Bir Zamanlar Anadolu'da

Her bilimsel disiplin kendisine bir tarih ve kurucu bir mit yaratmayı sevmiştir. Tarihçilerin atası da kuşkusuz Herodotos’tur. İ.Ö 490 yıllarında Karia kenti Halikarnassos’da -Bodrum’da- doğan Herodotes, kendine özgü yorumlarıyla kaleme aldığı vakalarla elbette bir tarih yazıcısından çok vaka-i nüvistti, ama olabildiğince objektif olma gayreti ve dalkavukluktan uzak tutumuyla tarihçilik mesleğine de ışık tutmuştu. Hayatı hakkındaki bilgiler çok net olmamakla birlikte, Herodotes’in tarihi olayları kaydeterken gösterdiği özende politik özgürlükleri savunan bir politik kimliği tercih etmesinin rolü olduğu vurgulanır.

TARİH BABASI; HEMŞEHRİMİZ HERODOT!

Hayatı seyehat etmekle geçmiş Herodotos’un. Özellikle denizci tüccarlar ülkesi Fenike’ye yaptığı ziyaretler, geniş bir coğrafyada olup biten olaylar ve tabiat özellikleri hakkında malumat sahibi olmasını sağlamış. Halkın ağzından dinlediği hikaye ve söylenceleri de yabana atmamak gerek. Bu anlamda günümüzde tarihçilerin pek rağbet ettikleri sözlü tarih çalışmalarının başlatıcı sayılır. Yazdığı kitabı, bir yandan arkeoloji, folklor ve tarihi kapsarken, diğer yandan gündelik bir gazetenin canlı haberlerini andırır. Gezgin tüccarlardan dinledikleri ile hiç görmediği diyarları, Babil’i, Hindistan’ı, Mısır’ı bile katmıştır eserine. Ama kötü niyetinden değil, bir aydındır Herodotos ve toplumunu bilgilendirmeyi amaçlamıştır. Biraz da ilgi çekmek arzusundan söz edebiliriz belki, ama bunun için Herodotos’u suçlayacak da değiliz herhalde!

Atina’nın en parlak çağı olan V.yüzyılda, bu kentte, pek çok yazar, filozof, devlet adamı ve komutanla dostluk kurarak yaşayan Herodotos, işte bu zengin toplumsal yaşam içerisinde biriktirmiş malzemesini. Bir ara yeniden Karia’ya döndüyse de siyasi çekişmelerden dolayı orada barınamamış, Güney İtalya ve Sicilya’ya yaptığı yolculuklardan sonra Yunanistan’a yerleşmiş, Peloponez savaşları başladıktan bir süre sonra, yaklaşık İ.Ö 425 yılında ölmüştü. Yazdığı bu dev eserin -neredeyse- tamamın korunmuş ve günümüze taşınmış olması kültür tarihinin büyük kazançlarından birisidir.

Elbette tarihle ilgili ilk eser değildi Herodotos’un kitabı. “Namı yürümek” ya da “dillere destan olmak” deyimlerinin tarihi, yazısız dönemlerde ya da toplumlarda bile "tarihe geçme" vakasının varolduğunu gösteriyor bize. Yazılı kültürün yaygın olarak yerleşmediği dönemlerde ve kültürlerde yaşantılar sözlü olarak aktarılıyor, destanlar bir halkın yaşadıklarını kuşaktan kuşağa iletiyordu. Bu, canlı bir depolama ve aktarma şekliydi. Ancak aktarıcılar yani ozanlar, hem aktaracakları kahramanlıkları hem de aktarma şekillerini son derece keyfi seçerler, hikayeyi anlatan anlatıcı da kendini gizleyemezdi. Bu nedenle, sözlü gelenegin anlatılarını -tarihin olguları olsalar bile- tarihin yerine koyamayız.

