Dersim ve Roboskî Katliamları Karşısında Medyanın Tutumu

İnsanların, çevresinde yaşananları bilmek istemesinin neticesinde ortaya çıkmış olan medya müessesesi, varlığını halkın doğru haber alma hakkının tahakkukuna borçlu olsa da toplumsal algıların şekillenmesinde çok önemli, hatta hayatî bir role sahiptir. Bu rolü, Livinstone’un da tespit ettiği üzere medyanın “içinde bulunduğu düşünsel ve yaşamsal pratiklerin bir ürünü olması” ve o pratikleri “her gün yeniden kurgulayan” bir konumda olmasından gelmektedir (akt. Arsan, 2014). Bu hayatî rolün farkında oluşunun bir neticesi olarak iktidarlar, kendi ideolojilerinin yaygınlaştırılması ve gerçeğin kendileri lehine manipüle edilmesi noktasında medyayı bir araç olarak öteden beri kullanmışlardır.

Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’ın, medyanın bu işlevsel rolünü erken fark ederek Nazizmin Almanlar nezdinde meşruiyet kazanıp içselleştirilmesi için medyayı kullandığı bilinmektedir. Chomsky bu özelliği sebebiyle medyanın, “gerekli yanılsamalarla” kitleler üzerinde “rızanın üretilmesi” işlevi gördüğünü ileri sürmüş;  Gramsci, yönetim erkinin kendi iktidarını sürekli ve sağlam kılmak için rızanın üretilmesi sürecinin aktörlerinden biri olarak kullandığı medyayı hegemonyanın araçları arasında saymış;  Althusser rızanın çoğunlukla iktidar lehine üretilmesi üzerine medyayı “devletin ideolojik aygıtlarından biri” olarak tanımlamıştır.

Türkiye’de de iktidar ile medya arasındaki ilişkiler, özellikle kriz dönemlerinde çoğunlukla iktidarın söylemini medya aracılığıyla meşrulaştıran ve “bilgi-iktidar ilişkisini iktidar lehine yeniden üreten” (Baran, 2014) bir işleve sahip olmuştur. Haberleştirilecek olayın taraflarından birinin Türk kimliği, devlet yahut iktidar olduğu durumlarda Türk medyasının genel eğilimi “biz” ve “öteki” ayrımları üzerinden olaya yaklaşmak ve “onlar” yani “ötekiler” karşısında, yaşanılanları “biz”in lehine kurgulamak olmuştur. Medyanın bu şekilde konumlanma tercihi medya ile iktidar arasındaki söylem farkını zaman zaman silikleştirmiş, bazen de iktidar erkinin doğrudan direktifi ile söylem aynılaştırılmıştır. Örneğin; Can Dündar 2013 yılında Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde, 2001 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nden (Emniyet) TRT’ye gönderilen “terminoloji sözlüğü”nü yayınlamış[1] ve haber içeriğinde hangi ifadelerin yerine hangilerinin kullanılacağının Emniyet tarafından belirlendiğini açıklamıştır. Bu listeye göre Emniyet tarafından medyaya; “PKK Lideri” yerine “Bölücübaşı”, “Gerilla” yerine “Terörist”, “Yakılan köyler” yerine “Halkın terk ettiği köyler”, “Komutan” yerine “Bir yetkili”, “Kürt” yerine “Türk vatandaşı” ve “Düşük yoğunluklu savaş” yerine “Terörle mücadele” ifadelerinin kullanılması salık verilmiştir. Yürütme erkinin kolluk gücü olan Emniyet’in medyaya kullanılacak terminolojiye dair bir sözlük önermiş olması, medyanın yukarıda sözü edilen “ideolojik aygıt” olma ile hegemonize edici söylemi yeniden üretmesi ve bunun doğal sonucu olarak iktidar ile ilişkileri güçlendirmesi bağlamında dikkate değer bir durumdur.

Bu yazıdaki temel amacımız da, Dersim (1937-38) ve Roboskî (2011) katliamlarının dönemin hükümetlerine yakın medya organlarınca nasıl görüldüğünü ortaya koymak, karşılaştırmak ve elde edilen verileri medya-iktidar ilişkisine dair bir değerlendirme için yorumlamaktır. Çalışmada muhalif basının tutumu, kıyaslanabilecek veri yetersizliği sebebiyle odak noktası değildir. Çünkü Roboskî Katliamı döneminde çeşitli muhalif medya organlarından söz edilebilecekken, Dersim Katliamı dönemi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan Dersim Katliamı’nın gerçekleştiği tarihe kadar kurulan medya düzeni bunun bir sebebi olarak değerlendirilebilir. Baran (2014)’dan aktaracak olursak “Medyanın siyasal otorite tarafından, basın özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar aracılığıyla baskı altına alınması, 1925 yılındaki Şeyh Said İsyanı’nda etkisi olduğu gerekçesiyle birçok dergi ve gazetenin kapatılarak gazetecilerin İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanması” muhalif basın kurumlarının susturulmasını netice vermiştir.

