Suriyeli Linçlerine Karşı Misafirin Adını Koymak

Bu yaz Suriyeli ‘misafirler’e olan yerel tepkilerin hem sınır şehirlerinde hem de iç ve metropol şehirlerde büyüye büyüye linç biçimini aldığına, yani hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir grup insanın bir başka grup insanı evlerini ve arabalarını taşlayarak, varsa dükkanlarını yağmalayarak, kendilerini de yaralayarak uzaklaştırmaya çalışmasına endişeyle tanık olduk. Korkudan kimi Suriyeliler bulundukları şehirden kendilerini zor dışarı attılar kimileri de ev içlerine çekilip görünmez olmak zorunda kaldılar. Çoğu kişinin teslim ettiği gibi, bu gelişmeler hiç de sürpriz olmadı, aksine yaklaşan ayak seslerini uzun zamandır duyuyorduk. Bu yolu döşeyen elbette AKP hükümetinin Suriye’deki savaş halinin ne boyutlara ulaşabileceğini öngörememesi, Irak’a da sıçrayan bu halin kimi taraflarına kapalı kapılar ardından destek verip kimi mağdurlarına da yüz çevirmesi oldu. Ancak bununla birlikte bu süreçte Türkiyelilerin mültecilerle ilişkilenebilmesinin sınırlarını da görmüş olduk.

Öncelikle Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin ‘mülteci’ değil de ‘misafir’ olarak tanımlanmasına bakalım. Bunun vahim hukuki sonuçları olacağına hukukçular işaret etmişti; Suriyelilerin ne gibi hakları bulunduğuna, bu hakların hangi kurumlar ve ödenekler aracılığıyla yürütüleceğine dair yasal bir çerçevenin olmaması hem bir kere yararlandığı herhangi bir hizmetten ikinci kere neden yararlanamadığını anlayamayan Suriyelileri hem de işlemlerine yasal dayanak bulamayan devlet memurları ve idarecileri zor durumda bıraktı. Bu yasal boşluğa dikkat çekildikçe, hükümet Suriyelilerin Nisan 2014’te yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda da yer alan geçici koruma statüsüne haiz olduğunu beyan etti, ancak henüz bir geçiçi koruma uygulama yönetmeliği çıkarılmadığı için bu statünün nasıl işletildiğini takip edemiyoruz. Öte yandan ‘misafirlik’in sadece hukuki değil toplumsal sonuçları da oldu.Örneğin halk nezdinde devletin Suriyelilere hak değil imtiyaz verdiğini düşündürdü. ‘Misafir’in ne çalışma ne barınma ne de işyeri açma koşulları belirlendiği için düşük ücretlerle çalıştırılmasından, fahiş kiralarla oturmasından ve vergisiz ticaret yapabilmesinden ‘misafir’ sorumlu tutuldu.

Daha önemlisi, ‘misafirlik’, ‘misafirperverlik’in bir savaştan kaçmaya çalışanlarla ilişkilenmek için ne kadar uygunsuz ve kaypak bir zemin olduğunu gösterdi. Çeşitli illerden gelen haberlerde ve benim de şu sıralar Kayseri’de gözlemleyebildiğim kadarıyla, ‘halkımız’ misafirperverlikte aslolanın ev sahibinin kendini misafire açması ya da sunması değil, misafirin evsahibinin beklentilerine uyması olduğunu düşünüyor. Bu beklentilerin en başında misafirin kendi odası dışına çıkmaması, çağrılmadığı sürece gelip de salona oturmaması geliyor. Bu benzetmede salondan kastım kamusal/ortak alanlar, yani sokaklar ve parklar. Şenay Özden'in Gaziantep izlenimlerinden aktardığı gibi, benim de Kayseri’de en sık duyduğum şikayet, Suriyelilerin kalabalık gruplar halinde, erkeklerin iç çamaşırlarını belli eden ‘entariler’ içinde, gece geç saatlere kadar parklara yayılması, yüksek sesle konuşması ‘hatta’ nargile içmesi. Aynı şekilde sokakta yürürken kenara çekilmemeleri, sanki sokaklar onlarınmış gibi davranmaları da rahatsızlık veriyor. ‘Halkımız’ ‘misafir’in mekana yerleşmesini, tutunmasını, mekanı benimsemesini ve sahiplenmesini istemiyor. Anlıyoruz ki ‘misafir’ az sonra kalkması gerektiğinin bilinciyle mekanda eğreti oturması, kendi gibi, rahat davranmaması gerekenin adı. Ve işte Suriyelilere verdiğimiz bu ad hem hukuki temeli hem de toplumsal algıyı kurucu olduğu için önemli.

