, talep çok fazlaydı. Doktora sahibi olmak özellikle Orta ve Uzakdoğululara özel ya da kamu şirketlerinde daha çok prestij sağlıyor, terfiler daha hızlı alınabiliyordu. Bu yüzden akademisyen olmak istemediği halde doktora yapmak isteyenlere ait bu piyasa kârlılığı oldukça arttıran bir bütçe kalemi olarak yerini aldı. Hali hazırda para kazanan bu adaylar, işlerinden ayrılmadan bir unvan sahibi olmak istedikleri için internet üzerinden yapılan doktoraların normal programlardan daha pahalı oluşuna kimse itiraz etmedi. Aynı MBA programlarında yaşandığı gibi mezun profilinin düşme kaygısı yok denecek kadar azdı. Post-kolonyalizmin kılık değiştirdiği bu düzende, hedef ciro yükseltmek olduğunda, kendi ülkelerinde işlevsiz olan bu tür doktora derecelerine sahip olma standartları o çok uzak ülkelerde düşse de fark etmezdi; zira verilen eğitim her zaman “doğu için iyi”ydi.

Küresel yüksek eğitim, şu an İngilizce konuşulan ABD, İngiltere ve Kanada’nın lokomotifliğini üstlendiği, akademik ve akademik olmayan istihdamı ile hocaların ve öğrencilerin yarattığı yan piyasalarla oldukça büyük bir piyasa. Üniversite “işine” yapılan yatırımın getirisi de, piyasa talebinin dünya nüfusu arttıkça artacağı belli olduğu için, neredeyse kanıtlanmış durumda.(2) Üniversite eğitiminin Amerikan tarzında gelişen, bir kısmı da oligopolistik olan yan piyasalarına dört örnek verilebilir. Bunların çoğu Türkiye dahil diğer birçok ülkeye uygulanabilir:

Yan Piyasa 1: Bölge Kalkındıranlar (Emlak, Finans ve Diğerleri)

“Üniversiteler bulundukları şehirleri kalkındırır”. Bu sözün dilimize yerleşmesi boş yere olmadı. Üniversite öğrencisi demek kalıcı turist demektir; üstelik geldiği şehirde en az dört yıl yaşaması garantidir. Üniversite öğrencilerinin kitaplardan, kalacak yere, civardaki marketlere, para çekecek ve kredi alacak bankalara, lokantalara, giyim mağazalarına, eğlence mekanlarına, okulları yeteri kadar havalıysa logolu eşyalarına (merchandising!) ihtiyaçları vardır. Öğrenciler dünyanın her yerinde nokta atışıyla vurulacak tüketicilerdir. Amerika’nın birçok şehri bu şekilde büyüdü, kalkındı. Bazı şehirlerde birden fazla üniversite açıldı. Bunun alçak gönüllü halini “öğrenci şehri” olarak bildiğimiz Eskişehir’de görebiliriz. Başka şehirlerden gelen öğrenci nüfusu o şehirde para harcamayacak da nerede harcayacak? Tüketim olmayınca nasıl kalkınılır ki?

Bu arada tıpkı uluslararası şirketlerde olduğu gibi üniversitelere bölgesel sermayeleşme yeterli gelmedi: Bilgi Üniversitesini satın alan Laureate grubu gibi küresel üniversite ağları ortaya çıkmaya başladı. Amerikan ve İngiliz üniversiteleri, kültürel tarihleri malum, geliri sadece kampüs çevresiyle değil ülkeleriyle bile sınırlandırmak istemediler. Özellikle Dubai, Singapur ve Bangkok gibi iş dünyasının aktif olduğu merkezlerde yönetici eğitimleri ya da ortak MBA programları yürütmek için şube (franchising!) açtılar, başka bölgelerde de kalkındılar.

