Aşırı Sağdan Ulusal Sola

Türkiye’de İncil basıp dağıtan bir yayınevinin Malatya’daki şubesini basan, muhtemelen miliyetçi ve dindar beş genç, çalışanlara işkence edip, onları ekmek bıçaklarıyla öldürdüler. Boğazları kesilerek ölen ve ağır yaralananlar, Protestan Kilisesine bağlı olarak faaliyet gösteren bir kuruluşun çalışanlarıydılar. Aralarında protestanlığa geçmiş Müslümanların, mesleği Almanca-Türkçe çevirmenlik olan ve Türkiye’de birkaç yıldan beri yasal biçimde ikamet etmekte olan bir Alman yurttaşının ve belki orada sadece çalışmak için bulunanların yer aldığı maktul listesi, rahip Santori ve Hrant Dink cinayetlerinden sonra hepimizin yüzüne bir şamar gibi indi. Bir yandan modern ve laik, diğer yandan Müslüman dünyaya örnek olmasıyla her fırsatta iftihar vesilesi yaptığımız bu ülke, ‘gavur’ oldukları ve bunu görünmez kılmaya çalışmadıkları için öldürülenleriyle de dünyada mümtaz bir yer işgal ediyor.

Trabzon’da rahip Santori cinayetine giden yola döşenen dinsel ve ırkçı nefretin üzerine gidilmedi. Olay sıradan bir cinayet olarak gösterildi, cinayeti azmettirenler gizlendi. Rahiplik görevini icra etmekten başka bir suçu olmayan Katolik papaz, yüzde 99’unun Müslüman olmasıyla iftihar edilen bu ülkede, ‘misyoner faaliyetlerinin’ oluşturduğu iddia edilen yakın ve büyük tehlikeyi teşhir ederek siyasal itibar ve parasal gelir elde edenlerin icraatlerine kurban verildi. O cinayet sonrasında, işin arkasında dinî-milliyetçi bir saik bulunmadığını göstermek için bazı yayın organları ve yerel mülki sorumluların nasıl çırpındıklarını hatırlarsınız. Bunların yanında bazı kentlerde kiliselere saldırılar düzenlendi. Her fırsatta misyonerlik faaliyetleri lanetlendi. Ardından Hrant Dink’in göstere göstere katledilmesi geldi. Bugün dahi, bu iki cinayet arasındaki azmettirme veya etkileme bağlarını bilmiyoruz. Daha doğrusu bilmememiz sağlanıyor.

Türkiye’de Müslümanlık propagandası yapanları, İslami tebliğ faaliyetlerinde bulunanları sevecenlikle karşılayan muhafazakar-milliyetçi çevreler, benzer bir faaliyeti Hıristiyanlık için ve çok daha sınırlı biçimde yapanlara karşı birden saldırganlaşıverirler. Ama daha dikkat çekici olan olgu, bu muhafazakar-milliyetçi çevrelerin misyoner faaliyetleri karşısında saldırganlaşmasını, diğer konularda onlarla kanlı bıçaklı olan laikçi çevrelerin de genellikle anlayışla karşılamalarıdır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda yer alan ittifaktır bunun nedeni ve bugüne kadar bu ittifak ‘gavura’ karşı genellikle yürürlükte kalmıştır.

Halbuki Türkiye aynı zamanda bir misyonerler ocağıdır. Türkiye’de sadece cemaatler değil, zaman zaman devlet de aktif biçimde misyonerlik faaliyetlerinde bulunur. Turgut Özal zamanında Türki Cumhuriyetlere uçaklarla Kur’an yollamak misyonerlik faaliyeti değil de, ne idi? Bugün Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu onlarca ülkede faaliyet gösteren TC devleti memurları imamlarının da, olaya o ülkenin muhafazakar-milliyetçileri gözünden bakılırsa, misyonerlik hem de resmî görevli misyonerlik faaliyeti yürüttükleri söylenemez mi? Yıllarca, Müslümanlığa geçmiş Hans veya Birgit haberlerinin gazetelerimizin birinci sayfasında iftiharla yer aldığı bir laik ülkeyiz. Bu haberler ortada ne AKP ne de onun büyük dedesi Milli Nizam Partisi varken, gazetelerde boy boy haber oluyorlardı. O zamanlar da ‘misyonerlik faaliyetleri’ yürütenler zaman zaman halkın şikayeti üzerine gözaltına alınır, basında teşhir edilirlerdi. Dinsel amaçlı olamasa da, dünynın dört bir yanında açılan okullarda yabancı çocukaların İstiklal Marşı’nı ezbere söylemesi karşısında hıçkırıklarını bastıramayanlar, ne karşısında heyecanlandıklarını zannediyorlar?

Türkiye’de her zaman milliyetçilikle dinsel fanatizm birbirlerini tamamlayan unsur oldular. Bugün dahi, muhafazakar partilerin dinsel tınılısından milliyetçi vurgusu ağır basanına kadar hepsinin seçmen tabanları arasında var olan büyük geçişkenliğin en büyük nedeni bu milliyetçi-dinsel karması kimliktir.

Ulusalcılığın Türkiye’ye özgü yeni-muhafazakarlığın temsilcisi olmaya başlamasıyla, ‘misyonerliğe karşı teyakkuz’ ittifakını bu cepheden de besleyenlerin sayısı son yıllarda hızla arttı. Bu konuda milat, 2001 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığında MGK’nın gündemine ‘misyonerlik tehlikesi’nin girmesidir. O güne kadar daha çok Diyanet İşleri Başkanlığının yayınlarında arada sırada, İslamcı yayın organlarında daha sık yer alan bu ‘misyonerlik faaliyetleri’ teşhirleri, bu tarihten sonra ulusalcı kampın sözcülerinin de dahil oldukları güçlü bir koro tarafından seslendirildi. ‘Misyonerlik faaliyetleri’ bölücülük suçlamasının neredeyse yerini aldı.

