Bir İnanç Sıçraması olarak Şiddet

Şehrazat’ın bütün kadınların sadakatsizliğine inanan hükümdar Şehriyar’a ölümünü bir gün daha erteleyebilmek için hoşuna gidebilecek hikayeler anlatmasıyla açılan Binbir Gece Masalları, zalim bir adam karşısında hayatta kalmaya çalışan kadına dair hala geçerliliğini koruyan en eski hikayelerden biri olarak okunabilir herhalde, çünkü o zamandan bu yana kadının erkek karşısındaki konumunda köklü bir değişiklik olmadığı görülüyor. Erkeği ensest yasağını ihlal ettirebilecek kadar etkileyebilen, aldatan, dizginlenemez bir güç olarak görülen kadının tahakküm altına alınması, hemen her dönem tarihsel şartlara göre değişen bir hayatta kalma mücadelesi vermesi, şiddete maruz kalması bildiğimiz bir şey; uygulayanlar için ahlaki bir çatışma yaratmadan, vicdan ve aklı devreden çıkaran nerdeyse alışkanlık halini almış bir işleyiş.

Kuşkusuz erkeğin, dikeylik emreden yasa uyarınca erkekliğini tutunabileceği tek değer, kendine ait tek şey gibi sahiplenmesinin, kendini bastıramadığı için çözüm yolu olarak kadını bastırmak istemesinin ve karşılığında güvenli alanlar (en son pembe otobüslerin ölümcül konforunu) vadedip şiddeti başka alanlarda bir kez daha meşru kılan, ev içi şiddete göz yuman ya da bunu haklı çıkaran düşüncenin de bu işleyişi pekiştirmede payı var.

Özgecan Aslan’ı katleden tecavüzcünün cinayette babasıyla işbirliği yapması, baba oğulun böyle müstehcen bir yardımlaşma ruhu içinde tesis edilmiş̧ sessiz işbirlikleri, herhalde ancak vahşice işlenmiş̧ bir cinayet, ağır bir suç ya da evin mahremiyetinde üstlenilen müşterek bir suçluluk duygusu olduğunda bu denli çatışmasız sürdürülebilirdi.

Toplumsal ve bireysel düzeyde yaşanan travmaların en önemli nedenlerinden biri olan şiddet ve ardındaki tümgüçlülüğe özlem, bir nedenle hissedilen irtifa kaybının ardından gelen iktidarı geri kazanma arzusu kriminal bir dürtü olarak patlak verdiğinde bu doğrultuda yapılacak eylemin haklılığı düşünceden arınmış bir tür inanç sıçramasıyla kötülüğün sıradanlığına dönüşebiliyor. Sofsky, şiddeti ütopik duruma doğru yapılmış büyük bir sıçrama olarak tanımlarken kişinin yaşadığı manevi bütünlenme tecrübesine, kendini tutma, kendine mukayyet olma zorunluluğunu ortadan kaldıran hezeyanlı durumuna dikkat çeker; “Ezeli düş bu sıçramada gerçekleşir: mutlak iktidar isteği, mutlak özgürlük ve mutlak bütünlenme arzusu, cennete dönüş hayali gerçek olur, tabii bu kurbanlar için cehennem demektir.” [i]

Bu cehenneme yabancı değiliz. İslami ve muhafazakâr bir çerçevede geleneksel aileye, “özümüze” dönme çabasıyla, bu mutlaklığa, kaybedilen cennete, başkalığı, farklılığı yok sayarak ulaşma arzusuyla, yasaklarla, üzerine söz söylemeye imkan tanımayan yaradılışçı açıklamalarla, kendi tanımladığı sınırlar içerisinde koruyucu görünüp bunun dışında kalanlardan nefret etmek gibi duygusal öğeler içeren bir anlayışla sürdürülen efendilik tasarrufunun sınırsızlığı her alana nüfuz ediyor; düzeni sağlamak için polise, esnafa sınırları belirsiz yetkiler verirken aslında neyin yapılacağını değil neye göz yumulacağını hissettiriyor. Geleneksel aile yapısı içinde babanın ve abinin güç kullanma meşruiyeti gibi kamusal alanda da şiddetin bazı durumlarda meşru olabileceğini kabul ediyor. Böylece tekinsizlik, yani tanıdık olan şeylerin korku uyandıran yüzlerinin her an açığa çıkabilir olması bir sindirme yöntemi olarak işlev kazanıyor.

Din ve siyasetin kendini güç biçiminde ifade ettiği bıçak sırtında duran bu düzen ve çürümüşlük dengesinde yaşamaya devam edebilmek için başkalarının tasarrufundaki muğlak sınırların içinde kalmamız bekleniyor. Giderek groteskleşen bu atmosferde sınırları iyi hesaplayamamışsak ölmemiz doğal karşılanıyor. Nuh Köklü ölürken keşke bir rüya olsa dediğinde bir kurtuluş hayaline tutunmaya çalışmanın dehşetini biz de hissediyoruz, çünkü çoğu rüyada olduğu gibi böylesi tekinsiz bir karanlığın içinde hayal dehşetten tam ayrılmıyor.


[i] Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar, İletişim Yayınları, s. 37.