AKP'nin Politik Misyonunun Sonu

Özellikle 2014 Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türk medyasında veya akademik camiada var olan ‘Siyasal İslam çöktü, AKP bitti’ hezeyanlarının gerçekleşmemesine benzer şekilde 7 Haziran 2015 seçimlerinde de büyük bir çöküşün olmayacağı kanaatindeydim. Çünkü ortada çökecek bir varlık göremiyorum. Bu çöküşü tanımlayanlar AKP’nin geçmişten itibaren neler yaptığını ve daha sonra nasıl evrildiğini ve artık misyonunu tamamlama noktasına geldiğini unutuyorlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplumun birçok kesimi tarafından optimist bir bakış açısıyla karşılanan ve belki de bir rüya olarak başlayan AKP projesi, Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi oluşturan uzlaşmacı koalisyonun damarlarını birer birer kesmesi ile her geçen yıl kabuk değiştirdi. Kendi yarattığı canavarlar ile seçmenini konsolide edebilen ve bunu yaptıkça güçlenen Recep Tayyip Erdoğan’ın bu gücün son kertesinde ‘tek adam’ hayaline kavuşması belki de tek hedefi. İşte bu bağlamda AKP’nin Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra misyonunu tamamen bitirdiğini söylemek yanıltıcı olmayacaktır. 7 Haziran 2015 seçimleri ancak Cumhurbaşkanı’nın kendi kafasında tahayyül ettiği Başkanlık Sistemi’ni getirip getirememe mücadelesinden ibaretti ve bu mücadelede ister galip ister mağlup olsun, her iki neticede de AKP’nin siyasal serüveninin ‘gücü elinde bulunduran bir aktör’ olarak devam edemeyeceği aşikârdı.

Bir Rüya olarak başladı!

Ağustos 2001’de, Refah Partisi’nin dar vizyonuna ve Erbakan’ın statükocu parti yönetimine tepki olarak doğan Adalet Ve Kalkınma Partisi, bu tepkileri şu anki Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın ‘Muhafazakâr Demokrasi’ üzerine yaptığı çalışmalarda birleştirerek kendine bir yol çizmişti. Bu yol Milli Görüş’ün Batı karşıtı politikalarını reddederek, Milli Görüşün çizdiği İslamcı profilden uzak bir noktada başladı. Ve elbette böyle bir hedefle gelen partinin başarılı olması ve geniş kitlelere hitap edebilmesi için sadece muhafazakârlardan değil toplumun birçok katmanından destek alması şarttı. AKP’nin AB üyelik sürecini dış politikasının merkezine koyup, iç politikada temel hak ve özgürlükler üzerine yoğunlaşması ilk dönemi olan 2002-2007 yılları arasında bu geniş desteği almasında fazlasıyla etkiliydi. Fakat AKP’nin iktidara geldiği andan itibaren gizli bir ajandası olduğunu düşünen askeri kanadın 27 Nisan Muhtırası ile gelen hamlesi, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin iktidarını sürdürebilmesi için bu geniş tabanlı koalisyon desteğini her geçen süre zarfında küçülterek seçmenini konsolide etmesine bağlı olduğunu gösterdi. Bu aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki yol haritasını da gösteriyordu.

Muhtıra ve akabindeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden toplumun kutuplaşmaya başladığının farkına varan Erdoğan ilk 5 yıllık dönemdeki yumuşak söylemlerini biraz daha sertleştirmeye ve biraz daha toplumu ayrıştırmaya başladı. Zira bu ayrıştırma gücünü daha da kuvvetlendirecekti. Beklenildiği gibi de oldu ve AKP 2007 seçimlerinde %47’lik bir oyla iktidara geldi. Askerin direncini muhtıra karşısındaki duruşu ile kıran Erdoğan’ın bundan sonraki bölüm sonu canavarı ise yargı olacaktı. 2008 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından açılan kapatma davası, yine yargıdaki AKP iktidarına karşı olan direniş ve askeri bürokrasisinin yargı çevreleri ile olan ittifakı AKP’nin Ergenekon ve türevi soruşturmaları başlatmasına yol açmıştı. İktidara ilk geldiğinde toplumun tamamını kucaklamayı tahahhüt eden AKP 2011 yılına gelmeden askeri ve yargı bürokrasisini kucağından atmış oldu. Üstüne üstlük, iktidara gelmesinde en büyük etmenlerden biri olan büyük burjuvazinin yani TÜSİAD ve türevi kuruluşların da artık açık bir şekilde AKP’ye muhalif bir konuma geldiğini de bu süreçte göz ardı etmemek gerekiyor.

