Kimse Dokunamaz Hoyratlığımıza...

Biz kırıldık daha da kırılırız
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle barış arasında
Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza

Cemal Süreyya

Hukuk, adalet ile arasındaki bağı devlet merkezli bir statünün rüşvet yerine geçtiği bir alacak- verecek ilişkisi gibi, devlet nezdinde yoksul kalanların kündesi olarak işletiyor. Kimlerin bu adaletin muhatabı olabileceğinden daha çok, kimlerin adaleti hak etmeyenler önyargısında can çekiştiğini ezberliyoruz. Hukuk, fikirlerine siyaset tezahür edenleri görmek istemiyor; “siyasallaşan Kürtler ise” Orhan Miroğlu’nun deyimiyle “kriminal addedilen” bir halk olarak suçun sözkonusu olduğu yerde başvurulacak ilk kaynak olarak listedeki yerini çoktan almış. Bu listeler “sınıfın konuşanlar listesi”dir bir nevi, sıra dayağından geçeceklerin listesi. İşte bu yüzden işkenceden konuşmak için dayaktan önce “sıra”yı konuşmak ve listenin önünde duranlar -siyasi suçlular, özellikle de Kürtler ve sosyalistler- üzerine anlattıklarımızın, toplumun üyeleri olarak aramızdaki bağı hatırlamak açısından taşıdığı öneme sahip çıkmak gerek. Devletin koordinatları içinde düşünmeyen, “devlet merkezli bir toplumun” (Ahmet İnsel) üyesi olmayı reddeden bireyler olarak, haktan haksız yere mahrum edilenlerin ahvaline ortak olmakta daha fazla gecikemeyiz.

Mehmet Desde… 2002’de babasının cenazesini nakşetmek için Türkiye’ye gelinceye kadarki sürede Almanya’da yaşayan ve geldiğinden bu yana çetrefilli bir hukuk mücadelesi veren Desde’nin yaşadıkları, ‘80’den itibaren iyiden iyiye hoyratlaşmış güvenlik zümresinin hukuku nasıl ehlileştirdiği konusunda bizleri bir kez daha uyarıyor. Desde’nin “kafalardaki yasalar” dediği fiiliyat, olayı değerlendirirken yazılı hukuk üzerine konuşmayı engelliyor: DGM’lerin yerine Ağır Ceza mahkemelerinin getirilmesine rağmen davaya bakan heyet değiştirilmiyor; tutuklama yerine yurtdışına çıkış yasağı konarak zorunlu ikamet uygulanıyor; silahsız terör örgütleri için “uydurulan” manevi cebir kullanan terör örgütleri ifadesiyle hukukun “geriye yürütülmesinin” yolları aranıyor; olay sırasında İzmir’de görevli bulunan sanığa, İzmir’e yaklaşık 100 kilometre uzaklıktaki Aydın Emniyet Müdürlüğü’nde bir göreve atandığı gerekçesiyle, mahkemeye gelmesi için celp çıkarılmıyor; Desde’nin Türkçe bildiğini ve arkadaşlarla kalmak istediğini bildiren dilekçesine olumsuz yanıt verilerek “Alman vatandaşı olması gerekçesiyle” dört ay tek başına bir hücrede tutularak tecrit uygulanıyor ve en kötüsü bozulacağı belli olan bir karar verilerek davanın uzaması sağlanmaya çalışılıyor. Fiiliyatın her bir ihtimali sanık aleyhine nasıl ustalıkla kullandığı üzerine daha fazla örneğe gerek yok sanırım. Emrivaki bir hukukun -“listenin başında duranlar”dan olmaya görsün- hemen herkesi emtiası formuna tabi tutarak ilene ilene yaptığı yargılama ise hukuku sakatlıyor. Peki karara hükmedilmesinde hangi istinada dayanılıyor? Desde’nin avukatı, emanet makbuzunda belirtilen malzeme, telefon kartları, örgütsel içerikli yayınların ele geçirildiği iddia edilmiş ise de, bu iddiayı kanıtlayıcı bir delilin dosyada mevcut olmadığını belirtiyor. Diğer yandan yargılamanın gazetelerin sanıklar hakkında dayanaksız suçlamalar yayınladığı bir siyasi ortamda gerçekleşmesi nedeniyle sanıkların, bu tür haberlerin arkasında polisin olduğu yolundaki şikayetleri de dikkate alınmıyor. Emniyetteki sorgulama süreci de yargılamadaki bu tarafgirliğin sinyallerini veriyor zaten. Desde’nin anlattıklarından “Bölücü Terörle Mücadele Şube Müdürü” yazılı tabelanın olduğu bir odaya alındığını öğreniyoruz. Bölücü terörün ne olduğunu polisin dilinden anlamak için Hurşit Çakmak’ın Polis Dergisinin 40. sayısında yazdığı makaleye göz atalım:

“Politik şiddet yoluyla siyasi ve sivil toplum örgütlenmesine yönelip, bir yöntem olarak... sivil itaatsizlik ve kamu vicdanına çağrı yolunu seçmiş olan. Meşru ve demokratik mücadele biçimi olarak sivil itaatsizliği terörün sınırlarına hapseden mantıktan yola çıkarak hemen her örgütü terör sınırında algılayan bilince de ulaşıyoruz. Terör örgütü kategorisine dahil etmek için 'manevi cebir' ifadesini keşfeden kabul, kendi uyguladığı şiddetin terör dahiline girmesine ise bir sınır koymuyor: Toplumsal yapımız, yetiştirilme tarzımız ve hayati algılamamız çerçevesinde zor ve güç durumda kalan kadın ve çocukların polis tarafından coplanması, zor ve şiddet altında insanların yerlerde sürüklenmesi sahneleri ile ortada bir ‘devlet terörü var’ imajı yaratılmış.”