Tüm bu yan piyasalar içerisinde finansın yerini belki de ayrı tutmak gerekir. Bugün toplam 1,5 Trilyon dolar olan öğrenci kredisi borcuyla ABD, finans-üniversite işbirliğinin en “verimli” örneğini bizlere gösterir. Özellikle ABD ve İngiltere’de bu öğrencilerin çoğu, diploma sahibi olabilmek için, kredi borçlarını uzun yıllar boyunca ödemek zorunda kalırlar.(3) Geleceğe borçlanma yoluyla kurulmuş bu sistemle refah ve eğitim ilerletilmeye çalışılır.

Yan Piyasa 2: Akademik Dergiler

Akademik yükselme için doksanlardan sonra küresel olarak Amerikan sisteminin yıllar içinde belirlediği şartlara uymaya başlandı. Bu şartların sağlanmasında iki büyük yan piyasaya ihtiyaç vardı: Akademik dergiler ve akademik kitap yayıncılığı. Oligopol özellikler gösteren bu piyasanın yarısından fazlası ABD, İngiltere ve Hollanda’da ortaya çıkmış, şimdi bir kısmı halka arz edilmiş dört-beş yayınevi arasında paylaşılır. Örneğin en büyüklerinden biri olan Elsevier’in 2016 cirosu 3 Milyar dolardan fazladır (THY’nın yaklaşık üçte biri).

Şu an dünyada yaklaşık 28.000 adet akademik dergi ve bu dergilerde 50 milyonun üzerinde makale bulunduğu biliniyor.(4) Her yıl en az iki milyon makalenin bu toplam rakama eklendiği tahmin ediliyor. Ne var ki, bu makalelerin birçoğu baştan sona sadece onları değerlendiren hakemler tarafından okunur. Doktora öğrencilerine makalelerin sadece özetini, giriş ve sonucunu okumayı salık veren hoca çoktur, aksi takdirde tez için yapmaları gereken araştırmayı bitirmeleri çok uzun zaman alacaktır. Akademik yükselme hakemli dergilerde makale yayımlamakla gerçekleştiği halde çoğu sosyal bilim makalesinin bilime marjinal katkısı yok denecek kadar azdır. Katkı bu doğrultuda daha çok yayımlanan makale sayısı ile belirlenmiş olan akademik yükselmelere yarar. Sonuçta akademik dergiler çoğu baştan sona okunmamış makale mezarlıkları olarak veritabanlarında kalırlar.

Amerika’daki üniversite kütüphaneleri kurumun niteliğine göre bu tür dergilere 350 bin ile sekiz milyon dolar arasında değişen abonelik ücreti öderler. Sadece bizim gibi ülkelerdekilerin değil, ABD ve İngiltere de dahil çoğu üniversitenin, kapsamlı hizmet veren dergi veritabanlarının ücretini ödeyecek bütçesi bulunmaz. En önemli yayınların bulunduğu abonelikler en pahalı olanlardır. Bunlara erişim sağlanamadığında haliyle araştırma yetileri kısıtlanır. Akademisyenlerin makale değerlendirmesi sırasında yaptıkları hakemliklerle bedavaya çalıştırıldığı bu piyasanın oldukça kârlı olduğunu söylemeye gerek yok. (5)

Ücret karşılığında makale basan akademik dergiler, tanıdık işi ile saygın uluslararası dergilere basılan makaleler, sıralamada yükselmek için kendisinde çıkan makalelere atıf zorunluluğu getiren dergiler ve beynelmilel yaygın olan intihal konusuna hiç girmiyorum. Sadece küçük bir dipnot: Yakın zamanda uydurma bilgiler içeren sosyal bilim makalelerini önde gelen akademik dergilerde yayımlatmayı becerebilen üç kişilik bir akademisyen “çetesi” bu piyasadaki yozlaşmayı göz önüne serdi.(6)