Yazılı tarihlere gelince; O yıllarda, Herodotos’un dışında başka Yunanlı yazarlar da vardı tarihle ilgilenen. Kentlerinin geçmişini, ünlü kahramanlarını, soylu aileleri, Doğuyu ve Akdeniz’i anlatan Logographlar’ı, Miletos’lu Kadmos’u, Mitylene’li Hellanikos’u, Lampsakos’lu Karon’u ve diğerlerini anmamak haksızlık olur doğrusu. Onların metinlerinden de geçmişe dair pek çok ip ucu elde etmek mümkün, ama geçmiş kendiliğinden canlanmaz yazdıklarında; daha çok masallara ve mythosa dayalı ecdat güzellemesidir okuduklarımız. Oysa ki tarih ancak ve ancak bir tarafsızlık iddiasi ya da anlatıcısının kendini gizlemesi ile ortaya çıkacak bir "bilimdir". Herodotos’un yaptığı da budur; kendisini gizlemiş, olayları öne çıkarmış, düşmanlarının da hakkını vermesini bilmiştir. Bu arada diğer tarih yazıcılarını sıklıkla eleştirdiğini ve hatta alaya aldığını da eklemeliyim. Buna karşılık Herodotos da ağır saldırılara muhatap olmuştu. Mesela, kendisinden sonra gelen bir başka Yunan tarihçisi Plutarkhos, onu yalancılık ve kalleşlikle suçlamıştı. Daha çağdaş tarihçiler arasında da Herodotos’un verdiği bilgileri güvenilir bulmayan, hatta onu başkalarının kitaplarından çalmakla suçlayanlar az değildir.

Bütün bu muhalif görüşlere rağmen Herodotos tarihinin değerinden hiç bir şey yitirmediğini görüyoruz. Çünkü bu eser Yunan şiirinin izlerini taşır; tarihi edebiyatla birleştirmiş, sözün büyüsünü yazıya aktarmıştır. Üstelik o güne dek hiç bir tarihçide olmayan bir kavrayışı, olayların nedenlerine nüfuz etme gücü vardır. Kitabının amacını; “Bu, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu bir araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşür diye merakta kalmasın” sözleriyle açıklamasından da anlaşılacağı gibi, Herodotos, dönemin terminolojisiyle Yunanlılar’ın düşmanlarını Barbar olarak adlandırmakta, ama -diğerlerinden farklı olarak- Barbarların meydana getirdikleri harikalardan da sözetmektedir. Diğer önemli iddiası ise kavimler arasındaki dövüşün nedenlerini açıklıyor olmasındadır.

Savaş sahnelerinin, kent hayatının, kral ve kraliçelerin, komutanları, devlet adamlarının, coğrafik özelliklerin inceden inceye tasvir edildiği Herodot Tarihi, bir roman gibi okuyacağınız ve Ege’nin iki yanının 2500 yıl önceki toplumsal hayatını zihninizde canlandıracağınız bir kültür abidesi olarak dikiliyor karşımızda.

ANABASİS: ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ

Herodotes’ten yaklaşık 60 yıl sonra, İ.Ö.430 yılında doğmuştu Ksenephon. Atina’lıydı ve Sokrates okulunda eğitim görmüştü. Yunanistan’ın kanlı savaşlara sahne olduğu bu yıllarda, İsparta’ya yenik düşen Atina çok kötü şartlarda bir barışa imza atmıştı. İsparta’lılar ve onların dostları, Atina için düşmandılar artık. Ne var ki, aynı İsparta, mesela Platon gibi bazı Atina’lı filozoflar için önemil bir devlet modeli, Atina’nın çöküşünü durdurmak için tasarlanan ütopyaların esin kaynağıydı. Ksenephon, Atina’lı hemşerilerinin tepkilerini göğüslemek pahasına, İsparta ordusu ile birlikte İran kralı Artakserkses’a karşı düzenlenen sefere belki de bu nedenle katılmıştı. Bir diğer neden ise, onun Herodotes’e olan hayranlığıydı. Güney Mezapotamya’yı hedefleyen bu uzun yürüyüşte olup bitenleri Herodetes’e benzer bir biçimde kaleme almayı hedefliyordu.

Sonuçta “barbarlar”ın ordusu Sardes’ten yola çıkıp hedefine ulaştı, her iki tarafın büyük kayıplar verdiği çarpışmalarda, Ksenephon’un tarafı, yani Yunanlılar İran ordularını yendiler. Artık huzur içerisinde dönebilirlerdi ülkelerine, ama dönüş yolculuğu daha çetin şartlarda oldu. Başlarından geçen binbir maceradan sonra, Güney Mezapotamya’dan Kuzey’e yönelen “onbinler”, karadeniz kıyılarını boydan boya katederek Yunanistan’a ulaştılar. İşte “Anabasis”in konusu bu zorlu yolculuktur.