Dersim Katliamı Karşısında İktidara Yakın Medyanın Tutumu[2]

Dersim Katliamı karşısında dönemin medyasının tavrının arka planını anlamak için o günün medya-iktidar ilişkilerine bakmak gerekir. Yukarıda değinildiği şekilde, dönemin muhalif basınına karşı uygulanan baskı politikaları neticesinde medya söyleminin giderek çok sesliliği yitirdiği ve benzeştiği görülmektedir. Asım Us, Hüseyin Cahit Yalçın, Yunus Nadi gibi dönemin büyük gazete sahiplerinin aynı zamanda hem CHP milletvekili olmaları hem de kendi gazetelerinde köşe yazarlığı yapmaları, medya-iktidar ilişkilerinin biçimlenmesinde önemli bir gösterge olarak görülebilir. Bu gazeteler, sahiplerinin aynı zamanda iktidar mensubu olmaları sebebiyle kendi Dersim söylemlerini devlet söylemiyle daha kolay yakınlaştırmış hatta aynılaştırmışlardır. Dersim Katliamı karşısında dönemin medyasının yaklaşımını daha belirgin olarak görebilmek için yeniden üretilen söylem ve pekiştirilen tutumu incelememiz gerekir.

Haber Olarak Görme-Görmeme

20 Mart 1937’de başlayan Dersim Harekâtı ilk kez İsmet İnönü’nün 14 Haziran günü mecliste yaptığı konuşmadan sonraki gün basında yer almaya başladı. 16 Haziran tarihli Kurun gazetesinde yer alan Asım Us imzalı haberde birkaç aydan beri “halk tabakaları arasında fısıltıyla dolaşan” mesele için “resmî ve salahiyetli bir makam tarafından malumat verilmesi beklendiğini” yazmaktadır. Haber, gazetenin Dersim meselesinden haberdar olduğu ancak resmî bir makamdan malumat gelmediği için bu konuda yayın yapılmadığı anlamı taşımaktadır. Bu durum gazetede bir sansür yahut oto-sansürün varlığına işaret olarak anlaşılmaktadır. Ayrıca hem Kurun hem de dönemin diğer gazeteleri tarafından yapılan haberlerde bu “gazetelerin gerçekliğinin” resmî makamların açıklamaları tarafından oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Resmî makamların gerçekliğinin dışına çıkılmasından rahatsız olan Kurun, Son Posta ve Tan gibi gazeteler kendi gerçekliklerinin dışında yayın yapan gazetelerin “mübağalalı yayınlar” yapmalarından rahatsızlıklarını açıkça dile getirmiş, dış basından alıntıları yayınlayan bazı gazeteleri “ecnebilerle” benzeştirerek hükümet adına savunma yapmışlardır. Çünkü bu gazeteler için “önemli olan yayınların ülkenin menfaatlerine uygun” olmasıdır. Bu yönüyle ismi geçen gazetelerin kendilerini çoğunlukla devletin yanında, “ülkenin koruyucusu” olarak gördükleri ve resmî söylemin taşıyıcılığını yaptıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu gazetelerin söylemleri, devletin veya ülkenin aleyhine olduğunu düşündükleri toplumsal ya da siyasal gruplara karşı “biz” ve “onlar” ikililiği üzerinden bir “saldırgan” üslup olarak ortaya çıkmaktadır.

Tanımlama

Bauman, “biz” ve “onlar” ya da “iç grup” ve “dış grup” arasında dikotomik bir ilişkiden söz eder. “Biz” ve “onlar” yalnızca iki ayrı insan grubunu değil, tümüyle farklı iki tutum arasındaki duygusal bağlanma ve antipati, güven ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ve çekişme arasındaki ayrımı temsil eder. “Biz” ait olduğumuz, kendimizi evimizde ve güvende hissettiğimiz grup anlamına gelir. “Onlar” ise tersine ne ait olmayı istediğimiz ne de kendimizi karşısında tekin ve güvende hissettiğimiz gruptur. Dolayısıyla “onlar” her durumda “biz”i “bölmek”, “yıkmak” ve “bozguna uğratmak” için fırsat kollayanlardır. Dersim olayları medyada yer bulmaya başladıktan sonra dönemin medyasının Dersim söyleminde de “biz” ve “onlar” ayrımının belirgin olduğu ve bu söylemin sürekli olarak yeniden üretildiği görülmektedir. İki farklı toplumsal gruptan çok, farklı tutumları karşılayan bu ayrım büyük çoğunlukla olumlu bütün özellikleri “biz”e atfederken kötülükleri de “onlar”a yüklemek için kullanılmaktadır. Dersim söyleminde medya “onlar” olan Dersimlileri ötekileştirirken kendisini de iktidar ile aynı grubun içinde “biz” diye sınıflandırmaktadır (Baran, 2014).