Yan Piyasa 3: Akademik Kitaplar

Batıdaki akademik yayıncılık piyasasının en önemli ciro kaynaklarından biri ders kitapları satışıdır. Ülkemiz dahil İngilizce eğitim yapan bütün dünya üniversitelerinde neredeyse hep benzer kitaplar okutulur. Bu kitapların bir kısmı yabancı dillere de çevrilir. Ancak kitapların içeriğinin küçük bir bölümü değiştirilerek ikinci el piyasası büyümesin diye sürekli yeni baskısı yapıldığı için, bu kitapların ithal edildiği ülkelerde yerli çeviri piyasaları çok büyüyemez; hatta İngilizce eğitimin daha da iyileşmesine ihtiyaç duyulur. Mühendislikten, işletmeye birçok farklı disiplinin ders kitapları yayınevlerinin ülke temsilcilikleri ile üniversite kitabevlerine satılır. Hocalara da o kitabı tavsiye etsinler diye ücretsiz olarak bir kopya promosyon olarak gönderilir. Bu sadece Amerika’da 11 Milyar dolarlık bir piyasadır.(7) İngilizce ders kitapları yerelin büyümesine imkân vermeyen en önemli küresel oligopol piyasalardandır.

Bu piyasasının bir başka alanı olan akademik kitaplar için, en önemli (hatta bazen tek) müşteri üniversite kütüphaneleridir. Bu tür yayıncıların çok tanınmamış akademisyenlerle bağlantıya geçip onlara kitap ısmarladıkları akademik çevreler tarafından zaten bilinirdi. Basıldıktan sonra satışı garanti olan (ama sıklıkla kütüphane raflarında bekleşen) bu kitapların piyasasını açığa çıkaran haberler de okumaya başladık.(8)

Yan Piyasa 4: Konferanslar, Kongreler

Üniversitelerdeki araştırma bütçesinin önemli bir kısmının harcandığı yan piyasa konferans ve kongrelerdir. Hatta turizm sanayisinde konferans turizmi denilen bir alan bile oluşmuştur. Bu konferanslara gidiş-geliş uçak, harcırah ve konaklama her bölüme ayrılan o araştırma bütçesinden düşülür.

Sağlık sanayisi bu turizm çeşidini başlatan ve en çok kullanan sektörlerden biriydi. “Tanıtım bütçesi” adı altında doktorlara yabancı ülkelerde şehir şehir kongre gezdiren ilâç ve tıbbi cihaz firmaları doksanlarda küresel turizm piyasasının doğuşuna eşlik ederek, bütün dünyada yaygınlaşmaya başladı. Sağlık sektöründeki firmaların daha çok denetlendiği ve bu tür tanıtım bütçelerinin daraldığı zamanlar geldi ama diğer akademik birimler bundan çok şey öğrendiler. Benzerlerini tekrarlayıp kongre, konferans ya da sempozyum yaparak “araştırma bütçesi” için gelir elde etmeye çalıştılar.

Çoğunun merkezi de orada bulunduğu için, akademik derneklerin her yıl düzenlediği kongre ve konferanslar tüm dünyadan binlerce akademisyeni Amerika’da toplar. Pazar payının çok fazla olmayan kalanı dünyanın her yerinde irili ufaklı bu tür kongreleri ya da konferansları düzenleyen üniversite ya da derneklere dağıtılır. Bu tür organizasyonlara konularında “uzmanlaşmış” halkla ilişkiler piyasası koştuğu için, eski zamanlarda olduğu gibi akademik gönüllülerin bu işle ilgilenmelerine gerek kalmaz. Otellerde düzenlenen bu tür organizasyonlar sosyal etkinlikleriyle de değerlendirilir. Zira günün sonunda ilerleyen bilimden ziyade sosyal ilişkiler (networking) olacaktır.

İlişkilerle değil de bilimsel katkısıyla var olmayı ve eldeki bütçeleri araştırmalar için kullanmayı hedefleyen akademisyenlerin bu tür ortamlara uyum sağlamaları güç olur. Ancak piyasadan kaçış o kadar da kolay değildir.