İlk savaş muhabirliğidir Ksenephon’un yaptığı. Olup bitenleri bir günlük halinde kaydetmiş, geçilen yerleri, çekilen zorlukları, komutanlar arasındaki tartışmaları, yani kendince önemli gördüğü herşeyi katmıştır eserine. Diğer eserlerinden de anlaşılacağı gibi, Sokrates’in öğrencisi olmasına rağmen felsefi derinliği yoktur Ksenephon’un, ama ilgi alanının genişliği, bilgi edinmeye verdiği önem, yaşadığı deneylerden yaptığı çıkarımlar, uslubundaki rahatlık ve akıcılık, onu antik çağın en önemli isimlerinden birisi yapmaya yeter. “Uslubunun ilgi çekici yanı, ayrıntılara inmesinden, olayları rahat ve akıcı biçimde anlatmasından, süslü cümleler kurmadan yalın ve güzel bir anlatıma ulaşabilmesinden ileri gelir. Yazar olarak dikkati çeken öteki özellikleri de; mantığının kuvveti, düşüncelerinin açık seçikliği, yararlı olanın ahlak bakımından doğru ve doğru olanın yararlı olduğunu bir ilke olarak ele alması ve çağının dini inançlarını çocuksu denecek ölçüde kuvvetle benimsemesidir”.

Tarihi bir roman gibidir Onbinlerin Dönüşü. Hem başlangıcı ve sonu olan bir hikayesi, hem de bu iki zaman arasında geçen heyecanlı, eğlendirici olayları vardır. “Bu eserde, o çağın Küçük Asya ülkeleri, halkları ve töreleri konusunda verilen bilgileri, bugün de ilgiyle okuyoruz”. Bütün bir canlılığı ile Anadolu’nun 2400 yıl önceki hayatı fışkırıyor Ksenephon’un kaleminden. Ege’den Akdenize, Toroslar’ı aşıp Fırat nehri boyunca Mezepotamya’ya ulaşan İsparta ordusu, dönüşte Dicle’yi takip ederek Van gölüne, Erzurum ve Kars üzerinden Trabzon’a, oradan Sinop’a, İstanbul’a, Trakya’ya, sonra geriye dönüp Çanakkale boğazını geçerek Bergama’ya uğrarken, bütün bu yerleşim yerleri, yerleşik halkları ve coğrafi özellikleriyle titizlikle kaydedilmiş sayfalara. Böylelikle bir kez daha hatırlıyoruz yaşadığımız toprakların tarihinin “bizimle” birlikte başlamadığını ve “bizimle” birlikte sona ermeyeceğini.

Bugünden geriye doğru baktığımızda, Ksenephon’un amacına ulaştığını, ustası Herodotes kadar önemli bir tarihi metne imza attığını söyleyebiliriz. Üstelik o olayları sadece gözlemlemekle de kalmamış, dönüşte başsız kalan Yunan birliklerinin komutasını üstlenmişti. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, Atinalılar hiç de hoş karşılamadılar Ksenephon’un İspartalılar’la bu sıcak beraberliğini. Yaklaşık iki yıl süren seferden sonra vatanına döndüğünde(İ.Ö.399) sürgün cezasına çarptırıldı. Yeniden İsparta yolu görünmüştü bu savaşçı tarihçiye...

Ksenephon İsparta’da büyük iltifat gördü. Kral Agesilas’ın bir başka Anadolu seferine de katıldı ve bu seferin dönüşünde, İspartalıların kendisine tahsis ettikleri Yunanistan’ın güney bölgesindeki bir malikaneye çekildi. Yirmi yıl bu evde yaşayan Ksenephon, Anabasis de dahil olmak üzere, pek çok kitap yazdı. İçlerinde en bilineni, Sokrates’le ilgili diyaloglara yer verdiği “Şölen”dir. Ayrıca, “Ata Binme Sanatı Üzerine” gibi teknik konuları işlediği metinler de yazmıştır.