Dönemin medyasında Dersim, genel olarak iktidarla da paralel bir söylem kullanılarak “geri kalmış”, “cahil”, “vahşi”, “eşkıya” gibi “self-oryantalist” (Çifci, 2013) tutumun tezahürü olan ve tarihin derinliklerinde olduğunu düşündüğü “kendi doğusunu” yeniden inşa eden yüklemelerle tanımlanmıştır. Bunların dışında katliamın meşrulaştırılması noktasında kullanılmış olan iki belirgin söylem daha bulunmaktadır.

“Dersimlilerin Irkı Kürt Değildir”

Dersim Harekâtının etno-politik özelliğini mümkün olduğunca göstermek istemeyen devletin aksine Dersimlilerin ırkı konusunda dönemin medyası birbiriyle tutarsız birkaç yaklaşımı taşımaktadır. Bunlar Dersimlilerin; Türk oldukları, Türk oldukları fakat bozuldukları, Türk olmadıkları ve Kürt olmadıkları şeklinde çelişkili söylemlerdir. Bunlar içinden Dersimlilerin ırkının “Kürt değil, bozulmuş Türk” olduğu söylemi, “bozulmuş Türkleri aslına döndürme” mesajı ile harekâtı meşrulaştırmak için kullanılmıştır.

“Dersimliler Müslüman Değildir”

Dönemin gazeteleri çeşitli haberlerle Dersimlilerin dinî inancının İslâm olmadığı ve İslâm’a aykırı bir inanç benimsedikleri imasında bulunurlar. “Dersimlilerin senede iki defa umum günahların affı merasimi yaptığı”, “Dersimliler için en büyük felaketin Aforoz olduğu”, “Bazı taşlara taptığı” gibi söylemlerle Dersimlilerin dinî inancı olan Aleviliğin İslâm dışı olan özellikleri öne çıkarılarak Dersimliler “ötekiler” ya da “onlar” sınıfına yerleştirilmişlerdir. Dersimlilerin inanç biçiminin bu şekilde söyleme konu edilmesi, halkta “cihat” algısı oluşturmayı ve ordu harekâtını meşrulaştırmayı hedeflemiştir (Baran, 2014).

Medyanın “Muzaffer” Dili

Yukarıdaki söylem biçimlerinin hem sonucu hem de tamamlayanı olarak Yeni Köroğlu, Son Posta, Haber, Anadolu, Kurun, Yeni Asır gibi dönemin gazeteleri, “ordumuz” sözcüğünün önüne “kahraman, muzaffer, şanlı” gibi sıfatlar ekleyerek kendisini harekâtı yürütenlerle özdeşleştirmiştir. İsyancıların eylemleri ise medyada yer bulamamış, medya “çapulcu, sergerde, şakî” gibi olumsuz yüklemeler yaptığı Dersimlilerin yenilgilerini “memnuniyet içinde” duyurmuştur.

İnsansızlaştırma (Dehumanization)

Dönemin gazetelerinin öldürülen Dersimlileri haber olarak verişi Frantz Fanon’un “sömürgeci ile sömürgenin hayatının bir olmadığı” görüşünü akla getirmektedir. Fanon’a göre sömürgeci sömürgeleştirilenleri insan olarak kabul etmez. Onları “hayvan”, “sürü” gibi terimlerle açıklar. Bu yüzden sömürgecinin ölümü büyük bir dram iken sömürge insanın ölümü önemsizdir ve istatistiğin bir konusudur. Dersim haberlerine bakıldığında öldürülen Dersimlilerden “vahşi”, “insan değil”, “hayvan gibi”, “sürü”, “çapulcu”, “eşek”, “yılan”, “köpek” olarak bahsedildiği görülmektedir. Bu aşağılama ifadeleriyle “kurbanın haksız yere ölmediği”, “insan yerine konulmaması gerektiği” algısı oluşturularak kurban dehümanize edilmekte ve böylece devlet otoritesinin eylemleri meşrulaştırılmaktadır. Ayrıca harekât esnasında yaşamını yitiren askerler için “şehitlerimiz” gibi ibareler kullanılırken aynı durumdaki Dersimliler için “maktul” gibi ifadeler kullanılmakta ve fail belirsizleştirilmektedir.