Küresel Üniversite Piyasasındaki Yerliler

Politikacılar tarafından atanmış akademisyenlerden oluşan “yönetim kurulları” ile üniversite yönetimine katılımları en aza indirgenen, öğretim üyelerinin birer işçi gibi çalıştırıldıkları için şikayet edip eleştirdiği (9) neo-liberal Amerikan aşısının başka kültürlerde tutmayacağı belliydi. Bizimkinde de tutmadı. Ülkemizde başka hemen her alanda olduğu gibi üniversite piyasası da çoğu küresel muadilinin altında bir performans sergiler. Yine de özel sektör şirketlerinden kamu kuruluşlarına, hâlâ küresel bir markamızın olmamasının sorgulanışı gibi, “Neden üniversitelerimiz küresel sıralamada alttalar?” ya da “Neden bilimsel başarımız dünya ortalamasının altında?” gibi sorular hep sorulur. Aslında bu soruların herkes cevabını bilir.

Öncelikle İngilizce ana dilimiz değildir. Dünyadaki en iyi dergilerde yer alabilmek ve onları anlayabilmek için çok üst düzeyde bir İngilizceye ihtiyaç vardır. Akademisyenlerin çoğu okuduklarını anlayabilse bile yazdıklarının düzeltilmesi için anadili İngilizce olan birinden ücret karşılığı yardım almak zorundadır. Neticede çoğu bir türlü İngilizce öğretemeyen lise sisteminden mezun olmuşlardır. Ayrıca olağanüstü bir araştırma yapıldığını farz edelim, ana dili İngilizce olanlarla, özellikle sosyal bilimlerde, yarışmak zaten zordur. Bu arada aynı makaleyi Türkçe yazsa ne ülkesinde ne de dünyada bilimsel olarak bir anlamı olmayacaktır. Çünkü akademisyenlerin performansları atıf oranları yüksek dergilerde yayımlanan makaleleri ile ölçülmektedir. İngilizce bilmediği halde doçent ya da profesör olmak için makalesini İngilizceye çevirten çok kişi vardır. İyi İngilizce bilenler bile, hakemlerden herhangi bir olumsuz bir yorum gelmesin diye makalelerini mutlaka anadili İngilizce olan bir başkasına yine ücret karşılığında düzelttirirler. Akademik çeviri ayrı bir piyasadır. İngilizce yazılan makalelerin de okuma oranından yukarıda söz etmiştim.

Uluslararası dergilerde yayın yapma sadece ülkemizdekilerde değil, dünyanın birçok üniversitesinde yeni sayılabilecek bir gelenektir. Nasıl ki şirketlerde Amerikan tarzı organizasyon yapısı esas alındıysa, dünyadaki diğer üniversitelerde de aynı “başarı modeli” benimsenmeye son on beş–yirmi yıldır başlanmıştı. Ülkemizde YÖK’ün uluslararası yayımları akademik yükselme için bir kriter olarak sayması bir çeşit milât olarak kabul edilebilir. Ancak YÖK’ün koyduğu kriterler, tıpkı İngilizce gibi, akademisyenleri daha baştan birçok engelin olduğu bir rekabete soktu. Doçentlik kriterlerinde, örneğin, iyi bir uluslararası dergiden alınan bir atıf Türkçe yayımlanmış bir makaleden daha fazla puana sahiptir.

