Çankaya Savaşı Sonrası Türkiye

Türkiye’de güç dengelerini farklı bir mecraya sokacak 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi için AKP’nin önünde pek bir engel kalmadığı ortaya çıkmıştı bu yazı kaleme alındığı günlerde. Laik kesimin büyük bir merakla beklediği TSK’dan gelecek çıkış, “sarı” yönünde olunca -laik cephe yaşadığı hayal kırıklığını Ankara Mitingi ile avutmaya çalışsa da- “silahlı güç” anlamında bir direnişin gelmeyeceği, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasında billurlaşmış, Başbakan Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkmasının önünde somut bir engel kalmadığı anlaşılmıştır. Yaşanacak süreçte kuvvetle muhtemel Erdoğan’ın, küçük bir ihtimalle de AKP “projesi”nin lider kadrosundan bir ismin köşke çıkacağı kesin gibidir. Ancak bu manzaraya bakarak siyaset ve toplumsal hayat yönünden ordunun artık ağırlığının hiç kalmadığını söylemek güç. Bunun için Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın 12 Nisan’da yaptığı konuşmanın satır aralarına bakmakta fayda var. Büyükanıt’ın Cumhurbaşkanlığı konusunda ne dediğini burada yinelemeye gerek yok. Ancak konuşmanın basın tarafından pek üzerinde durulmayan, hatta konuyla ilgili haberlerde bile pek aktarılmayan yönleri dikkat çekici. Şöyle:

“Ülkemizde halen gerçek anlamda ırkçı bir terör örgütü varken, Türk toplumunun ulusal değerlerine sahip çıkacak şekilde gösterilen en ufak tepkisine bile ‘Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor’ şeklinde yorumlar yapılması ulusal güvenliğimize çok zarar vermiştir (...) ‘Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor’ endişeleri Atatürk’ü tanımamanın, anlamamın bir itirafıdır (...) Bizim milliyetçiliğimiz vatanseverliktir. Bunda endişe duyulacak hiçbir şey yoktur. Tam aksine bu milliyetçilik, gurur duyulacak, ifade edildikçe mutlu olunacak (abç) bir milliyetçiliktir.”