Hükümetin ve Harekâtın Sunuluşu

Dönemin medyasında bir “iç düşman” (“onlar”) olarak görülen Dersim için “öteki” söylemi inşa edilirken “biz” olan devlet; “akıllı”, “medeni”, “güçlü”, “şefkatli” ve “imar edici” gibi temsil ifadeleriyle olumlanmaktadır. Basının dersim söylemine göre “Şanlı Türk ordusu nizam ve kanuna baş kaldıranlara had bildirecek kadar kuvvetli”, “Hükümet dehalet edenlere karşı şefkat ve müsamaha sahibi”, “kalkınma faaliyetlerini büyük hızla ilerletecek” ve “cahil dağlılara namuskârane çalışarak kazanmanın şerefli olduğunu ispat edecek” kadar “imar edici”, “kanun-nizam ve medeniyet öğretecek kadar” da medenidir. Dersim Harekâtı zikredilen “bu olumlu gelişmelerin hayata geçmesi için yürütüldüğünden”, harekât hakkında olumlu haberler üretilmekte ve dersim harekâtı meşrulaştırılarak hegemonize edici söylemin devamı sağlanmaktadır.

Medyanın Dersim söyleminde hükümete karşı tutumu genel olarak hükümetin olumlu eylemlerini vurgulama ve abartma, olumsuz eylemlerini ise gizleme veya çarpıtma şeklinde olmuştur.

“Türkiye’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanları da oralarda bırakmayacağız. Geniş Türkiye’mizde onlara mesut topraklar bulacağız. Binlerce işçi geçindirecek olan endüstri merkezlerimiz, münbit ve müsait topraklarımız birçok yurttaşımızı iptidaî bir hayata mahkûm olmaktan kurtarmamızı kolaylıkla mümkün kılar” (Akşam, 25 Teşrinisani 1937).

Celal Bayar’ın Akşam ve Kurun gazetelerinde yer alan bu açıklaması olumsuz bir durumun olumlu olarak sunulmasına örnektir. Haberde yer alan ifadelerden anlaşılan Dersimlilerin kendi ikamet alanlarından göçertilecek olmasıdır. Ancak her iki gazete de Bayar’ın ifadelerini kendi gerçeklikleri olarak kabul ederek Dersimlilerin göçertilmesinin olumlu olacağı anlamını ima etmektedir. Gazeteler bu imayı Dersim’in olumsuzlanan şartları ve göçertilecek yerin olumlanan özellikleriyle pekiştirmektedirler. Bu iki haberde bir anlatım biçimi olarak “öfemizm”e (euphemism) başvurulmuştur. Nişanyan Sözlük’ün “hüsnü tabir” olarak çevirdiği “öfemizm” kelimesinin Türkçe karşılığı olan “örtmece” için Türk Dil Kurumu (TDK) şu tanımları yapmaktadır: 1. Söylenmesi kaba, çirkin veya sakıncalı görülen nesnelerin, kavramların, başka kelimelerle daha uygun ve edepli bir biçimde anlatılması, edebikelâm. 2. Kandırma, gizleme.

Medya, hükümeti olumlu temsil etme şekillerinden biri olarak da olumlulukların Dersimlilerin dilinden aktarılması yöntemini kullanmıştır. Buradaki amaç siyasal otoritenin Dersim söylemini asıl gerçeklik olarak temsil etmektir. Medya Dersimlilerin dilinden [hükümetin müdahalesinden sonra] “bol bol beyaz ekmek yiyoruz”, “Devletin efendimiz olmasını isteriz. Devlet efendimiz olursa karnımız doyar” şeklinde haberler yapmış, Seyit Rıza’nın yakalanması haberleri üzerine Dersimlilerin ağzından “memnuniyet” ve Seyit Rıza’nın dilinden “pişmanlık” haberleri paylaşmıştır.

Dönemin medyasının Dersim konusunda, Dersimlilerin dilinden ordu ve hükümete karşı olumlu ifadelerle okuyucuyu ikna etme stratejisi içerdiği görülmektedir. Bu da girişte değinilen iktidar lehine “rızanın üretilmesi” yoluyla hegemonyanın sürdürülmesini sağlamaktadır.

Roboskî Katliamı Karşısında İktidara Yakın Medyanın Tutumu

2011 yılında Türkiye’deki medya düzeni; muhalif basın organları ile yazarların zaman zaman haklarında davalar açılması ve işlerinden edilmeleri gibi çeşitli baskılara maruz kalsalar da 1937-38 yıllarındakine göre belirgin bir farklılık göstermektedir. İktidara karşı açık ve sert muhalefet eden medya organlarının varlığı ve medya-iktidar ilişkilerinin daha “esnek” ve “zımnî” olması en belirgin fark olarak görünmektedir. Ancak iktidar-medya ilişkilerinin arka planı söz konusu olduğunda 1930’lu yılların ilişkilerine benzer uygulamalar da görülmektedir. Örneğin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç 27 Eylül 2011 günü yaptığı açıklamada “önümüzdeki günlerde medya yöneticileri ile bir araya gelerek terör haberlerinin işlenişi konusunda dostane bir konuşma” yapacaklarını paylaşmış ve şöyle demiştir:

