İstisna Sürüyor

Anayasa mahkemesi bu ülkenin tarihinde görülmeyen bir karara imza atarak bir partiyi kapatmadı sadece cezalandırıp ihtar etti. Kimileri bu kararı Venedik kriterlerinin uygulanması gibi kargaların bile güleceği bir iyimserlikle yorumlayarak olmayan demokrasi için âmin demişler.

Karar çok net başkan Haşim Kılıç olanın Venedik kriterleri ile ilgisi olmadığını “Anayasada yazılı olduğu biçimde kapatma lehinde yedi oy çıkmadığı için AKP kapatılmamıştır ama çok ciddi ihtar verilmiştir” diyerek izah etti. Yani Sezer tarafından atanan altı yargıç Başsavcı ile aynı görüşü savunarak evet bu parti Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuştur demesine rağmen aralarında Özal zamanında atanan iki yargıcın olduğu beş yargıç ise farklı oy kullanınca ki diğer yargıçlardan dördü evet AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır ama bunu kanıtlayacak yeterli kanıt yok diyip kapatılmasın ama hazine yardımı kesilsin dediği için AKP kapatılmadı, çünkü dört yargıç bu yönde karar verilince başkan ise net olarak hayır kapatılmasın deyince yedi kişilik kapatılsın oyu oluşmadı.

Ergenokonun en kilit ismi Tuncay Güney 32.Gün’de yaptığı açıklamalarda eğer AKP kapatılmamışsa uzlaşma var demektir görüşü birçok çevrede kabul gördü. Nitekim kararın aba altından sopa anlamına geldiğini herkes biliyor, şimdi AKP daha fazla uzlaş, diğerlerini de gözet baskısı ile karşı karşıya kalacak. Burada AKP’nin önünde iki yol olacak ya bu çağrılara boyun eğerek devlet denen oluşumun asıl güçleri ile uzlaşıp CHP gibi bir devlet partisi olacak ya da bu süreçte kendisine koşulsuz sahip çıkan gerçek demokratların, AB’deki Türkiye’nin üyeliğine asrın projesi olarak bakanların hatta ABD’nin desteklediği biçimde demokrasi safında yer tutacak ve bu ülkede artık bu rezaletlerin son bulmasını sağlayacak.

Bu noktada AKP’nin önünde net bir sınav var DTP’nin kapatılması ya AKP çok sıkça gördüğümüz nalıncı keseri gibi kendine yontamaya dayanan omurgasız pragmatizmini bir kez daha tekrarlayarak DTP üzerinden sistemle uzlaştığını ortaya koyarak devletin ona biçtiği rant paylaşımı eksenli role fit olacak. Ya da cesur bir biçimde sistemle mücadeleyi bu uğurda toplumsal vicdana dayanarak vereceği savaşta bedeller ödemeyi göze alacak ve bu ülkenin biçimsel demokrasi sürecinin tamamlanmasını sağlayarak sağ partilerde sıkça gördüğümüz ekonomide liberal siyasette muhafazakâr olma sürecinden çıkıp Müslüman demokrat bir parti olacak ve bunun da siyasi getirisini anasının ak sütü gibi elde edecek.

Doğrusu ben ikinci ihtimali zayıf görenlerdenim AKP tipik bir sağ parti, bunun gerektirdiği omurgasız bir siyasi eyyamcılığı, araçcı pragmatizmi yani tam anlamı ile yararcı bir tavırla “hep bana rab bana” tavrı ile “yağmaya” bakacağı kanısındayım. Bunu elbette “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” deyimi uyarınca AKP’nin bu güne dek sergilediklerinden buna dayalı sicilinden yol çıkarak söylüyorum.

Lakin ufak da olsa AKP’nin bu ülkenin ilk yerli liberal partisi olarak ülkeyi biçimsel demokrasi sürecinde ileri bir noktaya taşıyıp tam bir burjuva demokrasisinin kıyısına kadar taşıma ihtimali olması da var. Eğer AKP bunu yapmayı göze alırsa o zaman kendisine dönük nitelikli muhalefetten kurtulmuş olacak ve herkesin takdir ettiği bir siyasi partiye dönüşüp CHP denen faşist partinin artık yok olma sürecinin başlatıcısı olacak. Böylece karşısına tüm gerçek demokrasilerde olduğu gibi gerçek manada halka dayanan, sosyal tabanlı politikalar temelinde AKP’ye muhalefet eden düzgün bir sosyal demokrat rakip çıkacak. Bunun sonucu olarak bu ülkede sosyalistler de artık olmayan sosyal demokrat partinin boşluğunu doldurmak yerine daha radikal bir demokrasinin ve sosyal dönüşümün savunucuları olarak toplumun karşısına çıkacak.

