Suçlu Üniversite Hastaneleri mi? Bir Acil Durum Seslenişi

Daha önce bir iki kez yazdığımız ve birçok gazetede çıkan haberlerden hemen herkesin bildiği üzere, üniversite hastanelerinin hemen hepsinde halkın bilimsel ve insancıl yani güvenli sağlık hizmet almasını tehlikeye düşüren ama aynı zamanda bu hastanelerin temel amaçlarından olan öğrenci ve asistan eğitimini olumsuz etkileyen bir mali kriz yaşanıyor. Geçen hafta yalnızca bu konuya ayrılmış bir akademik kurulun moral bozucu havasını solumuş bir öğretim üyesi olarak yaşadığımız gerçekleri iyi niyetle, yani çözüm arayışı ve açıklıkla paylaşmak istiyorum.Cevaplamamız gereken temel sorular Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın sürekli tekrarladığı gibi üniversite hastanelerindeki mali kriz bu hastanelerin kötü yönetilmesinden mi kaynaklanmaktadır? Yani suçlu üniversite hastaneleri midir? Yoksa bu krizin arka planında üniversite hastanelerine uygulanan “çifte standart”, dolayısıyla başka bir yaklaşım mı vardır? sorularıdır.

Bilindiği gibi üniversite hastaneleri eğitim ve araştırma amacıyla kurulmuş, bu temel görevlerin yanı sıra yüksek nitelikli yani üçüncü basamak sağlık hizmeti üreten kuruluşlardır. Yani bu hastaneler hem birinci ve ikinci basamak sağlık hizmeti sunan kurumlarda çözülemeyen komplike sorunları halleden, dolayısıyla daha yüksek maliyetli sağlık hizmeti üreten, hem de bu hizmeti herkesin güvenle alabilmesini garanti eden kurumlardır. Zaten son yıllardaki özel sağlık kurumu sayısındaki artışa ve bu kurumlar tarafından yürütülen yoğun “halkla ilişkiler” kampanyalarına rağmen halkımızın büyük çoğunluğu üniversite hastanelerini tercih etmektedir. Bu hastanelerde kendilerine sunulan hizmetin, yapılan tetkiklerin ve her türlü girişimin gerisinde tıbbi gerekçelerden başka bir gerekçe olmadığını bilmektedirler. Hiç kuşku yok bu hastanelerde de sağlık hizmetlerindeki piyasa egemenliğinin yozlaştırıcı etkileri vardır ama bunun en düşük düzeyde kaldığı da bir gerçektir. Dolayısıyla üniversite hastaneleri varlıkları ile ülkemizdeki sağlık ortamında kamunun düzenleyici etkisi için temel güvencedir, ayrıca sağlık hizmetlerinin tamamen piyasa egemenliğine girmesi önündeki en önemli engeldir. Bu durumda bir devlet/hükümet politikası olarak üniversite hastanelerinin korunması, güçlendirilmesi, sorunlarına iyi niyetle eğilinmesi beklenir. Oysa son 2-3 yılda uygulanan politikalar neredeyse tam tersi sonuçlara yol açmış, birçok üniversite hastanesi “piyasa” karşısında aciz duruma düşürülmüş, hastane yöneticileri vakitlerinin çoğunu para bulma veya “haciz” işlemlerinin ötelenmesine harcamak durumunda kalmış, daha acısı ve tehlikeli olanı ise bu hastanelerin koridorlarında “zarar ettiren ameliyatların veya tıbbi işlemlerin yapılmaması” ciddi ciddi konuşulmaya başlanmıştır. Peki bu duruma nasıl gelinmiştir?

