Devlet yurttaşlarını neden öldürmemeli?

Bu hafta ve bir sonraki hafta konum müebbet hapis cezası olacak. Bu konuyu seçmemdeki ana sebep Alman ceza hukuğunda cinayet ve adam öldürme tanımlarında yapılmak istenen değişiklikler (211, 212, 213. No.lu ceza kanunları). Şu anda Alman ceza hukukuna göre 22 farklı suç için müebbet hapis cezası verilebilmektedir. Buna uluslararası hukuk kapsamında değerlendirilen suçlardan altı eylemi de eklersek toplam 28 ihlal sanıkların müebbet hapisle cezalandırılmasına yol açabilmektedir. Bunlardan 27'sinde müebbet hapis hükmü yumuşatılabilmektedir. Örneğin müebbet hapis cezası süreli hapis cezasına dönüştürülebilmekte veya daha düşük suçların alt sınırları baz alınabilmektedir. Müebbet hapis cezası sadece tek bir suçta yumuşatma veya azaltma ihtimali olmadan, kati suretle uygulanır: cinayet.

Müebbet hapis cezasının anayasaya uygunluğu, gerekliliği, hakkaniyetliliği ve faydası konusundaki tartışmalar uzun zamandır sürüyor. Cinayet suçlarına ugulanacak cezalar hakkında yapılması gündemde olan değişiklikler beni bu makaleyi yazmaya itti.

Yazının birinci bölümünde müebbet hapis cezasını ceza hukuku tarihi çerçevesine yerleştirmek istiyorum. İkinci bölümde ise bu konudaki güncel tartışmaları inceleyeceğim.

Beden, İşkence ve Zaman Üzerine Bir Hatırlatma

Fransız toplum filozofu Michel Foucault 1971 tarihinde yayınlanan Gözetim ve Ceza: Hapishane’nin Doğuşu isimli ünlü kitabının girişinde kral olan babasını öldüren Damien’in yargılanışını ve idamını anlatır. Olay 1757'de Paris’te yaşanmıştır– yani yalnızca 260 sene önce.

Yargı kararı şöyleydi: Suçlu ‘Paris kilisesinin ana giriş kapısının önünde, işlediği suç nedeniyle herkesten özür dilemeye ’ mahkûm edilmişti. Ancak Damien buraya üzerinde yalnızca bir gömlek ve ellerinde yanar halde bulunan iki ağır meşale ile  bir yük arabasında götürülecekti; sonra da aynı arabayla Gréve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan platforma çıkartılarak meme uçları, kolları, kalçaları ve baldırlarından kızgın kerpetenle et parçaları çekilecekti. Suçlu bu sırada babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülerek eziyet görecek, sonra da bedeni ayakları ve kollarından bağlanan iplerle farklı yönlere koşan dört ata çektirilerek parçalanacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgâra savrulacaktı.”

Yargının zahmetli ve aksiliklerle dolu uygulama süreci hakkında tutanakta şöyle yazar: “İşkenceci güçlü ve gürbüz olmasına ragmen, kerpeteniyle et parçalarını koparmakta çok zorlanıyordu. Her seferinde   iki üç kez denemesi, kerpeteni çevirmesi gerekiyordu. Damien bu işlem sırasında çığlıklar atıyor ancak ağzından kötü bir söz çıkmıyordu; et koparıldıktan sonra her seferinde kafasını kaldırıp kendine bakıyordu; İşkenceci daha sonra karışımın kaynadığı kazandan demir bir kepçeyle aldığı kaynar sıvıyı her yaranın üzerine bolca dökmeye başladı. (…) Damien'in vücudunu atlarla dörde bölme işlemi de çok zorlu olmuştu çünkü kullanılan atlar çekmeye alışkın değildi. Zavallının bacaklarını koparmak için bıçakla tendonlarını kesmek gerekmişti… Her seferinde şöyle bağırıyordu “Affet Tanrım, Affet Efendimiz!”… Damien işkenceci cellatlara kızgın olmadığını, şikayet etmeden işlerini yapmaları gerektiğini söylüyordu (…) Gövdenin ve etlerin yanması yaklaşık dört saat sürdü.”