Bu arada YÖK uluslararası yayımlarla ilgili uygulamasını başlatınca, bu nitelikte yayın yapmak için araştırma, o araştırmalar için de bütçe gerektiği ortaya çıkmıştı. Araştırma bütçelerinin bir kısmının, özel-devlet fark etmeksizin, bazı üniversitelerde nerelere harcandığından yukarıda söz etmiştim. Ayrıca hiçbir araştırma bütçesi sağlamayan özel üniversitelerin çoğunlukta olduğunu eklemede fayda var. Bütçe konusundan söz etmişken, yaklaşık 5 milyar dolarlık geliri olan Harvard Üniversitesi ve araştırmaya ayırdığı bütçesi 500 milyon pound olan Manchester Üniversitesi gibi iki örnek vermede fayda var. Ülkemizdeki üniversiteler kısıtlı bütçeleri ile böyle bir piyasada var olmaya çalışırlar; örneğin bugün itibarıyla üniversite sınavlarında birçok bölümünün en yüksek puanlarla öğrenci aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nin toplam bütçesi yaklaşık 50 milyon dolardır.(10) Üniversite sayısı arttıkça daralan bu araştırma bütçelerinin en önemli sonucu çoğu daha iyi koşullarda ve özgürce bilgi üretebilmek amacıyla gerçekleşen beyin göçleridir; bu şekilde ülkenin yetiştirdiği önemli bilimciler kaybedilir. Yalnız akademisyen kaybetme konusunda tek tercih edilen yöntem aşağıda söz edeceğim gibi bu değildir.

Neticede çoğu yerli piyasa örneklerinde olduğu gibi ülkemizin yüksek eğitimi de uluslararası “başarı” kriterleri ile rekabet edebilmek için oldukça dezavantajlı bir konumdadır.

Diploma Denilen Meta ve Bir “Marka” Olarak Üniversite!

İngiltere dahil tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de eski tip akademisyenler için, YÖK’ün başlattığı, ABD’nin koyduğu kurallarla yürütülen bu yeni düzene ayak uydurmak çok zor oldu. O araştırma-yayın yapma zorunluluğu olmayan dönemden kalan ve böyle bir arzusu bulunmayan profesörlerin bulunduğu doçentlik jürileri uzun bir süre –hatta hâlâ– hiç anlayamadıkları dosyaları değerlendirmek zorunda kaldılar. O doçentlik jürisi hikâyelerinin umarım bir gün antolojisi yayımlanır.

Vaktiyle ünlü bir Amerikan üniversitesinden doktorasını almış, sonradan da bir devlet üniversitesinde profesör olmuş bir akademisyenin bana söylediğini unutmak ne mümkün!: “Yayın yapma zorunluluğu yoktu ki ben başladığımda!” Ama akademisyen demek hep bilimi ilerletme zorunluluğu demekti. Bu da her zaman araştırma yapmak ve yazıya dökmeyle olurdu. Sonuçta araştırma için çaba sarf etmeyen o dahil birçok akademisyen piyasanın dışına atılacakları sırada emekli oldular. Bu sadece ülkemize özgü bir durum değil; Amerikan sisteminin sonradan benimsendiği birçok Avrupa üniversitesinde de benzer akademisyenler bulunur. Aksi şekilde davranıp her daim üretken ve azınlıkta olan o değerli bilimcileri burada tenzih ederim.

Dünyanın her yerinde devlet ve özel üniversiteler arasında farklılıklar söz konusudur. Ancak ülkemizde her kente bir ya da birden fazla üniversite açılmaya başlanınca, akademik istihdam her iki üniversite tipi için de zorlaşmaya başladı. Yeni açılan devlet üniversiteleri dünyadaki diğer örnekleri gibi (11) kamu yararına çalışmaları gereken kurumlar olduklarını unutmakla kalmayıp rektör seçimlerinden başlayarak siyasileştiler. Kendi üniversitelerinde alamadıkları doçentlik ya da profesörlük gibi kadroları, yaşadığı şehri değiştirmek pahasına yeni açılan üniversitelerde almaya çalışan birçok akademisyen oldu. Akademisyenlik, atanması yapılan devlet memurluğu haline geldi. Bu arada özel üniversitelerin de açılması ve daha iyi maaş olanakları sunmaları yüzünden başka tür bir akademisyen piyasası ortaya çıktı. Yeni açılan özel üniversitelerde ders vermeyi tercih eden akademisyenlerle, istihdam sorunu yaşayan devlet üniversitelerinde liyakat sorunu daha da arttı.

