Bir Asimetri ki...

Bir Alfred Hitchcock filminin sahnesini izler, ya da bir grand operanın acıklı uvertürünü dinler veyahut Sartre’ın Bulantı’sının sayfalarını çevirir gibi nasıl adlandırırsanız öyle tedirgin edici, toplumsal varoluşumuzun gerçeği öylesine rahatsız edici...

Eril belleklerde, bazı kocalarda, kimi adamların fikrinde bazen bir tecavüz hevesi, değil mi ki akıllarına koymaları yeterli. Zihniyetin erilliğince, kadınlar, o dakika, adamların arzu nesnesi.  Adam, arzusuna, arzusu ise kişisel bir iktidar alanına tabi. Cinsellik, o an vaat edilmiş bir egemenlik bahçesi…

Lakin bazen kadınların bu arzuya direnmesi, egemenliğin sendeleyişi. İşte bu savunma,  “nesne”nin pasifliğinin iptali. Arzuyu tehir etmek, etmeye kalkmak kadına dair ezberletilmiş sahte nesnelik hali ile yüz yüze geliş değil mi? O an arzu, bir harb yeri, bir feca’at (felaket, afet) meskeni. Kadınların bedeni ise güç nesnesi, arzunun tatminine ilaveten sunulacak bir zafer vaadi…

Kadınların direnci, erilliğin zahmkar (yaralayıcı) ısrarı. Direnç, ısrar, ısrar direnç. Sayısını bilemediğimiz binlerce benzeri bu harp hallerinde arzunun geri çekilişi. Arzunun yitirilişi, erilliğin egemenliğinin kaybedilişi, işte o dakika kadınların bedeni, intikam nesnesi.

İntikam: Kaybedilmiş erkin, geri çevrilmiş arzunun aldatıcı telafisi. Darp, yara, kan, kesik, tüm telafi hamlelerinin nihayetinde küle tebdili.  Ve sonunda kadınların bedeni,  suç delilleri.

Kadının mı? Fikrinde hayalleri. Aklına koyması yeterli mi belli değil ki? Hevesine ise cinsiyetlendirilmiş engeller mani.

Biber gazı ise bu marekede onun tek Nesnesi.

Biber gazı spreyi: Kadının cebinde.

Cepte biber gazı: Kadın olmanın tedirginliğinin özeti.

Kadın olmanın tedirginliği: Mıh gibi kazılı kadının belleğinde demek ki.

Kadının cebinde Kadın olmanın tedirginlikleri…

Biber gazı, tetikte gidip gelişlerde, kadına kara ağaç gölgesi demek ki…

Kadın ve bedeni, cinsiyetçi algılarda erkeklerin arzusuna, savaşına, suçuna göre hoyratça dönüştürülen, dönüştükçe genelleşen, genelleştikçe ezberlenen, ezberlendikçe yinelenen o Hitchcock filmi, iç bulandıran bir Sartre klasiği, ayarı baştan bozuk toplumsallığımızın duvarında asırlardır indiremediğimiz Edward Munch’un Çığlık resmi.

Cinsiyet eşitsizliği işte zihinsel, varoluşsal, yaşamsal böyle uzun boylu bir asimetriye tekabül ettiği için tikel örnekler yetiverir geleneksel olanı bir kez daha bileylemeye. Tehlikeli algıları yok etmektense, kadınları o tehlikelerden uzak tutmak en kestirme selamet sokağımız olmasın yine.

Bu asimetriye ama bu asimetrinin uzunluğunca el atılmadığı sürece tedirginlik, ağırlığı gittikçe artan yük olup dolar kadınların ceplerine.