İşte yaşananlar böyleydi sevgili okurlarım, bayanlar ve baylar! Yukarıda anlatılan infaz törenine katılanlar ise şöyleydi: Suçluyu yargının infazı esnasında öpen papazlar, sürecin düzenini kontrol eden üst düzey yetkililer ve kalabalık bir halk topluluğu. Bu insanlar bizden yalnızca sekiz kuşak önce yaşadılar. Yani dedenizin dedesinin dedesinin dedesi de pekala aralarında bulunmuş olabilirdi.

Burada tüm açıklığıyla anlatılanlar ‘barbarlık çağlarından' kalma olmadığı gibi, ortaçağdan da değil. Bu olayların yaşandığı zaman bizim zamanımız, yeniçağ:  İnsanın sorumluluğunun bilincinde ve kendi yazgısını kendisi belirleyen bir varlık olarak kabul edildiği, aklın zaferini temsil eden bir çağ. Birçok eğitimli insan modern çağı bu şekilde tanımlamıştır. Oysa yukarıda bahsi geçen ceza uygulamasındaki vahşet adeta bir mezbahayı andırıyor. 

Yok Etme


Müebbet hapis cezası hakkındaki bu yazımın girişinde neden idam cezasından bahsettiğimi merak edenler olabilir. Bunun için üç ayrı sebebim var:

Bunlardan ilki ve en karamsar olanı insanın unutkanlığı. Ne yazık ki bize verileni son noktasına kadar doğru olarak kabul etmeye meyilliyiz. İnsanlar kendi sorumlu oldukları saflıklarına dokunaklı bir bağ göstermekte sınır tanımıyorlar, ta ki yukarıdan birileri önlerine et parçaları (veya vegan çizburgerler) ya da şehvet nesneleri (veya ayıplanacak şeyler) ya da sadece bunların belli belirsiz vaadini koyana kadar.  

İkinci ve mütevazi bir sebep ise zamanın yavaşlığı. Bazı düşünceler ve anılar sanki dünyada hiçbir şey değişmiyormuşcasına binlerce yıl geçerliliklerini koruyabiliyorlar. Adeta yazın çimenlerin içine yerleşen keneler gibi duygularımızın köklerinde pusuya yatmış bekliyorlar. Ulvi ruhlarımızın içinde antropolojik atalarımızın ekosu kudretli motifler: İntikam! Yok etmek! Bastırmak!

Üçüncü sebebim ise ampirik: Bedensel cezaların altın çağında bile, yani günümüzde kitlelerin hafızasında safi karanlık olarak yeralan ve ancak masallarla ortaya çıkan, Orta Avrupa nüfusunun yarısının savaş, açlık ve hastalık tarafından yok edildiği ve hayatta kalanların da üçte birinden fazlasının sefil düştüğü 17. yüzyıl ortalarında bir kişinin hayatında sadece ortalama bir veya iki kez halka açık bir idama tanık olduğu tahmin edilmekte.

Grève meydanından buralara, ne uzun yol ama!

Başta bahsettiğim türden bir idam insanın içine işleyen son derece şiddetli bir olaydı. Her şeyi birden kapsıyordu: Cehennem ateşini, lanetlenmeyi ve arınmayı; yoğun şiddeti ve bağışlanma vaadini. Günahkar kişi acılar içinde ve ezik büzük bir halde idam sehpasına götürülürdü. Orada ise bedeni parçalanırdı. Halk avaz avaz bağırır, sevinç çığılıkları atar, ağlar, küfreder, tamamen kendinden geçer ve aynı zamanda da kendiyle yüzleşirdi. Bu tarz bir idam törenine katılanlar gördüklerini torunlarına ve hatta onların çocuklarına da anlatırlardı.

Günümüzde ise olay farklı. Bir “ceza” olarak ölüm bize internette ISIS videoları tarafından sunulmakta. Bu tip cellatlar işini bir memura yaraşır şekilde düzgünce yapan bir deri yüzücüsünün, bir ceset yıkayıcısının veya bir celladın vakarından ve kendinden eminliğinden yoksunlar. Bu caniler açıkça görüldüğü üzere tamamen kontrollerini kaybetmiş birer 'cinayet işçisi', tıpkı zamanında, yani yetmiş yıl önce ‘Polonya için ceza hukuku kararnamesi’ni (1941 yılında Alman işgali altındaki bölgelerde yaşayan herhangi bir Polonyalı’nın veya Yahudi’nin idam cezasına çarptırılabileceğini öngören ve ‘yasa’ şekline sokulan bir cinayet talimatnamesi) yürülüğe sokan naziler gibi. Bu gibi eylem veya planlar koskoca cellatların bile kanını dondurur. Peki neden?