Kısacası Türkiye’de tepe takla duran siyaset ayakları üstüne oturup herkesin kendi yapması gerekeni yapıp, herkesin kendi siyasal kulvarında kendi siyasi rolünü oynaması söz konusu olacak. İşte tam da bu nedenle bu ülkede biçimsel demokrasi sırf bunun için, uğrunda mücadele vermeye değecek bir şeydir.

AKP demokrasi konusunda bakılan papatya falına uygun ne yapar bunu zaman gösterecek ama Mustafa Sönmez’in bundan sonrasına dair beklenenlere ilişkin söyledikleri AKP’nin esas yapacakları olacaktır. Sönmez AKP’nin kapıdaki ekonomik krizden çıkmak için neler yapacağını şöyle özetlemiş

“Erken seçimin de gündemden çıkması ile ekonomide AKP’nin yapacakları sıkı bir maliye politikasının yanısıra, agresif bir özelleştirme politikasıdır”. Yani AKP ekonomik krizden sosyal politikalar ile değil daha fazla yoksulluk ve daha çok ekonomik daralma, kendisinin oy tabanı olan küçük esnaf, küçük ve orta boy sanayi işletmeleri yani KOBİ’ler, düzenli bir işe sahip çalışan kesim, köylü gibi kesimler aleyhine onların

İSTİSNA VE EGEMEN

Ne yazık ki solun bir bölümüne bir müddettir “demokrasi gelecek dertler bitecek” melainde tercüme edilebilecek bir iyimserlik havası egemen. Bunda en büyük etken bir kısım solun bu ülkeden değil Batı’dan rüzgârlara göre yön belirliyor oluşu. Zizek’in de sıkça vurguladığı gibi sola uzun zamandır bir demokrasi güzellemesi egemen olmuş halde. Ve sol asıl işlevi olan demokrasiyi en alttakiler ekseninde eleştirip liberal demokrasiyi alttakiler lehine dönüştürme perspektifli gündelik mücadeleyi, ama esas olarak sınıf eksenli siyaseti ihmal etmesi.

Klasik sosyalist düşüncenin dar bir ekonomizme hapsolmuş dilinden kurtulmak isterken liberal demokrasi ile ölümcül kucaklaşmaya girmek solun çubuğu bu kez de ters tarafa bükmesinden doğuyor.

Daha önce “Öznenin Tasallutu: Kemalizm, Hukuk-Siyaset ve Demokrasi” (Birikim sayı: 228) yazımda da ifade ettiğim gibi bu ülkede asıl sorun gündelik yaşamı da esir almış otoriter zihniyettir ve bunun da kaynağında pozitivizm yatar. Pozitivizm otoriter bir düşünce kalıbıdır ve ne yazık ki klasik sol düşünceyi ve dili de esir almıştır. Ortodoks solun bugün yaşanan süreçte gündemden düşmesinin de, özgürlükçü solun giderek liberal bir söylemle ortaklık içine girmesinin de nedeni gündelik yaşamı ve onun içinde olup biten iktidar savaşını değil yukarıda siyaseti önemsemesi yatıyor.

Oysaki gücü meşrulaştıran ve kutsayan toplumsal zihniyet dönüşmedikçe demokrasi toplumsal bir mücadelenin değil yukarıdan dış baskılarla gelen bir şey olacağından her zaman kırılgan olacaktır.

Bu nedenle “Öznenin Tasallutu” adlı yazımda ifade ettiklerimi tekrarlamak bahasına AKP’nin kapatılmamış olması da, hatta AKP’nin beklenmeyeni yapıp risk alarak anayasal bir reforma girişip biçimsel demokraside epeyi ileri adımlar atması da süreci fazla değiştirmez.