"Onlarla, bunun bir milli mesele olduğunu, Batı ölçütlerinde bir haber verme tekniğinin Türkiye'de de mutlaka yerleşmesi gerektiğini konuşacağım. Terör örgütünün bu kadar büyük şeyi yapabileceği konusunda adeta propagandasına yönelebilecek başlıklardan, efektlerden, haber verilişinden uzak kalınması gerekiyor. Onların da vatanperverliklerine güveniyoruz eminim beraberce müşterek bir noktaya varmış oluruz.'' (Alankuş, 2011)

Arsan’ın da Cinmen (2011)’den aktararak belirttiği üzere savaş/çatışma dönemlerinde iktidar tarafından organize edilen bu buluşmalar çoğunlukla, “haber üretim sürecini, başlığından içeriğine kadar etkilemek, bir anlamda devlet söylemini yeniden üretmek için” yapılır. Alankuş da bu uygulamaların “haber alma ve verme özgürlüğüne ancak otoriter basın rejimlerinde olacak türden bir müdahale olduğunu” düşünmekte ve bu tür toplantıların asker yerine sivil otorite tarafından gerçekleştirilmesinin medyanın bağımsız olduğu anlamına gelmeyeceğini savunmaktadır. Ayrıca Arınç’ın sözünü ettiği toplantıya katılan gazetecilerden Çongar’ın toplantının gerçekleşmesinden sonra kaleme aldığı yazı, iktidar-medya ilişkilerinde medya yöneticilerinin basın özgürlüğüne negatif etkilerini işaret etmektedir:

“… Şunu söyleyebilirim ki, Başbakan’ın ‘halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi’ yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben. Medyayı daha da ‘tektipleştirecek’ yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten. Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil, ‘Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi’ ve ‘Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz’ türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda ‘yeter sayı’ya ulaşmasındandı” (Çongar, 2011).

Çalışmanın bundan sonraki kısmında, 2011 yılında gerçekleşen ve kamuoyunda “Roboskî Katliamı” olarak bilinen olayın, özellikle hükümete yakın medya organlarınca nasıl ele alındığını ve öne çıkan söylemin mahiyetini anlamak için söylem ve yaklaşım örneklerini eleştirel bir yaklaşımla inceleyeceğiz.

Haber Olarak Görme-Görmeme

Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu (Robozik) ve Gülyazı (Bêjuh) köylerinde yaşayan 38 kişi 28 Aralık 2011 gecesi, “gayr-ı resmi” alışveriş için geçtikleri sınırın Irak tarafından Türkiye tarafına doğru ilerlerken TSK’ya ait F-16 uçakları tarafından bombardımana maruz kaldılar. 17’si 18 yaşın altında olan tamamı erkek 38 kişiden 34’ü bu bombardıman sonucu yaşamını yitirdi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın sonradan yaptığı açıklamaya göre 21.37-22.24 saatleri arasında gerçekleştirilen bombardıman, Twitter, Facebook ve Ekşi Sözlük gibi sosyal medya kanallarından gece boyunca paylaşılmış olmasına rağmen, ertesi gün Şırnak Valiliği’nin saat 08.00 ve Genelkurmay’ın 11.50’deki resmî açıklamalarına kadar ana akım medya tarafından ağırlıklı olarak görülmedi. Bu resmî açıklamalara kadar olayı haber olarak “görmemeyi” tercih eden ana akım medya gün boyunca resmî açıklamaları paylaştılar.

Haber olarak görmeme yahut resmî açıklamanın dışına çıkmama konusunda gösterilen hassasiyete bir örnek olarak CNN Türk televizyonunda yayınlanan Medya Mahallesi isimli programda o gün konuşulanlar dikkat çekicidir. Alkan’ın haberine göre[3] sunucu Ayşenur Arslan’ın "çok kötü bir haber aldıklarını” duyurmasından sonra “haber kanalları girer mi bilmiyoruz ama biz biraz sonra ayrıntısıyla vereceğiz" demesi üzerine reji odasına giren kanal yöneticisi, Arslan’ın kulağındaki kulaklığa “Uludere olayına girmeyin! Bu haber verilmeyecek” diye müdahalede bulunmuş, ancak Arslan bunu dikkate almayarak program konuğu Can Dündar ile konuyu konuşmuştur. Arslan’ın açıklamasına göre[4] kanal yöneticisi Ferhat Boratav “Resmî açıklama gelmeden haberin verilmemesini” istemiş, Arslan’ın “Valilik açıklama yaptı” cevabı üzerine Boratav “Genelkurmay’ın resmî açıklamasını beklediklerini” belirtmiştir. Adı geçen programda Dündar, “televizyonların bu haberi 12 saattir vermemiş olmasını” ve “resmî açıklama beklenmesini” eleştirmiş medyadaki oto-sansürden yakınmıştır.