Bilindiği gibi ülkemizdeki sağlık harcamaları son 3-4 yıldaki politikalar ( özel sağlık kurumlarına sevkin kolaylaştırılması, SSK ve yeşil kart kapsamındaki hastaların serbest eczanelerden ilaç alabilmesi, sağlık personeli için “performans” adı altındaki para ile motivasyon yaklaşımları vs) ve bunların hızlı/plansız uygulanması nedeniyle hükümeti birkaç kez tasarruf önlemleri almaya zorlayacak kadar artmıştır. Bu artış büyük ölçüde ilaç harcamalarından kaynaklanmış ve ilaç harcamalarının toplam harcamalar içindeki payı hem Sağlık hem de Sosyal Güvenlik Bakanlarını “ endişelendiren” % 45 civarına ( 2006’da 9 milyar YTL ilaç harcaması yapılmıştır örneğin) yükselmiştir. IMF uyarılarının da yoğunlaşması ile hükümet bir dizi “tasarruf” önlemi almış ve önlemler esas sorun olan ilaç harcamalarını azaltmaktan çok başta üniversite hastaneleri olmak üzere kamu hastanelerinin daha ucuza hizmet “satması”nın dayatılmasına dönük olmuştur. Son iki yılda örneğin Bütçe Uygulama Talimatnamesi ile belirlenen tıbbi işlem fiyatları % 50 dolayında ve keyfi olarak düşürülmüş ( örneğin kan sayımı fiyatı 15 YTL’den 3.3 YTL’ye düşürülmüştür), özel sağlık kurumları kamunun ödemediği tutarı hastanın cebinden alırken üniversite hastanelerinin eli kolu bağlanmış ve dolayısıyla gelirleri % 60 oranında azalmıştır. Aynı dönemde üniversite hastanelerinin döner sermaye giderleri yine hükümetin aldığı kararlarla ( Hastanelerin öğretim üyeleri ve asistanlar dışında bütün personel ihtiyaçlarının döner sermayeden karşılanması, Tıp Fakültesi yatırım bütçesinin kaldırılması, asistanların nöbet ücretlerinin döner sermayeden ödetilmesi vs) belirgin ölçüde artmıştır.

Bunların dışında Üniversite Hastanesi döner sermaye tahsilatından (yani kasaya giren her türlü paradan) her ay % 15 Hazine payı, % 5 araştırma fonuna olmak üzere % 20 kesinti olmaktadır. Bu uygulama devlet hastanelerinde yoktur. Bu kesintiyi vergi olarak isimlendirecek olursak örneğin Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 2006 yılında 16 Trilyon TL vergi ödemiştir ve bu miktarla Kocaeli’deki kurumlar vergisi sıralamasında ilk 3-4 arasına girebilmektedir.Benzer şekilde öğretim üyelerinin dolaylı olarak ödedikleri toplam vergi yıl sonunda gelirlerinin % 50’sine ulaşabilmektedir. Bütün bunların üstüne ise son yıllarda Üniversite Hastanesi Faturalarına SSK tarafından % 15’e varan kesintiler uygulanması, fatura ödemeleri için getirilen formaliteler yüzünden asistanların vakitlerinin çoğu epikriz yazma vs gibi işlere harcanması gibi sorunlar eklenmiştir.

Sorunlar anlatılmayacak kadar çoktur ve bütün gelişmeler üniversite hastanelerinde “kıstırılmışlık” hissine yol açmakta ve hükümetin bu hastanelere para alırken “işletme” gibi davrandığı, buna karşın para öderken kamu kurumu gibi davrandığı gözlenmektedir. Özel hastanelere ödemelerin çok daha az kesinti ile ve daha hızlı yapıldığı yolundaki bilgiler giderek hükümetin üniversite hastanelerine “hasım” gibi davrandığı yorumlarına neden olmaktadır.En baştaki sorulara geri dönecek olursak Üniversite Hastanelerindeki mali krizden büyük ölçüde hükümetin uygulamaları sorumlu görünmektedir ve konunun başbakan düzeyinde ele alınarak acilen bu hastanelerin rahatlatılması, örneğin en azından döner sermayeden alınan hazine payının kaldırılması, kamu ödemelerinin düzenli yapılması sağlanmalıdır. Aksi durumda Üniversite Hastaneleri tıbbi uygulamalarını parasal gerekçelerle yönlendiren, giderek toplumun güvenini kaybeden “itibarsız” kurumlar haline dönüşeceklerdir. Bunun sağlık hizmetlerindeki özelleştirmeyi kontrolsüz hale getireceğini ve dolayısıyla sağlık harcamalarının tehlikeli boyutlara ulaşmasına neden olacağını bilmem söylemeye gerek var mı? Hükümetin niyeti bu değilse acilen önlem almalıdır ve bu yazı da bir “acil durum seslenişi” olarak okunmalıdır.