Son altı-yedi yılın basını taranınca, Türkiye’de ‘misyonerlik faaliyetleri’ teşhirini yapanların sağdan ulusalcı sola siyasal yelpazenin çok geniş bir kısmını oluşturduklarını görüyoruz. Devlet Bahçeli, Rahşan Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Recai Kutan bunların içinde en sivrilenleri. Ama bazı CHP, DYP ve ANAP önde gelenlerinin de zaman zaman bu koroya katıldığını gördük. ‘Misyoner faaliyetlerinin Türkiye’yi bölme amacı taşıdığını’ iddia eden bu koro, AB’yi de zaman zaman ‘yeni bir Haçlı seferi başlatmakla’ suçlayanlar tarafından her fırsatta desteklendi. Ülkü Ocakları Malatya’daki cinayetin işlendiği yayınevinin önünde iki yıl önce gösteri yaparken, bütün bu ulusalcı-milliyetçi-müslüman fanatizminin sentezini sunan sloganlar atıyor, pankartlar taşıyordu.

Bu nedenle taşı sadece radikal İslamcılara atmak, hedef şaşırtmak olur. Malatya cinayetinde, daha önceki rahip Santori ve Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi, militan ulusalcı hassasiyetin rolü de herhalde bir o kadar önemli. Bu hassasiyetin arkasına saklanarak faaliyet gösteren emekli güvenlik güçleri yönetimindeki çeteleşmelerin ayaklarını bastıkları ideolojik meşruiyet zeminini, bugün Türkiye’ye karşı yeni bir haçlı seferi başlatıldığı hezeyanı oluşturuyor. 14 Nisan mitinginde kürsüde Prof. Dr. Alpaslan Işıklı şöyle haykırıyordu:

‘Yeni bir haçlı seferi başlattıklarını ilan edecek kadar gözleri kararmıştır. (...)

Bu bağlamda, ülkemizi ve ulusumuzu özel bir özenle hedef seçtikleri anlaşılıyor. Biz yeryüzünün en kıymetli doğal kaynaklarına uzanan yolun başında konuşlanmış bulunuyoruz. Biz, yirminci yüzyılın başında mazlum milletlerin emperyalizme karşı başkaldırısına öncülük etmiş olan bir ulusun evlatlarıyız. Onlara yüce önder Atatürk’ün önderliğinde verdiğimiz dersi, biz unutsak bile onlar unutmuyorlar. Bu nedenledir ki bizimle çok ayrı bir hesapları var.

Bugün için bizi özel bir nezarethaneye kapatmayı başarmışlardır. Bu nezarethane, Avrupa Birliği’nin bekleme odasıdır. Gardiyanları da içimizdedir, başımızdadır. Bu arada, ülkemizin içinde bulunduğu bölgede, 22 kadar ülkenin coğrafyasını değiştireceklerini açıkça ilan etmiş bulunuyorlar. (...) Minareler süngümüzdür demişti. Geldi haçlı seferlerini yapanların eş başkanlığını kabullendi. Bu arada, Irak’ta yıkılmayan minare kalmadı. Bunların zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmektedir. İstanbul’u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden iyiye kabarmıştır.’

14 Nisan günü Tandoğan Meydanında toplanan çok büyük kalabalığı oluşturanların belki çoğunluğunun katılmadığı ama duyunca tepki de vermediği bu mümtaz görüşleri, fanatik bir İslamcının değil, radikal bir laik Cumhuriyetçinin ağzından döküldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bu konuşmanın maalesef yüzlerce benzeri medyadan halkın, üniversite kürsülerinden ve okullardan öğrencilerin beyinlerine her gün boca ediliyor. İsterseniz esas yakın ve büyük tehlikeyi başka yerlerde aramaya devam edin.

Ertuğrul Özkök 19 Nisan tarihli Hürriyet gazetesinde ‘Boğazına düğümlenen en katı yazı’ başlıklı yazısında ‘Dün Malatya’da olup biten hadise, Türkiye’nin kollektif sorumluluğudur’ fikrini içeren bir yazı yazdı. ‘Hiçbirimizin Hizbullah cinayeti deyip elimizi yıkayamayacağımızı’ belirtti. ‘Yıllardır sosyal demokrat, demokratik sol diye bildiğimiz, sandığımız siyasetçiler(in) misyonerlik faaliyetleri artıyor diye insanları galeyana getiren demeçlerini’ hatırlattı. ‘En medeni, en laik, en hoşgörülü diye bildiğimiz çevrelerde bile, İncil satan üç beş gence bakıp, ‘Din elden gidiyor’ hezeyanlarını yayanların görüldüğünü’ ifade etti. Neredeyse tamamını bu sütunlarda yayımlama arzusu veren bu yazının yanında, aynı gün Hürriyet gazetesi olayların arka planını ele alış tarzıyla da alışılandan farklıydı.

Rahip Santori, Hrant Dink ve Malatya cinayetleri Türkiye’de Türk-İslam sentezi fikrini kendisine kalkan yapan faşizan ideolojinin artan provokasyonlarına karşı demokratik bilincin artık uyanması, Türkiye halkının sürüklenmek istendiği milliyetçi paranoyaya karşı elbirliğiyle mücadele etmesinin acil gerekliliğini bize gösteriyor. Her şeyden önce elbirliğiyle medyada, üniversitede, okulda, günlük yaşamımızda komplo bezirganlarına itibar etmemekten başlamamız gerekmiyor mu?

Radikal İki, 22.4.2007