Ana akım medyanın haber vermek için resmî açıklamaları beklemeleri, sonrasında da resmî açıklamaları kendi gerçeklikleri olarak kamuoyu ile paylaşmaları iktidar-medya ilişkilerinin iktidar lehine bir söylem ürettiğini göstermektedir.

Tanımlama

2011 yılında, 1930’lu yıllarda yürütülen “inkâr ve asimilasyon politikası” terk edilmiş olduğundan Roboskîlilerin etnik aidiyeti bir tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Ayrıca Roboskîliler iktidar mensupları ile aynı dinî inanç grubuna mensup olduklarından inanç söylemi üzerinden ayrıştırıcı tanımlama öne çıkmamıştır. Bu hususlar “biz” ve “onlar” ayrımlarını esnetmiş olsa da bu ayrımlara zaman zaman Dersim Katliamı haberlerinde olduğu gibi yine başvurulduğu görülmüştür. Ancak bu ayrımlar Dersim haberlerinden farklılık göstermektedir. Dersim Katliamı haberlerinde ötekileştirilen “onlar” özelde isyancıları, genelde de bütün Dersimlileri kapsamakta ve bu söylem sürekli yeniden üretilirken, Roboskî Katliamı’na ilişkin haberlerde Roboskîlilerin “biz” grubuna dâhil edilirken “onlar” söyleminin Kürt Siyasal Hareketi’nin silahlı ve sivil bütün unsurlarını kapsamakta ve sadece onlarla sınırlı kaldığını göstermektedir. Örneğin 2 Ocak 2012 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yer alan Abdulkadir Selvi imzalı köşe yazısında[5] bu ayrım belirgin olarak görülmektedir. Bu paylaşımlarda köylüler, “onlar” olmaktan çıkıp “Türk Milleti’nin başı sağolsun” ifadeleri olarak haberleştirilmek suretiyle “biz” kategorisine dahil edilirken Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekili Hasip Kaplan; “Kaplan’ın kışkırtmaları”, “kaymakama linç girişiminde bulunanların Hasip Kaplan’ın adamları olduğu” gibi ifadelerle “onlar” sınıfına dahil edilmiştir.

İnsansızlaştırma (Dehumanization) ve Öfemizm

Resmî açıklamalardan sonra bombardımanla ilgili haberler geçmeye başlayan ana akım medya, yaşanılanları çoğunlukla öfemizme başvurarak paylaşmayı tercih etti. Örneğin Valilik açıklamasından sonra haber Anadolu Ajansı (AA) tarafından arşivden alınmış karlı dağları gösteren bir fotoğraf ve “Irak sınırındaki olay” başlığı ile duyuruldu.[6] Devlet heyetinin köyden bir evi ziyaretini de haber yapan AA, heyetin “Irak sınırındaki olayda hayatını kaybedenlerin aileleriyle bir araya gelerek taziyelerini ilettiğini” duyurdu. Sonraki günlerde iktidara yakın söylem içinde olan yayın organlarında haberler genel olarak bu söylem kalıpları içinde kalınarak servis edildi. Ayrıca öne çıkan bir başka nokta olayda “kaza yahut hata” mı yoksa “kasıt” mı olduğu tartışmalarıydı.

İktidara yakın medyada, Roboskî söylemi özelinde üç belirgin tutumun öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi “havadan bombardıman ile öldürülmüş insanlar” haberinin örtmece tekniğine başvurularak “Irak sınırındaki olay” şeklinde verilmesidir. Öfemizm, TDK’ya göre “sakıncalı” kelimeler yerine daha “uygun ifadelerle” anlatılması, aynı zamanda olayın gerçekliğini “gizleme” ve okuyucuyu “kandırma” anlamına da gelmektedir. İkinci tutum olarak olayda failin gizlenmesi öne çıkmaktadır. “Irak sınırındaki olayda hayatını kaybedenler” söyleminde hayatını kaybedenlerin neden kaybettikleri anlaşılmamakta, fail de gizlenmektedir. Üçüncü olarak belirgin olan tutum ölenlerin “kaçakçı mı terörist mi” ya da öldürülmelerinin “kaza veya hata mı yahut kasıt mı” olduğu tartışmalarında görünür olmaktadır. Heron görüntülerinin o gece tespit ettiklerinin insan olduğu ve bombardımanın insanları hedef aldığı bilinmektedir. Ancak tartışmalarda “hata mı, kasıt mı” ve “kaçakçı mı terörist mi” ayrımlarının sivil insanlarla silahlı militanlara dair bir ayrım olduğu görülmektedir. Bu söylem, öldürülenler eğer silahlı PKK mensubu olsalardı operasyonda “kasıt” olduğu ve öldürülenlerin “insan” değil “terörist” olduğu sonucuna ulaştırmakta, durumu insansızlaştırmaktadır.