Bu arada bu işte potansiyel olduğunu gören sermaye sahipleri tıpkı Amerika’daki gibi üniversite “işine” yatırım yapmaya başladılar. Sonra bir apartman tutup “işe başlayan” üniversiteler ve bir şekilde kitabına uydurulup cömertçe dağıtılan profesörlükler ortaya çıktı. Çünkü şu ana kadar piyasanın elleyemediği evrensel bir kural olarak sadece doçent ya da profesör bir üniversite bölümü açabilir; öğrenci kabul etmek içinse bu sayının artması gerekir. Neticede o bölüm açılmazsa da müşteri-öğrenci gelmez, ciro artmaz; süpermarkete giyim reyonu açmak misali – piyasa hep aynı mantıkla ilerler.

Türkiye’de Amerikan eğitim sistemi yavaş yavaş oturmaya başladıysa da, uluslararası sınıflandırmada –aslında malların daha yüksek kâr marjı ile satılması demek olan– “markalaşma” konusunda, tıpkı diğer yerli piyasalarda olduğu gibi geriden gelinir. Geçenlerde bir özel üniversite zamanın popüler ve oldukça neşeli bir İngilizce şarkısıyla tanıtım videosu hazırlamış, çeşitli sosyal medya kanallarından yayınlamıştı.(12) Videoda idari personel kadar akademisyenler de şarkının kendi üstlerine düşen nakarat kısımlarını dublajla icra eder gibi yapıyorlardı. Daha etkin bir pazarlama için, daha çok bir üniversite gibi görünmeleri gerektiği, bu işin o öykünülen Amerika’da böyle yapılmadığını söylemek için sanki biraz geç kalındı. Kültürel evrilmeye zamanı gelmeden vurulan her ket, hep bu şekilde bir hazımsızlık yaratır. Piyasanın bu yeni oyuncuları yeni eğitim ve öğretim yılında çeşitli medyada yayınladıkları “Yüzde 75 Burslu Üniversite” ilânlarıyla aynı yanlışlığı sürdürdüler. Bu on liralık bir peynirin daha raftayken iki buçuk liraya satılması gibi piyasa kurallarına ters bir davranıştı; bu yüzden de kontenjanlar boş kaldı. Bu tür promosyonların az iskontolu halleri en iyi bildiğimiz bazı vakıf üniversitelerinde bile, puanı yüksek olmayan bölümlerin daha girişinde, henüz bir şey başarmadan verilen burslar olarak mevcuttur.

Ülkemizde üniversite okumanın sadece şart değil moda olması tüketimciliğin dünyada eşi benzeri görülmeyen bir hali olabilir. (13) Bunun en önemli sebeplerinden biri bu işin, neresinden tutsak elimizde kalan mantar misali çoğalan yeni özel üniversiteler, sayısı sürekli artan devlet üniversiteleri ve açık öğretim sistemi ile dünyadaki muadillerinden çok daha ucuza gerçekleştirilebilmesidir. Örneğin ABD’de ortalama bir üniversite eğitiminin toplam (okul ücreti, ders kitapları ve yaşam) maliyeti en az 200 bin dolardır.(14)

Aslında piyasaya uymak uğruna üniversite ideali ile çelişmek, bir anlamda piyasa kurallarına ters düşmektir. İyi bir ticari işletme olmanın yolu gerçek bir üniversite gibi davranmaktan geçer, hatta bu “marka değeri”ni daha hızlı arttırabilir. Kim iyi bir getirisi olmayan ürünü satın almak ister ki? Bir taraftan da üniversite kurmanın uzun vadeli bir piyasa yatırımı için doğru bir model olup olmadığı tartışılabilir. İş bulamayan, bazen de iş bulsa dahi öğrenciyken ailesinden aldığı harçlığı iş yerinde giriş ücreti olarak bile alamayan yeni mezunu bol ülkemizde metalaşan diploma enflasyonunun, diğer piyasaların aksine, yurtdışı muadillerinden önce yerli “markalarını” vurması neredeyse kesindir. Diğer bir deyişle, bir süre sonra bazı yerli diplomaların piyasadaki değiştokuş değeri illâki azalacaktır.