Amerika Birleşik Devletleri'nin, yani “cesurlar diyarının” belli eyaletlerinde halk jürileri tarafından ölüm cezasına çarptırılan insanlar makineler kullanılarak zehirleniyorlar. Dünyanın başka yerlerinde ise idam infazı sırasında elektrik şalterine birkaç kişi birden basıyor ki mahkumun beynini kimin pişirdiğini kendileri dahi bilmesin. Benzer şekilde idam mangaları da genellikle birden fazla nişancıdan oluşurdu. Bunların arkasındaki amaç cellatların “posttravmatik stres bozukluğuna” yakalanmasını engellemektir ki cellatlar inandıkları tanrıların huzurunda tesadüf prensibine, yani öldürenin kendisi olmadığı ihtimaline sarılarak emirleri uygulayabilsinler.

Bu örneklerde cinayet işlemek ve görevini yapmak arasındaki o acınılası ama aynı zamanda da büyük farkın ortaya çıktığı nokta şu: İdam edilenin açısından bu farkın hiçbir önemi yok - ancak halkın kendisi için, tabii eğer aklı yerindeyse, önemi büyük.

Zira bize uzun gibi gelen bir zaman dilimi içerisinde, yoğun bir düşünme ve gözlem süreci, yaşanan acılar ve karşı direnişler, çıkarlar ve karşı çıkarların eşliğinde dünyanın ‘modern’ kısımlarında oluşan ‘devlet’ kavramına göre, hükümet makamları vatandaşlarına karşı değil,  onlar için çalışmalıdır. Modern devlet Azteklerin tanrı-kralları gibi halklarının bedenlerine “sahip olma” iddiasında bulunamaz; aksine tüm vatandaşlarını kendi olası müdahalesinden etkili bir biçimde korumanın koşullarını yaratmalıdır. Bu, insan ve vatandaşlık haklarının ve hukuk devleti düşüncesinin ana fikridir. Almanya Anayasasının 20. maddesi 4. fıkrasına göre bu düşünceye dayalı bir devlet düzenini bozmak isteyen herhangi bir kimseye karşı direniş hakkı kullanılabilmektedir.

Tabii bu meselede adeta çocuksu bir hevesle tutunulan büyüleyici birtakım ara basamaklar ve geçişler söz konusudur: Mesela başta verdiğimiz Paris örneğinde meydanda infazı izleyen halk kitlesinin yerine ABD'de suçlunun ölümünü kurşun geçirmez camın ardından izleyen ve infazın kurallara uygun gerçekleştiğine dair noter tasdikli imza beyannamesi veren, ‘demokratik’ yollarla seçilmiş birkaç ‘şahit’ vardır. Bu esnada idamın uygulandığı binanın önünde kimi vatandaşlar gösteriler yaparak idam cezasının hukuk devleti adına ne büyük bir rezillik olduğuna dair fikirlerini dile getirirler. Veya idam cezasının gerekliliğine. Grève meydanından buralara, ne uzun yol ama!

İdam cezası kaldırıldı

Anayasa’nın yazarları şöyle düşünmüşlerdi: Hükümet bir intikam ve mukabele aracı değildir; hükümet insanlar için varolur, tam tersi değil. Durum böyleyken devletin karar vediği ve icra ettiği idam cezası için ahlaki veya mantıklı hiçbir sebep bulunamaz. Tabii ki suçluları ortadan kaldırma arzusunun doğurduğu kişisel, bireysel birtakım sebepler olabilir. Ancak bu sebepler aşırı derecede geçerli olsa dahi hükümetin amaçlarıyla alakaları yoktur. Bu tür motifleri tanımayan bir devlet otoritesi ise insanlardan uzaktır. Ancak bu tür motifleri kendi resmi amaçlarına alet eden bir devlet otoritesi de insanlık dışı ve onursuzdur. Eğer insanlara işkence etmek insanlık onuruna aykırıysa, idam cezası büsbütün aykırıdır. Çünkü devletin kendi vatandaşlarının bedenleri ve kişilikleri üzerinde hak iddia ederek onları kamusal amaçlar için kullanmak ve yoketmek gibi bir yetkisi yoktur. İnsan basit bir caydırma, sakinleştirme ya da eğlendirme objesine indirgenemez.