Çok açıktır ki bu sözler Hrant Dink cinayeti sonrasında demokrat, liberal ve sol kamuoyunun tepki gösterdiği faşizan ortamın TSK tarafından hiç de problem edilmediğinin beyanıdır. Çok kabaca tarif edecek olursak TSK, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından pek memnun olmayacağını ihsas etmekle birlikte bu durumu bir “yaşamsal bir tehdit” olarak algılamayacağını bildirmiş, buna karşılık AB ve özellikle de demokratikleşme bahsindeki “tehdit algılamasının” sürdüğünü ilan etmiştir. Şimdi kısaca bu sözlerin hangi havada sarfedildiğini hatırlayalım. Hrant Dink cinayeti Türkiye’deki faşizan tehdidin ne boyutlara ulaştığını apaçık ortaya koyarken devletçi/sağ kanat, cenazedeki “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını cinayetten daha büyük bir tehdit olarak algılamış, pozisyonunu buna göre belirlemişti. Ancak aynı günlerde ortaya saçılan çeşitli çap ve ebatlardaki emekli subay çetelerine, bir de Dink cinayetinde devletin neredeyse kasıtlı bir ihmalkarlığı bulunduğunun ortaya çıkışı eşlik etmişti. Ve gidişattaki boğucu havayı gören birçok demokratik kitle örgütü, akademisyen ve köşe yazarı Türkiye’de milliyetçiliğin tehlikeli bir boyuta ulaştığını kabul etmekteydi. Yani devlet ve laik/otoriter cephe hala gerileme, geriye çekilme psikolojisindeydi. Ve bu psikolojiden çıkamadan Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen günlükler ortaya saçıldı. Siyasilerin önce şaşkınlıkla karşıladığı günlükler, Örnek’in “Bana ait değil. Ama benim şifreli günlüklerim vardı” açıklamalarıyla yerini soru işaretin bırakmışken, Nokta dergisi günlüklerin daha kapsamlı bir versiyonunu yayınladı ve bu versiyonda 2004 yıllarında ordu içinde darbe hazırlıklarının ciddi biçimde konuşulduğu ortaya çıktı. Tabii yine iddiaya göre.. Ama dikkat çekici olan şuydu ki, birçok köşe yazarı, günlüklerden emin olamamakla birlikte sözü edilen 2004 yılında ve bilhassa da Kıbrıs görüşmeleri sırasında ordudan bir çıkış beklendiğini, bu tür bir çıkışa an meselesi olarak bakıldığını itiraf ettiler. Yani günlükler “doğru çıkmasa bile” günlüklerde bahsedilen olaylar öyle pek de “sürreel” değildi. Artık durum görmezden gelinemeyecek hale gelmişti ve bu süreçte Başbakan Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde orduyu bir adım daha geriletme fırsatının kaçmayacağını düşünerek “günlükler hakkında soruşturma açılmalı” açıklamasını yaptı. Manzara, TSK’nın ve laik/otoriter cephenin süngüsünün epeyce düştüğü yönündeydi o günlerde. Üstelik çok geçmeden laik/otoriter cephenin “darbe yapmadığı” gerekçesiyle hiç de hazzetmediği eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten ilginç bir çıkış geldi. Özkök, Örnek’in açıklamalarına saygı gösterilmesi gerektiğini söyledi ve ekledi: “Ama karşı taraf da iddia ettiğine göre ona da saygı duyulmalı.” Gelişmeler TSK’nın ve laik/otoriter cephenin “çankaya savaşı”na psikolojik olarak dezavatanjlı bir yerden başlayacağını göstermekteydi. İşte Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın “sözde değil özde laik cumhurbaşkanı umuyoruz” açıklaması bu havada geldi. Büyükanıt’ın ısrarlı sorulara karşılık konuyla ilgili açıklamalarını bu seviyede tutması, TSK’nın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birilerinin kendisinden “beklediği” çıkışı yapmayacağının ilanıydı. Fakat çıkışını bu seviyede kalması az önce de söylediğim gibi ordunun siyasal hayattaki pozisyonundan vazgeçtiği anlamına gelmemeli. Zira bu açıklamanın hemen öncesinde ve sonrasında yaşananlar dikkat çekicidir. İlk önce darbe günlükleriyle ilgili zaten soruşturma açılmış olduğu haberleri yayıldı. Ancak kısa bir süre sonra farkedildi ki söz konusu soruşturma “darbe hazırlığı yapıldığı” gerekçesiyle değil, “bu tür bir haberin yayımlanması gerekçesiyle” açılmıştır ve muhatap da Özden Örnek falan değil Nokta dergisidir. Yani “soruşturma açılmalı” diyen Başbakan Erdoğan’a devlet bir anlamda “o işler öyle değil” cevabı vermiştir. Ve hemen peşinden ve üstelik Orgeneral Büyakanıt’ın açıklamasının mürekkebi kurumadan, gelen Nokta baskını.

Açıklamadan tam bir gün sonra Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükleri yayımlayan Nokta dergisi polis tarafından basılmış ve dergide 4 gün süren bir arama faaliyeti olmuştur. Üstelik baskın derginin TSK’lerle STK’lar ilişkisine dikkat çeken ve bu konuda yazışmalar, belgeler olduğunu kaydeden bir haberi gerekçe gösterilerek yapılmıştır. Ve bu zamanlaması son derece ilginç baskına siyasi cepheden hiçbir tepki gelmemiş, bazı meslek örgütleri dışında hiçbir itiraz yükselmemiştir. Günlük konusunda birkaç gün önce ofansif bir tutum sergileyen AKP cephesinin ve hükümetin suskunluğu ise bilhassa dikkat çekicidir (CHP’den zaten bu yönde bir çıkış bekleme saflık olur) Hükümetten de, AKP’nin yetkili-yetkisiz isimlerinden de tek bir çıt dahi çıkmamıştır Nokta baskını bahsinde. Şüphesiz AB ile “2009’a kadar görüşmeyelim” kavilleşmesiyle rahatlayan hükümetin, artık demokratikleşme bahsinde “ilkesel” çıkışlar yapmayacağı öngörülmekteydi ama 1980 sonrasındaki Türkiye’ye hatırlatan Nokta baskınının hükümetçe onaylanmış bir havadaymışçasına cereyan etmesi not edilmeli. (Tabii bu tabloya Mardin’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ile babası Ahmet Kaymaz’ın güvenlik güçlerince iki yıl önce öldürülmesiyle ilgili davada sanık polislerin “meşru müdafaa” gerekçesiyle beraat etmesini de eklemeliyiz.)