Devlet terörüne ilişkin fikir edinmek için Desde davasına dönelim. Şube Müdürü Desde’ye işkenceye dayanıp dayanmayacağını sorarken bakın neler söylüyor: “Şimdi seni soyacaklar, biz hepimiz erkeğiz, bu duruma dayanamayız.” İşkence’nin devraldığı cinsiyet rollerinde tecavüzle tehdit edilenlerin, kadın ya da erkek olduğuna bakılmaksızın kadın/kadınsı muamelesine -üstelik de bir hakaret olarak- muhatap tutulduğunu biliyoruz. Cinsel şiddetin çoğunlukla siyasal suçlulara uygulanması ise işkencenin bir siyasi yöntem olarak nasıl işlediğine ilişkin bilgi veriyor. Desde olayında bir jandarmanın “bunların mesleğini ‘vatan haini’ diye yazalım” patavatsızlığını da bu ilişki içerisinde yorumlamak gerekiyor. Devamını Mehmet Desde’den dinleyelim: “Kalk ulan ayağa, soyun diye bağırıyorlar. Beni zorla domal pozisyonuna getiriyorlar. İçlerinden biri cop sokalım diyor. Anüsüme göremediğim sert bir cisim sürüyorlar. İşkencecilerden biri hayalarımı sıkmaya başlıyor. hakaret ediyorlar, ‘Bunlar hepsi ibne, birbirlerinin karılarını ayarlıyorlar’ diyor biri.” Diğer sanık Maksut Karadağ ise kendisine ve gözlerinin önünde eşine tecavüz edilme ile tehdit edildiğini ekliyor. Buna karşın savcı işkence sanıklarının “üzerlerine atılı” suçu işlediklerine ilişkin dosyada yeterli kanıt ve delil olmadığından dolayı beraatlerine karar verilmesini istiyor, mahkeme Heyeti savcının istemine uyarak sanıkların beraatlerine karar veriyor. Nihayetinde geçtiğimiz günlerde Yargıtay da bu kararı onadı. Oysa Ege üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin verdiği raporda geçen “aradan geçen zaman gözönüne alınarak, işkence bulgusu oluşmuş olsaydı bile kaybolmuş olabileceği, başın sol ön alt kısmındaki iyileşmiş yara bezesinin yaranın özelliklerinin kaybolması nedeniyle, ne ile ve ne zaman oluştuğunu söylemenin tıbben mümkün olmadığı” ifadeleri bize başka şeyler anlatıyor. Desde’nin “Polisler hakkında dava açılması, işkence gördüğüme dair raporların varlığı, Mahkeme Heyetinin dikkatini çekmedi. İşkence davasının sonuçlanması bile beklenmedi.”sözleri de çoktan verilmiş bir hükmün sözcülüğünü üstleniyor zaten. Polisin dediği, ezberden, önce savcının sonra mahkemenin diyeceği oluyor. Polis de ne diyeceğini evvelden biliyor besbelli. Tunceli isminden bir memleket yerine siyasi bir şubeyi anlamak, her bir Kürdü gayriresmi sorguya kapalı hoyratlığın alanı olarak kullanmak ve sosyalizmin s’sini duyunca ortadan kaldırmaya kalkışmak kime ne denileceğini gelenekselleştiren bir devlet kullanımına tekabül ediyor çünkü.

İşkencecilere verilen her beraatın işkenceye yapılan bir bağış olduğunu bilerek, hukukun hakkaniyeti dışarıda bırakan bir cetvel gibi kullanılmadığı yargılama kabiliyetinin adalet adına sözü üstlenmesi gerekiyor artık. Devleti yeknesak kullananlar içinde foyası ortaya çıkanlarla affetmek yollu bir uzlaşma sağlaması için söylenen “Türk Milletinin Yumuşak Gönüllülüğü” marşının, “Devletin Yumuşak Karnı”nda cirit atanları cezalandırmak için terk edilmesi vatandaş olmanın asıl koşuludur şimdi.

Polis Dergisi’nin 42. sayısında Ahmet Apan’ın, Peel’in “Polisin halk, halkın da polis olduğu geleneksel gerçeğini sağlayan şey, her halükarda halk ile ilişkileri iyi tutmaktan geçer.” sözlerini referans gösterirken işaret ettiği “çağdaş polislik” mantığı, yarın öbürgün sadece güvenlik adına birbiri ile ortaklaşan vahşi bir toplumun ayrıklığını gözler önüne sermiyor mu? Bu mantıkta ilerleyen bir polisliğin kendini layık göreceği halk tasviri hangimizi korkutmuyor ki? Sadece birkaç yıl önce yazılan bu sözler, “ülkenin en batısında, seciyesinden Türk olan ve ideolojik olarak ‘tertemiz’ bir halk” imajıyla güvenlik zümresinin geçebileceği ve fakat halkın birbiri arasındaki geçişkenliği topyekün yasaklayan formülü ile paranoyakça bir tedirginliği mi çağrıştırıyordu; hiç sanmıyorum! Bakın devamında neler söylüyor Apan:

“Halkla olan ilişkilerin iyi tutulmasının amacını da hemen açıklayalım: Toplum Destekli Polislik”.

Bu çıkarcı denklemden sızan ispiyoncu halk tasviri herkesi birbirine karşı işleyedursun, “Susmayacağım, bedeli ne olursa olsun haykırmaya devam edeceğim” diyen Desde’nin söylediklerine ortak olarak hukuk dahilinde davranmayan karar vericilere rağm etmek için dayanışmak hala elimizde!