Suriyelilere başka bir ad verilebilir mi(ydi)? Siyaset felsefecisi Jacques Rancière 1990’ların başında yaptığı bir konuşmada[1] ‘siyasal bir ad’a sahip olmaktan bahseder; siyasal bir addan kastı başka birilerinin adlarını kendi adımızmış gibi sahiplenebilmek, bize ait olmayan ‘yanlış’ adları bu şekilde sahiplenerek düzenin bu adları verdiklerine/uygun gördüklerine yapılan haksızlık, adaletsizlik ve ‘yanlışlık’ları siyasallaştırmak, imkansız özdeşleşmeler yoluyla cemaatler-dışı bir dayanışma kurabilmektir. Örneğin, Hrant Dink’in ölümünden sonra sokaklara dökülenler, Ermeni adını ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye haykırarak Rancière’in kullandığı anlamda siyasal bir ada dönüştürdüler. Rancière ‘siyasal ad’ meselesini Fransa’da yükselen yeni ırkçılık dalgasına ve yabancı düşmanlığına da şu şekilde bağlar: “Nesnel olarak, yirmi yıl önce sahip olduğumuzdan daha fazla göçmen insanımız yok. Öznel olarak, çok daha fazlasına sahibiz. Fark şu: yirmi yıl önce ‘göçmen’in bir başka adı vardı; onlar işçi ya da proleterdi. Geçen sürede bu ad siyasal bir ad olarak kayboldu. Onlar ‘kendi’ adlarını korudular ve bir başka adı olmayan bir öteki, korku ve reddetmenin nesnesi haline gel[di]” (1992: 63, çeviri bana ait). Suriyelilere misafirden başka bir ad veremememiz, yine Rancière’in deyimiyle onların siyasal-altı/siyasal-aşağısı (infrapolitical)kalmasıyla sonuçlandı. Linç girişimlerine sahne olan şehirlerden sadece üçünde, İstanbul,[2] Gaziantep ve Adana'da Suriyelilere yapılanlara karşı bir dayanışma eylemi gerçekleştiril(ebil)di. Bu dayanışma eylemlerinde çok farklı siyasal duruşlar temsil edilse de ortak özellikleri Suriyelilere ‘kardeş’ adını vermeye çalışmalarıydı. ‘Kardeş’, ‘misafir’den daha eşitlikçi bir ilişki öngörüyor olsa da kardeşliğin kaynağında yatan benzerlik, aynı yerden geliyor olma vurgusu içermekten ziyade kapsamayı, kendine katmaktan ziyade kendini yaymayı çağrıştırıyor. Üstelik bu adın hem sağ hem sol, hem İslami hem de laik örgütler tarafından kullanılabiliyor olması da güvenilirliğine kuşkuyla yaklaşmaya neden oluyor.

Peki, Suriyelilere bir başka adı nereden kuracağız? Türkiye’nin Avrupa dışından gelen sığınmacılara iltica vermeyen sistemi[3] militarist kültürüyle birleşince bir ülkedeki savaştan, şiddetten ve eşitsizlikten kaçmanın meşru görülmesine engel oluyor, ortaya “niye savaşmak yerine savaştan kaçıyorlar; biz Türkler asla kaçmaz, toprağımız için savaşırdık” tarzı akıl yürütmeler çıkıyor. Bu bağlamda Suriyelilere bir başka ad vermenin bir yolu, işçinin milliyeti olmadığı, kapitalin işçiyi işçiye kırdırma eğilimine karşı işçilerin birleşmesi gerekliliği üzerinden Suriyelilerle bir sınıf dayanışması örmek.[4] Nitekim hem Gaziantep'te hem Kayseri’de Suriyelilere karşı gerçekleşen şiddet eylemlerinde başı çekenler genç işsiz sınıfına mensupsa buradaki sorunun en azından çok önemli bir boyutunun Suriyelilerden bağımsız, genç işsizliği olduğunu söyleyebiliriz. İkinci bir yol ise bir kadın dayanışması örmek[5]. Suriyeli yalnız ya da bekar kadınların, kız çocuklarının ikinci eşler olarak satılıp alındığını ya da fuhuşa zorlandığını artık duymayan kalmadı. Ancak burada zor durumdaki kadınların kullanılması ya da sömürülmesinden daha öte bir durum var. Linç hareketliliklerinin arkasında “kızımıza bakmışlar, laf atmışlar”, “çocuğa tecavüz etmişler”, “o kadın artık benim oldu demiş” gibi ‘yerli’ bir kadın bedeninin ihlal edildiğine dair dedikodular ateşleyici rol oynuyor, yani ‘yerli’ erkekler ‘yabancı’ kadınları cinselliklerine alet etmekte bir sakınca görmezken ‘yabancı’ erkeklerin kendilerine cinsel bir tehdit oluşturduklarını düşündükleri anda şiddet kaçınılmaz hale geliyor. Tam da bu ne demek?