Rüyanın Kâbusa Dönüşmeye Başlaması

Ekonomik açıdan liberallerle arasındaki sürtüşme politik arenada henüz yaşanmamıştı. Özellikle liberallerin asker vesayetinin sınırlandırılmasından duyduğu memnuniyet ve 2010 Anayasa Referandumu’nu ‘Yetmez Ama Evet’ şiarıyla desteklemesi, Erdoğan’ın AKP’si ile bu kesim arasındaki ittifakın sürmesini sağlamıştı. 2011 seçimleri öncesi meydanlarda düşmanlarını genişleten Erdoğan, askeri, yargı ve büyük sermaye gruplarının vesayetinden duyduğu mağduriyeti seçmen tabanı üzerinde her zamanki gibi ustaca manipüle ederek %50 oy oranı gibi tavan bir noktaya gelmişti. Fakat Erdoğan’ın kendisinin de gayet iyi bildiği gibi, bu süreci tekrar kutuplaştırması ve tekrar seçmeni konsolide etmesi şarttı aksi takdirde demokratik bir hukuk devleti olarak varlığını sürdürmesi AKP’nin mağduriyetten yarattığı meşruiyeti hızla kaybetmesine yol açacaktı. Bunun farkında olan Erdoğan’ın yeni bölüm sonu canavarı ise; 2010 Anayasa Referandum’unda desteğini aldığı liberal kesimdi. Ergenekon soruşturmalarının kapsamının hukuksuzluklarla birlikte genişletmesi, başta basın ve ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerdeki ihlallerin artışı ve bütün bu anti-demokratik süreçler AKP tarafından seçmenlerine ‘bunlar liberal de olsa Beyaz Türk, biz Müslümanları alaşağı etmek için fırsat kolluyorlar’ algısıyla sunulacak, bir süre sonra bu algı dış güçler paranoyasıyla bambaşka bir boyuta evrilecekti. Bu süreçte yaşanan Gezi olayları bunun tuzu biberi olmuş, faiz lobisinden girip, dış güçlerin hain planlarından çıkan AKP için seçimler öncesi yeni bir kutuplaşma ve mağduriyet kapısı açılmıştı.

Oyunun Final Bölümündeyiz

AKP’nin bir siyasal parti olarak girmiş olduğu bu oyunu yöneten Erdoğan’ın oyun sonunda büyük bir canavarla mücadelesi kaçınılmazdı. Bu aktör ise, AKP’ye kuruluşundan itibaren desteğini esirgemeyen, karşılığında ‘ne istediyse alan’ Fethullah Gülen Cemaati’ydi. Kamu kurumlarındaki kadrolaşması ile iktidarın bir ortağı olan Cemaat, Erdoğan için artık iktidarı için bir tehditten başka bir şey değildi. AKP iktidarı boyunca süre giden yolsuzlukların soruşturulması savaşın fiilen başlamasına patlak verdi ve bu savaş halen devam ediyor. Fakat şurası yine açık ki, Gezi Parkı’ndan bu yana hem liberaller hem de Fethullah Gülen Cemaati, Erdoğan’ın seçim meydanlarında tabanını yeniden kutuplaştırmak ve konsolide etmek için en önemli araçları olmuştu. 2014 Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Türk medyasındaki ve akademisindeki ‘AKP çöktü, Erdoğan bitti’ tezleri seçim sonuçları ile yeni bir hüsrana yol açmıştı. Aslında bu husus, Erdoğan’ın ve AKP’nin serüvenini bir başarı olarak görememekten kaynaklanıyor. Zira demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine göre bütün bu yaşadıklarımız rezillikten öte bir noktadayken, öte yandan işin siyasi aktörlerin iktidarı elinde tutma becerisi olarak nitelendirdiğimizde AKP ve Erdoğan iktidarının bu hususta Türk siyasi tarihinin en başarılı aktörlerinden biri olduğu kaçınılmaz bir gerçek.