Tüm bunlardan daha önemli olanıysa, ülkemiz üniversitelerinin devlet politikaları ile uyuşmayan birçok değerli akademisyenini, son iki yılda olduğu gibi kurban vermesidir. Bu en rekabetçi, en çok yatırım yapılmış ürünleri elinde tutamayıp, kârını azami hale çıkaramayan, piyasa kurallarını bile doğru işletebilmek için çabalamayan üniversite sanayimiz için verilebilecek en vahim örnektir. Ülkemizdeki üniversitelerin şirketleşerek güç kazanamadığı, dahası bilimsel üretim yapmada çok büyük zorluklar çektiği, dahası bilimin temeli olan özgür düşünceyi yitirdiği her açıdan ortadadır. Yaşanan haksız ihraçlara üniversitenin kendi içinden o kadar az tepki gelmesi belki de bunun bir sonucudur. Görülen o ki, yerlisinden yabancısına, hiçbir yerde serbest piyasanın önceliği özgürlük değildir, serbest rekabettir.

Piyasalaşmada Bile Sorun Yaşayan Üniversitelerimiz İçin Son Birkaç Söz

Bilgiyi ilerletmeye gönül verenler için hayat, okuyacak, öğrenecek ve araştıracak çok şey olduğundan oldukça zordur. Buna karşın bu zorluğun kültürümüze yansıması, yukarıda birkaçını saydığım nedenlerle oldukça farklı olmuştur. Bu hiçbir zaman işini bitiremeyen birçok ciddi akademisyen için, oldukça yaralayıcı bir tezatla, şu soruda ortaya çıkar: “Akademik hayat dışarıdakinden daha kolay, değil mi?” Ta altmışlardan bu yana tekrar edildiğini bildiğim bu soruyla defalarca karşılaştığım tek ülkenin burası olduğunu söyleyerek bu üzücü yazıyı bitirmek istiyorum.(15) Ancak bu, yukarıdakilere iki önemli not düşmeden olmaz.

İlk olarak üniversite, piyasa, sanayi ve fabrika sözcüklerini aynı cümlede duymaya direnecek kişiler olarak, bilimsel ilerlemeyi ve özgür düşünmeyi asıl görev gören, iyi yetiştirdiği öğrencilere, değerlendirdikleri onca teze ve yazdıkları onca yazı ve kitaba zaman harcayan bütün değerli akademisyenleri yukarıda tarif etmeye çalıştığım piyasa tasvirlerimden ayrı tutarım. İkinci olarak, piyasa kuralıdır şaşmaz, en arzu nesnesi üründen bile fazla üretilirse, bir süre sonra talep düşer. Google dahil birçok yeni nesil teknoloji şirketinin işe alımlarında üniversite mezunu olma şartı aramamaya başladığı, hatta üniversiteden terklerin Facebook gibi büyük yazılım şirketleri yarattığı, botlarla kişiselleştirilmiş ders içerikleri hazırlanan, yapay zekânın daha şimdiden hüküm sürdüğü günümüz dünyasında, üniversite diploması illâki metalaşma kurallarına yenik düşecek, o zaman yukarıdaki bütün tartışmalar belki de boşa yapılmış olacaktır.