Taciz, tecavüz, toplu tecavüz, kadın kaçırma ve cariye olarak satma gibi eylemler bugün bir numaralı savaş taktiği, ancak bir toprak üzerinde kadın bedeninden dolayımlanarak egemenlik iddia etmek elbette yeni değil. Antropolog Veena Das bir kitabında Hindistan-Pakistan bölünmesi sırasında kaçırılan kadınların Hindistan devletinin kurulmasında nasıl bir yapıtaşına dönüştüğünü, Hindistan devletinin toplumsal sözleşmesinin bu bağlamda nasıl bir cinsel sözleşmeye bağlı geliştiğini anlatır[6]. “Suriyeliler ahlakımızı bozuyorlar” diyenleri dinlerken insan Das’ın bu anlatısını düşünmeden edemiyor. ‘Ahlakımız’, kadınların erkekler arasında paylaştırıldığı ve erkeklerin birbirlerinin paylaşımına öyle ya da böyle rıza gösterdiği kurulu cinsel düzenimiz. Suriyeliler, “5 TL’ye kız satarak” ya da “bizim kızımıza bakarak” kurulu cinsel düzenimizin dengesini bozuyorlar.İşte tam o anda ‘yerli’ erkekler kadınların da sokağın da parkın da şehrin de ülkenin de sahipleri olduklarını hatırlama ve hatırlatma ihtiyacı duyuyorlar. Eninde sonunda, ‘misafirlik’te erkek, ev sahibi erkekten daha edilgen, nasıl diyelim daha ‘kadınsı’ olmakla mükellef...

Öyleyse hepimiz kumayız!


[1]Konuşmanın İngilizce metnine şu referansla ulaşılabilir: Rancière, J. (1992) “Politics, Identification, and Subjectivization”,October, Vol. 61, The Identity in Question, pp. 58-64.

[2]İstanbul’da farklı siyasal gruplarca birden fazla dayanışma eylemi gerçekleştirildi. Dur-De’nin düzenlendiği eyleme dair şu linkten daha fazla bilgi edinebilirsiniz: http://www.durde.org/2014/08/suriyeli-siginmacilarla-dayanisma-yuruyusu/#more-429Özgür-Der’in düzenlediğine dair ise şu linkten:http://www.haksozhaber.net/kardesime-dokunma-eylemlerine-davet-51294h.htm. Özgür-Der, Adana’daki dayanışma eyleminin de düzenleyicileri arasındaydı. Antep’teki dayanışma eylemini ise EMEP, İHD, ÖDP ve HDP bileşenleri düzenledi.

[3] Nüfusunun önemli bir bölümünü Osmanlı İmparatorluğu çökerken yaşanan savaşlardan kaçan ‘muhacir’lerin oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi kısıtlama ile sadece Avrupa’dan gelen mültecilere iltica hakkı tanıyor. Avrupa dışından gelen mültecilerin ise ancak üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar geçici olarak, sınırlı haklarla Türkiye’de bulunmalarına izin veriliyor. İster ulus-devlet inşa sürecinin paranoyak bir kararı olarak, ister her zaman kaynayan bir kazan olan Ortadoğu’dan kendini ayrı tutma çabası olarak, ister de ani nüfus patlamalarına karşı alınmış bir idari önlem olarak yorumlayın, coğrafi kısıtlamanın kanımca en önemli sonucu mültecilik ve ‘mülteci’ adının vatandaşların çok büyük bir kesimine hiçbirşey ifade edemez hale gelmesi olmuş.

[4]Buna bir örnek olarak bkz. http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/94726133974/suriyeli-sorunu-yok-irkc-l-k-sorunu-var

[5]Buna bir örnek olarak bkz. https://tr-tr.facebook.com/pages/S%C4%B1n%C4%B1r-Tan%C4%B1mayan-Kad%C4%B1nlar-G%C3%B6%C3%A7men-Kad%C4%B1nlarla-Dayan%C4%B1%C5%9Fma-Grubu/402199249875473

[6]Şu referansla erişilebilir: Das, V. (2007) “The Figure of the Abducted Woman: the Citizen as Sexed”, Ch. 2 in Life and Words: Violence and the Descent into the Ordinary, pp. 18-37, Berkeley: University of California Press.