PKK ve Hükümetin Sunuluşu

Roboskî Katliamı’nın medyada yer aldığı süre boyunca iktidara yakın bir söylem içinde olan medya organlarının haberlerinde yukarıda bahsedilen “biz” ve “onlar” ayrımlarının da bir sonucu olarak; kötülüklerin merkezinde “onlar” olan PKK bulunmakta, “biz” olmasının neticesi olarak da siyasal otoritenin hata ve yanlışları yumuşatılarak yansıtılmakta, çoğunlukla olumlanmaktadır. PKK ile ilgili haberlerde genel olarak olayın kabahati doğrudan yahut dolaylı olarak örgütün üzerine yıkılmakta, Roboskî Katliamı’nın sürekli gündemde tutulmasının “örgüte yaradığı” işlenmektedir.

Örneğin; Yeni Akit gazetesi 14 Ocak 2012 günü “34 Köylüyü PKK Bombalattı” manşetiyle çıkmış, Zaman gazetesi 3 Ocak 2012 günü TRT Haber’den alıntıladığı haberi “PKK'nın Uludere sevinci: 5 karakol bassak bu kadar etki etmezdi” spotuyla duyurmuştur. Yeni Şafak 30 Ocak 2012 tarihli manşetinde Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan öncülüğünde katliamın yaşandığı köye bir “Şefkat Harekâtı” başlatılacağını haber vermiş, ziyaretin yapıldığı haberini de 7 Mart’ta “Anne Şefkati” manşetiyle duyurmuştur (Ruhavioğlu, 2013). Harekât sözcüğü TDK’ya göre askerî bir terimdir ve “Belli bir amaç gözetilerek bir askerî birliğe yaptırılan manevra, çarpışma, çevirme, kovalama vb. işler” anlamına gelmektedir. Ayrıca “şefkat genelde ast olana gösterilen bir duygu hali” (Baran, 2014) olduğundan ilişkide ast-üst hiyerarşisini üretmektedir. Gazetelerin bu ziyareti haber olarak verişleri devlet politikalarının meşruiyet kazanacağı ve söylemin iktidar lehine olumlanacağı bir biçimde olmuştur. Bu da iktidar söyleminin söz konusu gazetelerin söylemini belirlediğini göstermektedir.

Dersim söyleminde öne çıkan “şefkat” yaklaşımının yanında devletin “imar edici” olduğu söylemi de Roboskî sürecinde zaman zaman kullanılmıştır. Devletin mağdur ailelere 100.000 TL yardım yapacağı ve ailelerin “Terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması” kanunundan faydalandırılacağı haberleri dolaşımda tutulmuş, ailelerin bu paraları almayı reddettiği haberleri çoğunlukla verilmemiştir.

Akşam gazetesi 24 Aralık 2012 tarihinde Özkan Tamirak imzalı “Uludere Devletle Barıştı” manşetiyle[7] çıkmış, köylülerin “PKK baskısına rağmen devlete sırtlarını dönmedikleri” spotuyla verdiği haberde devletin “yara sarma harekâtının” dökümünü paylaşmıştır. Haber devletin “Uludere halkının gönlünü almak için bir yılda 36 projeye imza attığını, 12 milyon TL harcadığını” bunun karşılığı olarak da “Uludere’nin devletle barışmış” olduğunu anlatmaktadır. Köydeki okulların “çevre düzenlemeleri” ve “ailelere fidan hibe edilmesi” gibi projelerin de dâhil olduğu maddelerin ikisi dışında tamamının maddi karşılığı olan projeler olması “imar edici devlet” söylemini yeniden üretmektedir.

Sonuç

Türkiye’de medyanın 1930’lu yıllardan bugüne çeşitli değişimler geçirdiği, medyada tek blok görünümünün değişmiş olduğu ve bugün çok sesli bir medya düzeninin var olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra benimsenmiş olan “herkesin Türk olduğu” kabulü ve bunun neticesi olan inkâr ve asimilasyon politikalarının değişmiş olduğu görülmektedir. Dersim ve Roboskî katliamı mağduru olan Kürtlerin “öteki” olarak tanımlanmaları durumu görece değişmiş, geçmişe göre “biz” sınıfı Kürtleri de içine alacak şekilde genişletilirken “onlar” sadece PKK ve ona yakın olanlarla sınırlandırılmaktadır. Ancak iktidar ile medya ilişkileri dönemsel farklılıklara rağmen benzerlikler de göstermektedir. Örneğin bugün, siyasal otoritenin geçmişteki söylemi değiştiği için medyanın da bu paralelde söylem ürettiği görülmektedir. Bu iktidar ile medya söyleminin belirgin bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir.