Bu başarı aslında Erdoğan’ın kafasındaki AKP projesinin 2014’e kadar oyunun tüm bölümlerini geçmesiyle alakalı. Ve artık Erdoğan’ın AKP’ye ihtiyacı olmadığını zira kafasındaki ‘tek adam’ veya Türk tipi Başkanlık sisteminde AKP gibi bir aktörün olmayacağını kestirebilmek de güç değil.

Peki ya Finalde Ne Olacak?

Aslında bu hikayenin yurtdışında bir teori olarak karşılığı mevcut. Amerikali akademisyenler Bruce Bueno De Mesquita ve Alastair Smith’in yazmış olduğu ‘The Dictator’s Handbook’ isimli kitabı bu sürecin adını selectorate theory olarak kitaplaştırmış. Kısaca teoriye göre; iktidara gelebilmek için toplumun geniş katmanlarından destek almak zorunda olan iktidar sahibi, bir süre sonra kendi varlığını devam ettirebilmek ve gücünü arttırabilmek için bu gücünün paylaşım alanlarını sınırlamak zorundadır. De Mesquita ve Smith bunu demokrasiden otoriterliğe geçiş süreci olarak tanımlar ve kitaplarında 3.dünya ülkelerinden örnekler verir. Bu sürecin benzeri ise Türkiye’de AKP’nin ve Erdoğan’ın serüvenine oldukça benzeşmektedir. İktidara gelmesi toplumun tüm kesimlerinden alacağı desteğe bağlı olan ve tutunabilmesi için demokrasiye ihtiyacı olan Erdoğan, iktidarını daha da güçlendirmek için çizmiş olduğu koalisyonun sınırlarını her geçen periyod daha da daralttı. Mesquita ve Smith’in ‘winning coalition’ olarak bu husus, aslında Erdoğan’ın artık tamamen kendine bağlı bir klik ile ve yine kendine bağlı %35-40’lık tamamen konsolide olmuş ve biat etmiş seçmen tabanıyla bir ‘winning coalition’ oluşturduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda Erdoğan’ın son adımı, Başkanlık sistemine geçip ‘tek adam’lığını tamamen fiiliyata dökmek. İşte bu eylemle birlikte Erdoğan’ın kafasındaki AKP’de misyonunu başarıyla tamamlamış ve artık sadece ‘tek adam’ın basit bir aygıtı olarak hayatına devam edecektir. Bazı yazarların şu sıralar üstünde durduğu, AKP içindeki çatışmaların göz ardı edilmemesi gerekliliği noktasına yüzde yüz katılıyorum. Fakat bu husus genel bir çözülüşün işareti değildir. Bu, Erdoğan’ın sistemi değiştirmeden risk alarak Cumhurbaşkanı olması ile alakalıdır. Cumhurbaşkanı olduktan sonra nasılsa sistemi değiştirecek milletvekili sayısına ulaşırım hesabını yapan Erdoğan’ın aradaki sürecin uzun olması ve bu süreçte AKP içerisindeki çatlakları göz ardı etmesi, şu anda yaşadığı buhranlı süreci ortaya çıkarmıştır. İşte 7 Haziran seçimleri bu yüzden Erdoğan için önemliydi ki Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etseydi, oyunu başarıyla bitirmesi için önünde pek bir engel kalmayacaktı. Ve bu başarısı AKP’nin de misyonunu tamamlaması anlamına gelecekti. Ama işler terse gitmesine rağmen AKP’nin her halükarda miadını doldurduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira AKP tek başına iktidar olamadığı için istediğini alamayacak olan ‘tek adam’ın yönetimsel krizler yaratması kaçınılmaz hale gelecektir. Özetle, aslında Ağustos 2014’den bu yana son kullanma tarihini doldurmuş bir siyasi partiden bahsediyoruz. Ve 7 Haziran seçimlerinde o partinin varlığını sürdürüp sürdürmemesi değil 2002’den bu yana oyunu sürdüren ve bu oyunun finalini kazanmak isteyen kişinin varlığı oylandı…