Amerika'yı Müslümanlar mı Keşfetti?

Bu soruya verebileceğim en dürüst cevap: bilmiyorum. Bu iddianın günümüzdeki kaynağı Fuat Sezgin’dir. Fuat Sezgin’in uzun yıllardır yayını süren büyük ve önemli eseri Geschichte des arabischen Schrifttums’un basılmamış XIII. cildi olan Mathematische Geographie und Kartographie im Islam und ihr Fortleben im Abendland kitabının Amerika’nın Müslümanlar tarafından keşfedildiği yönündeki iddiaların geliştirildiği kısmı, Fuat Sezgin’in halen direktörü olduğu Frankfurt Johann Wolfgang Üniversitesi Arap-İslami Bilimler Tarihi Enstitüsü’nün sitesinden Almanca orijinali, altı dile çevirisiyle birlikte yayınlanmıştır. Buradaki metne göre Sezgin’in iddiası, Kristof Kolomb’un ilk başarılı Amerika yolculuğu sırasında yanında önceden hazırlanmış bir harita bulunduğu ve bu haritanın Müslüman denizciler tarafından hazırlanmış olma ihtimalinin kuvvetli olduğudur. Bunu ispatlamak için Sezgin, filolojide stemma codicum tabir olunan, bir metni geniş bir metinler ailesi içinde oturtma pratiğini kullanmış, Piri Reis’in haritasındaki geniş güney Amerika malumatının Kolomb’dan ya da bilinen başka bir Portekiz veya İspanyol haritasından alınmadığını göstermiş, tüm bu haritaların ise başka, bilinmeyen bir kaynaktan faydalandığını ortaya koymuştur. Bu kaynağı bilinmeyen Güney Amerika bilgisinin epey kısa bir süre içinde Piri Reis’in haritasında ortaya çıkması, bu kartografik çalışmanın Müslüman denizcilerce gerçekleştirilmiş olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Fuat Sezgin, bilimsel analizini burada bırakmaktadır. Ve bu şekilde yürüttüğü akılda, benim veya konunun kaynaklarına mükemmelen vakıf olmayan herhangi bir başkasının münazara edebileceği bir yanlışlık yoktur. Dünyada bu konuda uzman olan üç-beş kişi arasında devam edecek olan bu tartışma, bizler için burada biter. Parantez içinde, Amerika’nın keşfi lafının, keşfeden aktif erkek kişiler ve keşfedilen pasif dişi kişiler gibi artık kabul görmeyen suni bir ayrıma yol açtığını eklemeliyim. Her ne kadar günümüzde İslam’ın ne kadar erkek, ne kadar dişi olduğu konusu tartışmaya layık olsa da buradaki mesele bu değil. Sezgin’i veya çalışmalarını bilmeyenler için Sezgin’in sadece Arap/İslam bilim tarihinde değil, İslam çalışmalarında  –örneğin hadis konusunda– temel kaynak seviyesinde eserler yazmış, çok önemli bir akademisyen olduğunu da belirtmek isterim. Kaldı ki, tartıştığımız mesele, Fuat Sezgin’in iddiaları ya da bilimsel kişiliği de değildir.   

Mesele, bu kuvvetli hipotezin karşımıza siyasi bir kanal üzerinden (Cumhurbaşkanı’nın konuşması) somut bir gerçeklik (fact) olarak sunulması, ve yine bu iddianın antropolog Clifford Geertz’in ‘thick description’ veya ‘yoğun tasvir’ dediği, Küba’daki cami gibi gerçeklik etkisini artırıcı ancak temelsiz birtakım detaylarla süslenmesidir. Bu gerçekliği artırıcı ya da hayal gücünü canlandıran unsurlar ise Sezgin’in iddiasıyla paketlenince, geçmişte ve bugün pek çok kez olduğu gibi tüm hakikat kuyusu zehirlenmiştir. Artık Sezgin’in iddialarını kabul etmenin veya etmemenin bir anlamı kalmamıştır.

Tartıştığımız –mütemadiyen tartıştığımız–mesele gerçekliğin ne menem bir şey olduğudur, somut olup olmadığıdır. Müslümanların Amerika’yı keşfedip keşfetmediği meselesi bir seviyede Kabataş’ta başörtülü bir kadının saldırıya uğrayıp uğramadığıyla benzer bir meseledir. Hepsinin ortak noktası, somut gerçeklikle tümdengelim arasındaki ayrımın flu olmasıdır, siyaset içinde flulaştırılmasıdır; gerçekleri mi yoksa sadece bir grubun önyargılarını mı yansıttığıdır. Yani, somut olarak böyle bir şey vaki olmuş mudur sorusuna cevaben karşımıza böyle bir şeyin mümkün olduğu ve sadece mümkün olduğu için inanmak mecburiyetinde olduğumuz yönünde, rotasını şaşırmış bir gerçeklik anlayışıyla karşılaşmaktayız. Bu da, kendine oryantalizm gibi soyut, muhatabı belli olmayan bir taraflılık halini düşman olarak bellemiş, ‘zaten dediğimiz gibi olsa bile inanmazdınız’ gibi yılgın ancak kendi başına somut gerçekliğe hiçbir atfı olmayan, güdük bir savunmadır.