1937-38’de gerçekleşmiş olan Dersim Katliamı ile 2011 yılında yaşanmış olan Roboskî Katliamı hakkında dönemlerin iktidarlarına yakın medya organlarının söylemine bakıldığında söz konusu medyanın kriz dönemlerinde “resmî açıklama” gelinceye kadar haberleri görmeme eğiliminde oldukları, resmî açıklama geldikten sonra da onu kendi gerçeklikleri olarak kamuoyu ile paylaştıkları görülmektedir. Hem Dersim hem de Roboskî söyleminde medyanın olayla ilgili haberleri paylaşırken öfemizme başvurduğu, failleri gizlediği ve “öteki” olanı “insan dışı” olarak tanımlayarak ölümlerini sıradanlaştırdığı görülmektedir. Dersim Harekâtı “kasıtlı” olduğundan dönemin medyası zafer dilini kullanırken Roboskî hakkında iktidara yakın bir söylem benimseyen medya tarafından devlet memurlarının fail, devlet yetkililerinin sorumlu olduğu bir katliamda; devlete karşı oluşması muhtemel duygusal kopuşun önünün alınması, bu olayın gündeme taşınmasının “öteki” olan “terör örgütünün” sevincine sebep olacağından dolayı bundan geri durulması, köyün bir korucu köyü olması hasebiyle köylülere PKK ile aralarındaki mesafenin hatırlatılması gibi gerçeğin devlet lehine manipülasyonu için çaba gösterildiği görülmektedir.

Olayların mağdurlarını tanımlama konusunda dönemlerin söylemi arasında farklar olsa da oryantalist yaklaşımın değişmediği söylenebilir. Devletin “imar edici” ve “şefkatli” olduğu hem ast-üst ilişkilerini yeniden üretmiş hem de “doğulu” olanın “geri kalmış olduğu” kabulü ile self-oryantalizme başvurulduğu görülmüştür. Sonuç olarak devlet algı ve politikalarının kitlelere sunulması ve benimsetilmesinde medyanın azımsanmayacak rolü olduğu, medya-iktidar ilişkilerinin iktidar politikalarına meşruiyet kazandırma lehine netice verdiği ve iktidarın hegemonize edici söylemini yeniden ürettiği görülmektedir.


Kaynakça

Alankuş, S. (2011, 27 Eylül). Medyaya "Arınç eğitimi" değil, barış gazeteciliği gerek. Bianet. http://www.bianet.org/bianet/bianet/132997-medyaya-arinc-egitimi-degil-baris-gazeteciligi-gerek

Arsan, E, (2014). Savaşı ve barışı çerçevelemek: Türk ve Kürt basınında “öteki acının” tanıklığı. Y. İnceoğlu ve S. Çoban (drl.), Azınlıklar, ötekiler ve medya içinde (s. 144-166 ). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Baran, T. (2014). 1937-1938 yılları arasında basında Dersim. İstanbul: İletişim Yayınları.

Bauman, Z. (2013). Soyolojik düşünmek (9. baskı, çev. A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Cinmen, I. (2011, 27 Eylül). Genel Yayın Yönetmenimiz Bülent Arınç! Bianet. http://www.bianet.org/bianet/siyaset/132993-genel-yayin-yonetmenimiz-bulent-arinc

Çifci, Y. (2013). Self Oryantalizm ve Türkiye’de Kürtler. Ankara: Orient Yayınları.

Çongar, Y. (2011, 21 Ekim). Millî’ gazetecilik ve ‘gayrımillî’ hislerim. Taraf gazetesi. http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/yasemin-congar/milli-gazetecilik-ve-gayrimilli-hislerim/18256/

Fanon, F. (2009). Yeryüzünün Lanetlileri (çev. Ş. Sürev). İstanbul: Versus Kitap.

Ruhavioğlu, R. (2013). İslamî medyanın Roboskî imtihanı. Bilge Adamlar Dergisi, 33. sayı, (s. 115-119.)

 


[2]Dersim Katliamı ile ilgili bilgi mahiyetindeki veriler ile dönemin gazete haberleri aksi belirtilmedikçe şu kaynaktan alınmıştır: Taha Baran. (2014). 1937-1938 yılları arasında basında Dersim. İstanbul, İletişim Yayınları.

[6] Bkz. http://www.aa.com.tr/tr/s/8761--irak-sinirindaki-olay adresinden 28 Şubat 2015 (Son erişim tarihinde (28 Şubat 2015) haber içeriğinde kullanılan ilk fotoğrafın değiştirilmiş, haberin de güncellenmiş olduğu görülmüştür.)