Sözün özü: gelişmeler şunu gösteriyor ki TSK’dan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına gelecek zayıf bir itiraz karşılığında AKP hükümeti ve “yeni” cumhurbaşkanı, TSK’nın “yaşamsal tehdit” alanlarında icra ettiği, gerekli gördüğü müdahalelere ses çıkarmayacaktır. Tabii ki karşılıklı olarak böyle bir anlaşma yapıldığını öne sürmüyorum. Bu, tarafların pozisyonlarını gözden geçirip kendi hayati alanlarını tayin etmeleri sonucu, kendiliğinden oluşmuş bir anlaşmadır ve görünen o ki her iki taraf da istediğini elde ettikten sonra gelişmelere göre derhal bozulabilir. Ancak şurası apaçık ortada ki önümüzdeki dönem sivil demokratik hayat açısından ordu cephesinden kaynaklanabilecek sert uygulamalara ve milliyetçiliğin artış ivmesi açısından da daha boğucu bir ortama gebedir. Özellikle Orgeneral Büyükanıt’ın cumhurbaşkanlığı ile ilgili açıklaması sonrasında oluşan hayal kırıklığının Ankara’daki mitingde toplanan kalabalıkla dağılması sonrasında, laik/otoriter cephenin yeniden cephane takviyesi yapmasıyla bu boğucu ortam sokaklarda yaşanabilecek somut gerginliklere doğru da evrilebilir.

Gelelim Orgeneral Büyükanıt’ın yazının başında bahsettiğim sözlerine. Büyükanıt “milliyetçilik artıyor” diyenlere, yaşanan durumu “Türk toplumunun ulusal değerlerine sahip çıkacak şekilde gösterilen tepki(ler)” olarak tarif ediyor. Fakat yaşanan durum şudur: Agos gazetesi çalışanları tehditler altında yayıncılık faaliyetlerin sürdürmektedir, gazete polis koruması altındadır, keza Türkiye’de bilhassa da 1915’teki Ermeni kıyımı ile ilgili olarak devletin ve milliyetçi kesimin tezlerinden farklı görüşler öne sürenler silahlı saldırı tehditleri altında yaşamaktadır, bu ülkedeki azınlıklara ilgili resmi görüş dışında rapor yazmaya yeltenenler fiziki saldırılara uğramaktadır, 301. maddeye muhalefet edenler “vatan haini” yaftasıyla yaşamayı göze almak zorunda kalmaktadır, Türkiye’de -zaten numunelik gibi kalan az sayıdaki kilise- polis tarafından izlenmekte ve (umuyoruz ki) korunmaktadır. Ve bu yazı kaleme alındığı sıralarda gelen habere göre Malatya’da İncil ve benzeri yayınları dağıtan bir şirketin çalışanları boğazları kesilerek vahşice öldürülmüştür. İlk bilgilere göre bu insanlık dışı cinayeti işleyenler dinî bir saikle hareket eder gibi “görünseler” de -bunun bir provokasyon olmadığını kabul etsek dahi- bu zihniyetin de gıda aldığı atmosfer, o çok övünülen “milliyetçi”, ırkçı, yabancı düşmanı atmosferle aynıdır. Velhasıl Türkiye’de çoğunlukla aynı fikirde, aynı mezhepte ya da aynı etnik grupta olmayanlar ancak polis koruması altında varlıklarını sürdürebilir, daha daha doğrusu güçlükle sürdürebilir ya da sürdüremez haldedir. Bu, bir devletin utanç duyması gereken bir durumdur. Hal böyleyken her türlü milliyetçi çıkışın TSK tarafından “onaylanması” daha da kritik günlere gireceğimizin habercisi gibi görünmektedir.