Yunanistan yarımadasında bitmek tükenmek bilmeyen savaşların kendi yaşadığı bölgeye kadar ulaşması üzerine, İ.Ö.371’de evinden ayrılmak zorunda kalır Ksenephon. Sürgünlük cezasının bitiş tarihi ise İ.Ö 364’tür. Ancak memleketine dönüp dönmediğini bilmiyoruz. Ölüm tarihinin İ.Ö 355 yılına denk düştüğü rivayet edilir.

STRABON'UN ESKİÇAĞ COĞRAFYASI

Atlas Okyanusu’ndan İndus Nehri’ne kadar eskiçağ dünyasının tamamını resmeden ve on yedi kitaptan oluşan Strabon’un “Geographika”sında, Anadolu’ya dair bölümler göz kamaştırıcıdır. Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından Prof.Dr. Adnan Pekmen çevirisiyle basılan Coğrafya kitabı, işte bu dev eserin Anadolu’yu anlatan XII, XIII ve XIV. bölümlerine ait.

Yazarımız Strabon da Anadolu’lu; yüksek devlet hizmetlerinde bulunmuş bir ailenin çocuğu olarak İ.Ö.64 veya 63 yılında Pontos’da Amesia (Amasya) kentinde doğmuştu. Öğrenimine büyük özen gösterilmiş Strabon’un; Karia’da Tralies(bugünkü Aydın) yakınındaki Nysa(Sultanhisar) kentinde Artemidoros’un yanında başlayan eğitimi Roma’da Publis Severius Isauricus’un gözetiminde sürmüş, Ksenarkhos ve Tyrannion’dan dersler almış. Özellikle seçkin bir coğrafyacı olan Tyrannion’un etkisinde kaldığı söylenebilir. Felsefi açıdan stoiklere, siyasi açıdan Roma’nın tercihlerine bağlıydı Strabon. Ancak siyasete karşı, hayatının son otuz yılında Roma’nın merkezinden uzakta -Amasya’da- yaşamışlığından kaynaklanan bir ilgisizlik hemen farkedilecektir.

“Geographika”nın yazılış tarihi üzerindeki tartışmalar, yazarın yaşıyla ilgilidir. Kimilerine göre böylesinde büyük bir eseri yazmak için dinç bir beden ve parlak bir zihin gerektiğinden, kitap İ.Ö 7’de, Strabon 57 yaşındayken tamamlanmış olmalıdır. Oysa, içindeki bazı bilgilerden anlaşılacağı gibi, “Geographika”, İ.S. 18-19 yılları arasında, Strabon 80’lerini sürerken yayınlanmıştır.

Her eskiçağlar yazarı gibi iddialıdır Strabon; doğuda Armenia’ya, batıda Sardinia karşısındaki Tyrrhenia kıyılarına, kuzeyde Karadeniz ve güneyde Etiyopya’ya kadar - kendisi gibi- gezmiş/dolaşmış bir başka coğrafyacının olamayacağını söyler kitabında. Ancak işin aslına bakarsak, bir çok yeri gezmiş ve görmüş olmasına rağmen, kitapta anlattıklarının tamamı kendi izlenimlerine dayanmamakta, metinlerarasından ve başka kişilerin verdiği bilgilerden de fazlasıyla yararlanmaktadır. Elbette bu alıntılar Strabon’un “Coğrafya”sının önemini azaltmaz. Çünkü “bu yapıt tümü ile bir coğrafya kitabı olmayıp, aynı zamanda miladın başlarındaki Eskiçağ dünyası hakkında bilgi veren bir ansiklopedi, bir tarihi coğrafya ve bazılarının dediği gibi coğrafyanın felsefesidir”..!