İdam cezasının ne işe yaradığı konusuna gelirsek: İdam cezasının yararlılığı feci derecede düşüktür, kimseyi caydırmaz. Hiçbir şekilde kamusal güvenliği de arttırmaz: Vatandaşlarını asarak ve keserek cezalandıran Amerika’daki ağır suçların (örneğin cinayetlerin) oranı başka devletlerde de aynıdır. Ayrıca genelde sanılanın aksine idam cezası çok pahalıdır. Hazırlığı, denetlenmesi ve uygulaması ABD ve diğer modern devletlerde müebbet hapis cezasının infazından daha çok para ‘tutar’ – herhangi bir devletin kendi vatandaşlarının yaşamlarını ve ölümlerini ‘gider faktörleri’ olarak dünya tarihinin hayali muhasebecisinden geçirme yetkisine sahip olduğunu farzedersek eğer.

İdam cezası mazur görülemeyecek sayıda suçsuzu da yakalıyor: Pennsylvania valisinin geçenlerde verdiği demece göre Amerika’da son kırk sene içerisinde ölüm cezasına çarptırılan 150 kişi (yeniden yargılama davası sayesinde) suçsuz bulunarak serbest bırakılmış.

İdam cezasına çaptırılanlar –dünyanın her yerinde– özellikle azınlık mensupları, eğitimsiz halk sınıfları, çeşitli sebeplerden dolayı bu tür ağır cezaları gerektiren suçlamalara karşı kendini savunamayacak durumda olan kesimlerden insanlardır. Bu durumla ilgili istatistikler on yıllardır gözümüzün önünde, burada tekrarlamaya gerek yok.

Alman Anayasası için 1949 yılında bir hükme varıldı: İdam cezası kaldırılmıştır (Anayasa, madde 102). Bu karar, devlet elinden uygulanan infazın Almanya’da rekor yaptığı 40’lı senelerin sonunu getirecek net ve kesin bir mesajdı. Ve yeni bir çağı müjdeliyordu.

Yine de yok etme cezasının geri getirilmesine dair önceleri yavaş sonra sesi giderek yükselerek mırıldanan talep hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmadı. Almanya Parlamentosunda uzun yıllar başkan yardımcılığı yapan, 1933’te SA (Nazi partisinin paramiliter kolu) üyesi, 1981’e kadar CSU (Hıristiyan Sosyal Birliği)’nin parti yönetiminde yer alan, hem Bavyera'dan hem Federal Almanya'dan Federal Liyakat Nişanı sahibi Richard Jaeger bu talebiyle ün yapmış bir politikacıydı. Kendisi Federal savcılık bakanı olmuş, ikinci Erhard Bakanlar Kurulu (1965)’nda yedi tane eski NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) üyesi ile beraber bu zorlu görevini icra etmişti. 1984 yılında UN İnsan Hakları Komisyonunun Almanya delegasyonunun başına getirildi. Herbert Wehner ona –şakayla karışık– ‘Kelle avcısı’ lakabını takmıştı.

Jaeger'in ölümünün üzerinden 17 sene geçti. Almanya’nın, Papua Yeni Gine ve Gambia’yı örnek alarak idam cezasını tekrar yürürlüğe sokması ihtimali günümüzde çok şükür ki oldukça düşük. Öte yandan sosyologlar eğitimli orta sınıfın dehşet verici sahalarına girip soruların sorusunu sorduklarında aldıkları yanıtlar ilginçtir: İdam cezasına karşı mısınız, değil misiniz? Katiller ve çocuk istismarcıları ya da Usame bin Ladin sizce nasıl cezalandırılmalıdır? Cevaplar net: bazen yüzde 46, bazen yüzde 51, bazen ise yüzde 42, ağır şiddet suçlularının idam edilmesi taraftarı. Özellikle işçi sınıfı mensupları (%60) ve Doğu Almanyalılar (%58) idam yanlısı. Taksi şöförleri ve büfe sahipleri arasında idam cezası taraftarları %85; psikoloji öğrencileri arasında ise %1. En güzel sayılar ise Hukuk öğrencilerinden çıkmakta: Erlangen Üniversitesi birinci ve ikinci dönem öğrencileri arasından da %30 son çare taraftarı.

