Ulus Baker'in Ardından (1960-2007)

Ulus Baker'i kaybettik; 1960 Kıbrıs doğumlu düşünürü, Aşındırma Denemeleri (Birikim Yayınları, 2000), Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme (Paragraf Yayınları, 2005) adlı kitaplarından, Birikim ve Toplum ve Bilim dergilerine, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'ne yazdığı sayısız yazılardan, çevirilerinden tanıyanlar, aslında onu tam anlamıyla tanıma imkânına kavuşmamış sayılırlar. Zira bütün bu metinlerin, metnin arkasında başka bir insan vardı. O insanı tanımak kolaydı ama nufûz etmek mümkün değildi. İki insan arasında bir mesafe vardır davranışcılığı, şunu göremez: İnsanları ayıran mesafe değildir, onu gibi söylemeyi denersem, sestir. Ulus Baker yazdığında ya da konuştuğunda duyduğumuz ses sadece ona aitti. Bu yüzden aslında herkesle mesafeliydi.

Ulus Baker ODTÜ, Özgür Üniversite, Ankara Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi'nde sosyoloji, sinema, video sanatı, kültür, felsefe, sosyal teori çerçevesinde dersler verdi. Öğrencilerinin gözünde neredeyse mitik bir figür hâline gelmesine yol açan, metne ve düşünceye hakkını veren, bu haktan varoluşsal bir gerilim üreten, fakat bu gerilimi, insanî varoluşun, birlikteliğin sahihliğinde yumuşatan, bu yumuşaklıkta kendisini kaybettiren, beninin yok olmasını şenlikli ve sakar bir edâyla seyreden tavrında, ne yalan söylemeli hüzünlü bir taraf da vardı. Babası Sedat Baker ve annesi Kıbrıslı tanınmış şair Pembe (Yusuf ) Marmara, neredeyse, trajik denilebilecek şekilde ölmüşlerdi. Ulus'un epeyden beri hayat diye sürdürdüğü ve bizi de böyle inandırdığı intiharı bu bakımdan çok beklenmedik değildir. Kalbimizi kırmıştır; ama, bunu tahmin edebildiğinden, en çok da kendi kalbini kırarak gitmiştir.

Spinoza'yla Spinoza olur...

Felsefeden sosyolojiye, resimden tiyatroya, beşerî bilimlerin her alanında, günümüz akademyasında örneği çok az bulunan, hatta artık bulunmayan bir genişliğin, bir vüs'atın adamıydı. Bilmediği bir şey yoktu; üstelik bildiklerini de iyi bilirdi. Bu türden adamların can sıkıcı alçakgönüllülüğü ya da küstahça saldırganlığına da sahip değildi. Spinoza'dan bahsederken, köye gelen çerçiye âşık olan Rus kızlarının türküsünü söylerken de aynı ruha sahipti. Benim kuşağımın temel açmazı olan bir yalınkat bilgilenmeden çok, yazdıklarında, teorik nesnesini kendisi kılan bir derinliğin ve özgünlüğün bütünüydü Ulus Baker'i ayrıcalıklı kılan. Ulus Baker, Spinoza'dan bahsettiğinde, o artık başka bir Spinoza olur, Tarde, başka bir kılığa girer, Freud'u size yeniden keşfettirir, Alman devrimci-muhafazakârlarından, yahut Ernest Jünger'den, Walter Benjamin'den bahsettiğinde, Deleuze, Derrida veya Lacan'dan söz ettiğinde, artık başka bir Spinoza, Freud yahut Derrida olurdu karşınızda. Bu başkalık, yeni bir şey söylemek iddiasına, akademik sahiplenime, eninde sonunda metni mutlaklaştıran bir profesyonalizme ait değildi. Yukarıda söylediğimiz gibi, onların sesini bulurdu Ulus.

Aşındırma Denemeleri kitabı (2000), elimizde -şimdilik- bulunan tek hacimli çalışması olarak, psikanalizden Marx'a, milliyetçiliğe, yerliliğe, kapitalizme kadar uzanan geniş bir temalar bütünü üzerinde, Ulus Baker'in düşünenlerin düşüncesini sürüyerek değil, düşüncelerin parıltısını duvara yansıtıp, okuyucuya Bakınız! deme zanaatini geliştirdiği, bu konuda temrinler yaptığı bir kitap olarak, akademik yazıyla deneme üslûbunu birleştiren, ancak ikisine de indirgenemeyen, sonuçta tıpkı kendisi gibi mütevazi bir hakikatı fısıldayıp giden bir kitap olarak sivrilir. Marx üzerine yazdığı yazı, aslında başlığıyla bile yeterlidir sözgelimi: Marx'ın Bir Çift Sözü Var. Bütün düşünce tarihini yukarıdan aşağıya bölebileceğimiz bir ayrım işte; bir çift sözü olanlar ve bir çift sözü olmayanlar. Hatta, şöyle bir kullanımdan çıkarak başka bir ayrıma da gidilebilir: söyleyecek bir çift sözü olanlar yahut olmayanlar. Ama burada bir henüz payı var: söyleyecek denilmekte. Henüz söylenmemiş, var ama söylenmemiş, belki söylenmeyecek, söylenemeyecek. Fakat işte, Marx'ın var ve söylemiş. Geriye dönüp bakıldığında, Ulus Baker'in hep bunu öne çıkarmaya çalıştığını, bunu yorulmadan (belki yorarak) yaptığını düşünüyorum. Baktığımız yer, dinlediğimiz ses, okuduğumuz kitap, bir okazyona, imkâna aittir. Marx mesela ıskalamamıştır bu imkânı. Marx üzerine düşünmenin öncülü, bu olmalıdır. Eğer bir imkân ıskalanmışsa, geride kalanlar, metnin yerine geçip o imkânı kuramazlar. İşte akademyanın çabasını, entelijansiyanın gayretini komik duruma düşüren şey budur. Ulus bunu fark etmişti.

Orhan Koçak, Ulus Baker metinlerinin yarattığı bir güçlükten söz eder ve, ya (vay da diyebilirdi!) okuyanın hâli? diye sorar: Turgut Uyar'ın dizesini yeniden formüle edersek, burada herkes kendi gecesiyle yüz yüzedir artık. Belli bir tâkatsizliği veri alacağız. Yetişememek, yakalayamamak düşüncesi de bize eskisi kadar kaygılandırıcı gelmemeye başlayacak belki. Ve o ilk mecalsizliği kızgınlığın (ve apansız sevinçlerin) yardımıyla atlattıktan sonra, gecenin geç saatlerinde, orada ilerde, yavaş yavaş, bizimkine çok benzeyen ama enerjetik yüklerinden arınmış bir dünyanın sözlerden oluşmaya başladığını görebileceğiz.- Hem sonra, her zaman gidip Baker'in kendisini bulma imkânımız var. Orhan Koçak yanılıyor, artık kendisini bulma imkânımız kalmadı. Ulus Baker'i çok özleyeceğiz ama çok da arayacağız. Allah rahmet eylesin.

Radikal, 21.7.2007