Tam da bu noktada, 21. yüzyıla girdiğimiz bu yıllarda, modern okullarda edindiğimiz coğrafya bilgisinin yavanlığı geliyor aklımıza. Sadece onun mu? Elbette ki hayır; tarih, felsefe, edebiyat, yani sosyalbilimlerin tamamına yayılıyor kuruluk ve tatsızlık. Ne dağlar yeşeriyor, ne eski çağların insanları canlanıyor. Bir kez daha Wallerstein’in “Sosyalbilimleri açın” çağrısını ve onun sosyal bilimler ve disiplinler üzerine eleştirilerini hatırlıyoruz. Önümüzde duran soru "antropoloji, ekonomi, politika bilimi ve sosyolojiden oluşan dört varsayımsal disiplin arasındaki" sınırları belirleyen bir kriter olup olmadığıyla ilgili. Wallerstein, buna hayır yanıtını vermişti. Bu ayrım, "daha fazla bilginin yaratılmasını teşvik edici olmak yerine, bu bilgilerin önünde engel oluşturmaktadır". Ayrıca, tarihin de ayrılmış bir bilim olması şüphelidir; "ne tarihçi, ne sosyal bilimci vardır, fakat yalnızca tikel sistemlerin genel yasalarını ve sistemlerin içinden geçmiş oldukları tikel dizileri analiz eden bir tarihsel sosyal bilimci vardır".

Yıllar sonra Anales ekolu ve Braudel ile bir kez daha canlanacak olan “tarihi coğrafya” ya da “coğrafik tarih”, belki de en iyi temsilini Strabon’da bulmuştu. Bir alıntı ile örnekliyorum;

“Trapezus(Trabzon) ve Pharnakia’nın üst tarafında Tibarenler ve eski zamanlarda Makronlar denen, Sanlar ve Küçük Armenia bulunur; ve erken devirlerede Kerkitler denen Appaitler kavmi bu bölgelere oldukça yakındır. Bu insanların ülkesini iki dağ keser. Burada yukarı Kolkhis’deki Moskhia dağları(tepeleri Heptakometler kavmi tarafından işgal edilmiştir) ile birleşen ve çok kayalık olan Skydises dağı ve aynı zamanda Sidene ve Themiskyra bölgesinden Küçük Armenia’ya kadar uzanarak, Pontos’un doğu tarafını meydana getiren Paryadros dağı da vardır. Şimdi bütün bu dağlarda yaşayan insanlar tamamiyle vahşidir. Fakat Heptakometler daha da kötüdür. Bazıları ağaçlarda veya seyyar ahşap kulelerde yaşarlar. Bu kulelere Mosyn dendiğinden, antik devirlerde bu insanlar Mosynekler olarak adlandırılmıştır. Bunlar vahşi hayvan eti yiyerek yaşarlar ve kulelerinden atlayarak yolculara saldırırlar.”

Görüldüğü gibi Strabon’un Coğrafya'sında her coğrafik anlatım, o coğrafyada yaşayan insanlar ve yaşayış tarzları ile birlikte yapılmıştır. Sınırların bir kısmını dağlar ve nehirler çizer, ama doğal sınırların dışında kalan yerlerde kültürel farklılıklar belirleyicidir. Böylelikle tarih, toplumsal hayat, iklim ve coğrafya bir arada tasavvur edilmiştir ki sanıyorum insanlık tarihinin en güzel anlatımı da bu yöntemle gerçekleşebilir. “Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz iklim özelliği, makilerden oluşan bitki örtüleri ya da dağ, plato, vadi tanımlamaları” biçiminde bellediğimiz coğrafya dersleri ile bunaldığımız orta ve lise anılarımızdan sonra, Herodotes’in, Ksenephon'un ve Sardon’un metinleri bambaşka bir anlam ve atmosfer kazandırıyor yaşadığımız topraklara. Strabon’un “Coğrafya”sını okuyunca, aynı mekanlarda 2000 yıl önce yaşayan eski hemşehrilerimizi ve “insanoğlunun fani yazının/kitabın kalıcı” olduğunu bir kez daha hatırlama şansımız oluyor.

Uzun süren bir ömür içerisinde, Strabon’u sadece 17 ciltlik bir eser verdi diye küçümsemeyin sakın! Onun Historika Hypomnemata (Tarihi Hatıralar) adlı 43 ciltlik bir de tarih çalışması olduğu biliniyor. Ne yazık ki, Kartaca’nın yıkılmasından Caesar’ın öldürülmesine kadar geçen bir dönemi kapsayan bu dev eserden günümüze sadece 19 parçası ulaşabilmiştir.

Birgün Kitap, sayı 39