Bedensel cezalar: İdam cezasının küçük kardeşleri

İdam cezası hakkında konuşmak insanları daima heyecanlandırır. Örneğin Baader-Meinhof cinayetleri sırasında veya çocuk istismarı söz konusu olduğunda yapılan sokak röportajları bize bu gibi durumlarda büyük bir halk gücünün seferber edilebileceğini hatırlatır. Çünkü cellat hayal gücünü çalıştırmaya başladığı ve kendini çoğunlukta hissettiği anda onu artık birkaç zehirli iğne veya kafaya sıkılan kurşun tatmin etmeyecektir. İstediği, Grève meydanına dönmek ve suçlunun derisini kendi elleriyle yüzmek olacaktır.

Çeşitli devrimlerin temsilcileri de devlet eliyle adam öldürmeye şiddetli bir meyil göstermişlerdir. Aşırı sağcı ya da solcu fraksiyonların çoğu iktidara geldiklerinde halk düşmanlarını acımadan 'temizleyecekleri' vaadini sık sık müjdelemektedirler. Geçtiğimiz yüzyılda milyonlarca insan bu tür temizleme misyonlarının yürülüğe geçirilmesi sonucunda hayatını kaybetmiştir.

İşte tam da bu yüzden, tecrübeli politikacılar bunu bilir, 'doğrudan demokrasi' çok problemli bir sistemdir. Öte yanda transatlantik insan hakları dostu müttefikimiz ABD'nın ise 'suçu önlemeye yönelik' idam cezasına karşı koyabileceği hiçbir argümanı yoktur. Örneğin Usame bin Ladin'in öldürülüşü idam mıydı? Ya da yıllardır on tane masum kişinin arasında güvenilir kaynaklara göre en az bir suçlu bulunduğu için (Alman bilişimcilerin selamlarıyla) başka ülkelerdeki araba konvoyları ya da evlerin üzerine uzaktan kumandalı roketleri fırlatanlar idam celladı mı? Yoksa bu saldırılar savaş esnasında yapılan, 'yan hasarlı' yargısız infazlar gibi mi algılanmalıdır? Ya tüfekleriyle kendi evlerinin önüne kurdukları tuzakların ardında pusu kuran ve bekledikleri 'acil durum' oluştuğunda harekete geçen Law & Order destekçilerine ne demeli (geçenlerde Montana'daki Markus K. olayı gibi)?

İşte konu buralara geldiğinde taksi şöförünün adalet anlayışı da hukuk öğrencisinin doğrucu hassasiyetleri gibi sınıfta kalıyor! Durum böyleyken onların da aslında dron kumandacıları ve 'suç önleyici' infazcıların idamını talep etmeleri gerekecektir. Ama buna cesaretleri yetmez.

Beden ve Özgürlük

Bedensel cezalar hem geçmişte hem de günümüzde idam cezasının küçük kardeşidir. Uzuvların kesilmesi, dış görünüşün deforme edilmesi, hayatta kalmanın zorlaştırılması: Tüm bunlar bedeni yok etmeye yönelik arzunun hafifletilmiş halleri, o nihai şiddet hareketine yapılan göndermelerdir.

İlk hapis cezaları da insanı yok etmeye yönelikti. Mahkûmların kapatılmasının sebebi onları alıkoymak veya halkı onlardan korumak değil, onlara işkence etmek ve eninde sonunda hapis olmaktan dolayı ölmelerini sağlamaktı. Çıkışı, geri dönüşü olmayan çukurlara, zindanlara ve kulelere ‘düşürülürlerdi’.

Devlet otoritelerinin kendi yurttaşlarının bedeni üzerindeki hakimiyeti, bireysel yaşamın ‘mesai saatleri’ne dönüşmesiyle doğru orantılı olarak uzun bir zaman içerisinde yavaş yavaş değişime uğradı. Basitleştirerek söylersek: Rasyonel-mutlakiyetçi bir devlet yurttaşlarının bedenine ve düşüncelerine kasabın kuzu sürüsüne saldırdığı gibi saldırabiliyor . Burjuva devleti ise bunu yapmaz çünkü onun üstün gücü biolojiden, yani yaşam formlarının böcekvari bir sınıflandırılmasından değil, bireyin ta kendisinden doğar. Burjuva toplumunun zenginliği ve sonsuz olanakları adeta mucizevi bir şekilde her bir kişinin çalışma ve düşünme kapasitesi ile ortaya çıkar. Bu nedenle yaşamı temsil etmesi ve yaşamı duyumsamak (!) açısından paranın yanısıra ona bir eş kavram olarak zaman devreye girer: Hayatın süresi, çalışma saatleri, ürün başına düşen zaman.