Piyasalaştığı müddetçe özgürlük vadeden ama bunu ne kendi ülkesinde ne de üniversitesinde becerebilen, hatta birçok yan piyasası oligopol haline bile gelen Amerikan modelinin aslında ne olduğunu kısmen de olsa bu yazıda tartışmak istedim. Ülkemiz ne yazık ki kötü piyasalaşma yüzünden bu rekabetçi ortamda gerilerde kalmakta, en değerli ürünleri olan bilimcilere sahip çıkamadığı gibi üniversite sayısını da sürekli arttırmaktadır. Çoğalan üniversite sayısıyla verimsiz fabrika modelinin benimsendiği ülkemize özgün bir modelin yaratılacağı bilinç ve özgüvenin gelmesi ya da diploma modasının geçmesi için biraz beklememiz gerekebilir. Çünkü piyasa henüz ne oturdu ne de doygunluk seviyesine geldi. Zaten madem rekabetçi düzene uyacağız ve amacımız Amerikan piyasasına yetişmek, hedef olarak üniversite diplomalı kişi sayısını artırmak az gelir: Esas doktorasız kimse kalmasın!





(*) Birikim'in Notu: Basılı dergideki yazıda sonnotların eklenmesi unutulmuştur, bundan dolayı yazardan özür dileriz.

(1) “They Called My University a PhD factory – Now I Understand Why,” The Guardian, 23 Mart 2018. 

(2) ABD’de üniversite mezunlarının oranı 1940’ta yüzde beşken, bugün yüzde yirmi beşlere tırmandı: Allison Schrager ve Amy X. Wang, “Imagine how great universities will be without all those human teachers,” Quartz, 2017. https://qz.com/1065818/ai-university/

(3) Matt Krupnick, “$1.5tn in debt: student loan crisis shatters a generation’s American dream,” The Guardian, Ekim 2018. 

(4) Arif Jinha (2010), “Article 50 million: an estimate of the number of scholarly articles in existence,” Learned Publishing, 23(3), 258-26. 

(5) “Some science journals that claim to peer review papers do not do so,” The Economist, 23 Haziran 2018. 

(6) Alexander C. Kafka, “Sokal squared: Is huge publishing hoax ‘hilarious and delightful’ or an ugly example of dishonesty and bad faith?”, The Chronicle of Higher Education, 3 Ekim 2018.

(7) https://www.statista.com/statistics/185042/us-publishing-revenue-from-textbooks-since-2005/. 

(8) “Academics are being hoodwinked into writing books nobody can buy,” The Guardian, 4 Eylül 2015.

(9) Henri Giroux, “Neoliberalism, Corporate Culture, and the Promise of Higher Education: The University as a Democratic Public Sphere,” Harvard Educational Review, C. 72, No. 4, pp. 425-464, Aralık 2002. 

(10) Bu verilerin hepsi üniversitelerin internet sitelerindeki 2017 yılı bilançolarından alınmıştır.

(11) Wang-Bin ve Chen Qichun, “The administrative mode and academic corruption at China’s state-run universities,” Chinese Education and Society, 40(6), 2007. Anlaşılan Çin hükümeti uluslararası sıralamalarda yükselebilmek için üniversitelere büyük yatırım yapıyor ama bunu yozlaşma olmadan beceremiyor.

(12) Happy (Mutlu), Pharell Williams, 2013 (Şarkı Grammy ödüllüdür ama müşteriler mutlu edilir, öğrenciler değil). 

(13) Gerçi standart düşüklüğü ve yozlaşma konusunda her ülkede bir diğeri ile yarışacak üniversiteler mevcuttur. Örneğin, yukarıdaki (7) Çin örneğine ek olarak ders geçme ya da diploma için verilen rüşvetin milyar dolarlara ulaştığı Rusya; Elena Denisova-Schmidt, “Justification of Academic Corruption at Russian Universities,” Edmond J. Safra Research Lab Working Papers, No. 30, Harvard Üniversitesi, 2013.

(14) Amy X. Wang ve Allison Schrager tarafından hazırlanan “The Vanishing University” yazı dizisi, Quartz, Eylül 2007: https://qz.com/re/the-vanishing-university/. 

(15) Bilimsel çalışmaları beklendiği halde, ders vermeye ve tez danışmanlığına ek olarak, poliklinikte çalışma zorunluluğu getirilen akademisyen hekimleri de buraya not düşmek gerekir.