Suruç Katliamı ve “Cihat”ın Türkiye Cephesi

HDP Diyarbakır mitingine yapılan saldırıdan sonra Suruç katliamı da DAEŞ/IŞİD’e atfedildi. DAEŞ olsun ya da olmasın, bu saldırıların Suriye’deki “cihat”la taşeronluk düzeyinde de olsa bir bağlantısı olduğu anlaşılıyor.

Eğer Diyarbakır ve Suruç saldırıları eylem düzeyinde “cihatçılar” tarafından yapılmışsa, siyasal İslâmcılığın modern “Cihat”ının Türkiye cephesindeki hedefinin Türkiye solu olduğunu söylemek gerekiyor.

Türkiye Solunu DAEŞ zulmüyle korkutmak

R. T. Erdoğan’ın erken seçim kararıyla birlikte, HDP’ye karşı rövanşın kanlı eylemlerle gidilen bir seçimde alınacağı iddia edilmişti. DAEŞ’in “daha büyük hesaplar için taşeronluk yaptığı” iddiası da bununla ilgili olmalı.

Fakat biz satha bakalım. Kendi hesabına ya da taşeron olarak, DAEŞ’in Türkiye solunu, dayanışma duygularını bayrak yapan gençleri hedef aldığı iddia ediliyor. DAEŞ, Türkiye siyasetiyle (ve Türkiye soluna karşı nefretlerini DAEŞ sempatileri üzerinden ifade eden sosyal medya trolleri, İBDA-C, Vatan Partisi vb. ile) bu kadar simgesel bir iritbat içinde olmasaydı, El Kaideci gruplar da, mesela Nusra Cephesi de sorumlu gösterilebilirdi.

Suruç katliamı, Türk-İslâmcı iktidar blokunun ve kolluk ayağının nihayet DAEŞ karşısında tedbir misallerini sahnelediği, DAEŞ’in Türkiye’deki propaganda ve devşirme mekanizmalarına kısıtlamalar getirdiği ve daha önemlisi, AKP medyasının DAEŞ’e askerî müdahaleden söz ettiği bir dönemde gerçekleşti. Ama DAEŞ, savaş taleplerine DAEŞ’i bahane gösteren AKP medyasını ya da terörizmin beklenen ilk hedefi olan kolluk güçlerini değil, sosyalist dayanışma hareketini hedef aldı.

DAEŞ, Suriye’de Halep’in kuzeyinde ve başka pek çok cephede Suudi-AKP koalisyonuna bağlı Ceyş el-Fatah (JF, Fetih Ordusu) ve El Kaideci müttefikleriyle çatışma içinde. Dolayısıyla Türkiye’deki hedefinin AKP ya da resmî hedefler olması beklenirdi, AKP’nin hedef aldığı HDP ve sosyalist dayanışma değil. Dahası, tam da AKP liderliği ve medyasının DAEŞ ile PYD’yi aynı paranteze alması söz konusuyken ve DAEŞ ile PYD arasında “esasında” işbirliği olduğu yönünde fantastik iddiaları varken, Rojava devrimiyle, Kobane ile dayanışma için Suruç’a giden sosyalist aktivistlere saldıranın, tetikçinin Fatah mensubu olması daha mantıklı değil mi?

Aslında Diyarbakır saldırısında da olduğu gibi Suruç’ta iktidarın saldırıyı derhal DAEŞ’e atfetmesinde bile pis kokan bir şey var.

Her halükârda, DAEŞ üzerindeki vurgunun, Suriye’deki “Cihatçı” terör örgütlerinin ortak paydalarını maskeleme gibi bir işlevi var.

Dolayısıyla daha geniş “Cihatçı” güruhun Türkiye soluyla olan meselesine eğilmek gerekiyor. 7 Haziran seçimlerine giden süreçte ve arkasından, aslında Gezi protestolarından beri, Türk-İslâmcı iktidar blokunun hedefinde “Kemalizm” ya da “ulusalcılığın” değil, Türkiye sosyalistlerinin olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Suriye üzerinden Türkiye’de iktidar

Türk-İslâmcılığın Suriye siyaseti, sadece Suriye ve Ortadoğu’ya değil, Türkiye’ye dair de bir mühendislik projesiyle alakalıdır. Afganistan halkının mülteci kampları halkına dönüştürülmesi, ABD ve Pakistan istihbaratı açısından sadece Afganistan’ı değil, Pakistan’ı dönüştürmek, neo-İslâmcı söylem etrafında Pakistan Ordusunun/istihbaratının iktidarını istikrara kavuşturmak açısından da fırsat olarak görülmüştü.

Mülteci kamplarında ve Pakistan’ın her yerinde hızla yayılacak olan medreselerde yetiştirilen silahlı “mücahit” gruplar, sadece Afganistan’da değil, Pakistan’da ve (post) Sovyetler Birliği’nde de “komünizm”e karşı mücadele edecekti. Mültecilere yönelik faaliyetler etrafında Pakistanlı sağ/İslâmcı örgütler de güçlendirilecek ve teçhiz edilecekti.

Siyasal İslâmdan bir nefret ideolojisi çıktı; DAEŞ gibi, tekfirci bir dünya görüşü etrafında seferber edilen Taliban, absürde varan dinî dayatmalarının yanı sıra etnik temizlik, kadın kırımı ve tecavüzle de şan kazanacaktı.

Pakistan’da ise bu nefret gruplarının yarattığı korku, İslâmi referansları olan muhalefetin bile tedhişe maruz kalması sonucunda ordu ve istihbaratın (“derin devlet’”n) neo-İslâmcı amaçlarına aykırı politika yapmak da ilelebet imkânsız hale gelecekti (Zira Mevdudi’nin İslâm devleti projesi hegemonyasını inşa edememiş, seküler/sol rakiplerini bastıramamıştı.)

Bugün Pakistan’da seküler kesime veya insan hakları savunucularına satırla saldıran örgütler (ya da madem daha iyi anlaşılıyor: “kırmızı çizgileri” ya da “manevi hassasiyetleri” olan gençlik grupları) bu hesapların ürünü. Bu saldırılar da “faili meçhul”…