Sezgin’in bu gayet nüanslı ve kuvvetli hipotezinin somut bir gerçek olarak sunulması, bunun da Latin Amerika Müslüman Dini Liderleri üzerinde eski dünya İslamı otoritesini kurmak amacıyla yapılması, sayısız hicivlere sebep oldu. Cumhurbaşkanımız ise, belki beklendiği üzere, bu hicivleri iddianın tutarsızlığına dair bir alamet olarak algılamadı, bu iddiayla dalga geçen insanların dünya görüşünün bir yansıması, bir önyargı olarak ele aldı. Dedi ki, ‘haklıyız veya haksızız, ama her durumda siz önyargılısınız.’ Ona göre sorun, İslam kültürünü sahiplenmesi gereken insanların, bu kültürle dalga geçmeleriydi; Müslümanların somut bir gerçek olarak Amerika’yı keşfedip keşfetmemeleri değil, bunun başlı başına inandırıcılıktan uzak ve hatta imkânsız olarak görülmesiydi. Kimilerine göre Müslümanlar bunu yapmış olamazlardı, çünkü Müslümanların böyle bir yetisi yoktu. Cumhurbaşkanı’nın isyanını ifade ettiği mecra da gerçeklikler dünyası değil, bu ihtimaller ve önyargılar dünyasıydı.

Bunu teslim etsek dahi, karşımıza gelen soru, neden Müslümanların Amerika’yı keşfetmelerinin bir imkânsızlık olarak algılandığıdır. Tarihsel olarak böyle bir keşif pekâlâ mümkündür ama gerçekten vaki olup olmadığı tartışma konusudur. Bundan bağımsız olarak gelişen bu imkânsızlık hissiyatının en büyük sebeplerinden biri, İslam dünyasının bilim anlamında bugünkü halidir. Ki bu, hiç iyi bir hal değildir. Bu ikisi arasındaki basamak ise şöyle ifade edilebilir: ‘Müslümanlar Amerika’yı keşfedemezler, zira Müslümanların en az yüz-yüz elli yıldır elle tutulur bir şey keşfetmişlikleri yoktur. Geçmişte de böyle bir şey yapmış olduklarını düşünmek için hiçbir sebep bulunmamaktadır.’ Böyle bir farazi iddiaya nasıl mukavemet edilmesi gerektiği meselesini herkesin vicdanına bırakıyorum. 1) Kimisine göre bu, Edward Said’in Oryantalizm olarak isimlendirdiği önyargılı düşünce yapısının bir tezahürüdür – yani Müslümanlar çok şey keşfetse bile pek çok insan böyle düşünmeye devam edecektir. O halde, esas yapılması gereken bu diskuru yıkmaktır. 2) Kimisine göre, geçmişe hakettiği saygınlığı kazandırmak için bugünkü bilimle daha fazla haşır neşir olmak gerekmektedir. Bu haşır neşirlik halinin bir parçası da, nimetlerini gündelik hayatımızda olarak gördüğümüz evrim gibi temel kuramları kabullenmek, buna binaen dünya çapındaki araştırmalara daha fazla katkıda bulunmak ve bir bakıma hayatımızı daha iyi hale getiren bilimin bedelini herkes gibi üstlenmektir. 3) Kimisine göre ise burada yapılması gereken, tarihle bugünü ayırmaktır. Hipotezleri somut gerçek gibi satmaya çalışmak yerine, tarihsel somut gerçekleri ortaya koymak ve tartışmayı bu metodolojik zemin üzerinden yürütmektir. Benim kanımca en hayırlısı, bu üçünü birden yapmak olacaktır. Zira bunlardan sadece birini veya ikisini yapmak, fail kişiyi önyargı zannı altında bırakacaktır.

‘Sen bunu dedin, ben de bunu diyorum’ gibi Tanzimat usulü bir laf dalaşına mahkûm değiliz. Zira, burada ihtiyaç olan temel şey, bir somut gerçeklik kültürüdür. Hepimiz bazı somut gerçeklerde anlaşabilirsek, bu temel üzerinde her türlü konuyu ölçülü bir şekilde tartışabiliriz. Fuat Sezgin’in saygıyla incelenecek, meslek erbabınca belki kabul görecek belki tenkit edilecek iddialarını da cedelimize meze etmek durumunda kalmayız.