Peki böylesi bir noktada bu asimetrinin uzayışına müdahale edilesi noktalarının tam da onun boy attığı kavşaklarda aranması gerektiğini söylemek mümkün müdür? Bu durum, söz konusu kavşakların, tabii ki bugün tartışılır düzeyde ve genelleştirilemez olmakla beraber, bir kısmını işaret edebilmiş tarihteki kimi feminist kadınların seslerini getiriyor akla ve bu hatırlayış ister istemez yönümüzü konuya “uzak” gibi görünen kavşaklara, katmanlara çeviriyor biraz da:

Mesela henüz '70’lerde, çocuğun psişik gelişimiyle ilgilenecek ebeveynin yalnızca anne olmasının toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı kimlik gelişiminin girizgâhı olarak açıklayan, kız ve erkek çocuğun çocukluk sonrası yaşantılarındaki sevgi/nesne ilişkilerini de annenin ve yaptığı işlerin “sıradan” baba ve rollerinin, eril değerlerin daha üstün belletildiği hiyerarşik bir kimlik edinimi hattında yaşamalarını kapitalizmle daha da yüz bulmuş bu cinsiyetçi iş bölümüne bağlayan Nancy Chodorow’dan ya da Chodorow’un, eleştirilerine rağmen yine de iyimser sonuçlar çıkarmaya çalıştığı bu iş bölümünün eril şiddet ile bağıntısını sorgulayan ve erkek çocuğun fiziksel, psikolojik ve cinsel her türlü gelişimini anne/kadına karşı farklılaştırma edimi ile tamamlamaya çalışmasının nasıl katı ve dişil olan her şeye karşı çatışmalı bir kimlik geliştirebildiğine dikkat çeken Nancy Hartstock’dan tutun da erkek çocukta bu psişik gelişimin dişil olana karşı, ömür boyu onu kendi eril kimliğine yönelik bir tehdit gibi algılatacak kadar aşağılayıcı, yaralayıcı bir reddedişle harmanlanabileceğine vurgu yapan ve bu yüzden kimi kez, dişil olana yönelik her türlü yakınlaşma arzu ve isteğinin, benliğe yönelik “tehdidi” süratle ortadan kaldırma hevesine yapışmış bir şiddet edimine evrilebileceğini ekleyen Gayle Rubin’e kadar ya da cinsiyetler arasındaki sosyalleşme, diyalog modelleri sınırlı kaldığı müddetçe, aralarındaki tek ilişkilenme biçiminin şiddet ya da cinsellik yahut ikisi birden şiddet yüklü bir cinsellik olabileceğinin dolayısıyla cinsler arasında birbirine karşı korku, endişe dolu bir ilişkilenme modeline vurgu yapan post yapısalcı feministlere kadar her birinin argümanı bugün de tartışılır niteliğe bürünmekte. Yine kadını ya salt arzu nesnesi, fesatlık tohumu, iflah olmaz bir baştan çıkarıcı, kalantor mu kalantor ve sahiplenici bir erkeğe kapılmaya hep anık, yatkın ya da yardım edilesi, mağdur, eninde sonunda yine bir erkeğin himayesi ve sevgisi ile muvaffak olabilen “güçlü” kadın imgelerinin hafızalara kazınmasında medyayı suçlayan M. Barret’den, şiddete eğilimli ve bu eğilim içinde aslında düpedüz suç işleyen kahraman erkeklikleri üreten ve yücelten dizi ve filmleri eleştiren Goldstein’e kadar süre gelen medya eleştirisi, tecavüz edilen kadının hayatının nasıl mahvolduğu kadar belki de daha fazla tecavüzün, şiddetin bunu uygulayan bir erkeğin yaşamını toplumsal bir tebaha sürükleyebileceğini öne çıkaran söylem ve metinlerin gerektiğini akıllara getiriyor. Bu sebepten, kadına yönelik şiddetle de mücadelede benimsenecek ve uygulanacak tedbirlerin neler ve nasıl olabileceği konusunda kadın hakları savunucularının, kadın sivil toplum kuruluşlarının ürettiği sözlere, önerilerine ve ellerindeki verilere kulak vermek bir kez daha önem kazanıyor. Çünkü günümüzde cinsiyetler arasındaki bu orantısız gelişimin nedenleri, seyri ve sonuçları öngöremediğimiz çeşitlilikte arz ederken, çoklu dinamiklerce şekillenirken olabildiğince çok tikel vakaya ulaşmak, araştırmak ve tüm bu farklı fragmanların aslında toplumsalın bütünüyle nasıl ilintili olduğunu işaret etmek hayati, bu kez kelimenin gerçek anlamıyla kadınların hayatı açısından hayati önem taşıyor.