Günümüzdeki hapis cezası kavramının ilkel çorbası budur: Özgür yurttaşlar arası verişimde ‘her şeyin muadili’ olarak zaman. Bir Hindu rahibinin, ya da zaman bilincinin kırılmasını hedefleyen kurallara göre yaşayan bir keşişin, ya da ortaçağda sunak oyan zanaatkarın, zaman umurunda bile değildir. Sonsuzluk döngüsü içinde yaşayan biri için ‘zaman’ kavramının hiçbir anlamı yoktur.

Ancak bir yurttaş olarak insanın hayatı böyle değildir. Onun için hayat safi zamandır, işgücü ve paranın kuvantumu olarak zaman: Bir saatlik yaşamın fiyatı nedir? Yaşamın bu türden zaman kuvantumlarıyla incelenmesinin varabileceği en üst nokta ise hapis cezası kavramıdır. Cezaevindeki mahkumlar için zaman evrenin ta kendisidir, hayatın temel birimi, her şeye hakim, her şeyi yiyip bitiren o düşünce: Kaç yıl, kaç gün, kaç dakika kaldı?

Ben çocukken kasapların ve fırınların ilginç dergileri olurdu. Bunların içindeki karikatürlerin arasında mutlaka hapishane karikatürleri de bulunurdu. Mahkumlar çizgili tulumlarıyla taburelerin üstünde otururlar. Hiçbir şey yapmamaktadırlar. Boş duvarların üzerine kalan sürelerinin toplamını çizmişlerdir: çentikler, çizgiler, beşliler. Her çizgi bir yıl. Başka mahkumlar ise yalnızca otuz metrekare genişliğindeki Güney Pasifik adalarının üzerinde yaşamaktadırlar, minicik bir palmiye ağacı eşliğinde. Tutsaklığın bu tuüründe ise zaman çizgileri palmiyenin gövdesine kazınmıştır. Tüm Avustralya kıtasının bu şekilde oluştuğunu ancak daha sonradan öğrendim. Hem öğretici hem de avutucu bir durum: suçluları toplumdan ‘uzaklaştırmanın’ –öldürerek veya uzak adalara sürerek– hiçbir işe yaramadığına işaret etmesi açısından öğretici. Suçlu kolonilerinin mükemmel bir şekilde işleyen toplumlara dönüşebildiğini göstermesi açısından ise avutucu.

Bir tutukluyu ona verilen ceza süresinden bir gün bile fazla hapiste tutmak ceza hukuku adına feci bir hatadır ve işler sarpa sararsa gelecek vaadeden kariyerlerin bile erken sonlandırılmasına neden olabilir. Ortaya çıkan, oldukça absürd bir tablodur. Mahkemenin ‘yedi yıl dört ay’ değerinde suçlar işlenildiği kararına vardığı, Federal Yargıtay’ın da kararın temyiz talebini ‘öyle de görülebilir, böyle de’ diyerek reddettiği bir davada (altı yıl da yetermiş aslında ama asliye mahkemesi sonuçta kararını vermişmiş) cezanın bir yıl daha az ya da daha çok olmasının hukuki açıdan hiç bir önemi yoktu! Adalet kavramının soyutluğunda bu boyutlara erişebilmek (ve onları anlayabilmek) sadece iyi niyet ile olmaz, yukarıda işaret ettiklerimle ilgili daha derin bilgiler de gerektirir. Burada da (tam da bu noktada) söz konusu olan yine, şiddetin sınırlanmasıdır.


Almancadan Çevirenler: Vanina Kutelas, Öncel Seçgin, Çağrı Kahveci

Birikim'in Notu: Bu yazı Die Zeit gazetesinin izniyle yayımlanmıştır. Yazar Thomas Fischer Karlsruhe'de federal yargıç olarak görev yapıyor.