Çünkü bir rejimin demokratik sınırlarda kalmasını da, o sınırlardan çıkması da “egemen”e bağlıdır. Agamben’in Schmit’ten aldığı tezlerini belirtirsek “egemen istisna durumuna karar verendir” egemen devlet ve devletin kurucu felsefesi olduğuna göre hukukun nerede ne kadar askıya alınacağına da doğal ki kendini devletin kurucu iradesi olarak tanımlayan güç karar verecektir. Hal böyle olduğunda ise bu ülke de kriz hiçbir zaman sona ermeyecektir, meğer ki kurucu irade değişmesin. Aslında Türkiye de hâlihazırda yaşanan mücadele de bu aslında. Ekonomide iktidarı ele geçiren “burjuva” sınıfı bürokratik iradeyi bir miktar geriletmek ve bu süreçte ipleri daha fazla ele almak istiyor. Ama bilinir ki kurucu güç yani egemen sınıf iktidarını öyle kuzu kuzu terk etmez. Bugün sorun bu mücadeleyi verecek bir gücün olmayışı ve bu mücadelenin toplumdaki diğer katmanlarca da desteklenmemesi.

“Çünkü, egemenlik kavramı “üstünde hiçbir gücün bulunmadığı laik bir iktidarı gösterir. İktidarı onun dinamiğinin dışında gören her kavrayışa karşı ise polemikçidir. Temel özellikleri ise meşru şiddet tekeli, ki siyaset biliminde istisna hali teorileri, devletin şiddet tekelini temel alarak yola çıkar, toplumsal mübadelelerin ölçü birimini belirleme/biçimlendirme tekeli, iletişim biçimlerinin tekil yapılandırılmasıdır. Başına ‘ulusal’ kavramının konması ise egemenlik kavramını kusursuzlaştırıcı, kutsayıcı bir işleve yöneliktir. Burada ulus kavramı, egemeni tinselleştirerek mutlak bir kendilik haline getirir. Özetle, egemen mutlak bir iradedir”[1]

Yani AKP’nin kapatılmamış olması İstisna haline ve egemenin mutlak iradesine son vermedi. Tersine hâlihazırda bir tür göreli pat durumu yaşansa da mücadele sürüyor. Egemen hâlihazırda kendi güçleri için tehdit olarak algıladığı ABD, AB ve onun uzantısı olarak AKP bu gücü hâlihazırda bugüne dek başvurduğu kriz yöntemleri ile çözemeyeceğini görmüş durumda. Bu yolda hukuk kullanıldı ama hukukun da sınırları olduğu görüldü.

Dolayısıyla bu mücadele toplumun en zayıf karnı olan ekonomi ve güvenlik üzerinden tekrar sahneye konacaktır.

Bu noktada Foucault’yu hatırlamanın tam sırasıdır.

“Fransız Devrimi’nden bu yana bütün dünyada kaleme alınan anayasalar, yazılan ve değiştirilen kanunlar sürekli ve bol gürültülü yasal etkinlikler bizi yanılsamaya itmemelidir: Bunlar özünde normalleştirici bir iktidarı yenir yutulur kılan biçimlerdir.”

Kısacası mücadeleyi hukuk üzerinden inşa eden, anayasal bir devlet talebi ile yola çıkan sol aslında tam da yıkmak, aşmak, dönüştürmek istediği siyasal düzeni pekiştirmiş olur. Solun bu mücadeleyi kuracağı alan hukuk değil, siyaset olmak zorundadır.

Siyaset ise “yukarıda” değil “aşağıda” yapıldığında sol bir nitelik kazanır. Aşağıda derken şunu demek istiyorum, toplumun gündelik yaşamı içinde esas etkileyici olgulara dönük pratik, dönüştürücü, kurucu edimlerle cevap vermek.

Yani insanlara yaşanan siyasal düzenin ebedi, değişmez olmadığını “bir başka dünya”nın mümkün olduğunu gösteren bir “iyi pragmatizm” inşa etmek. Ya da unuttuğumuz ağ siyasetini taban siyasetini hatırlayarak esas en alttakileri, bu düzenin mağdurlarını kazanmak ekseninde çözüm odaklı siyasal projeleri hayata geçirerek “eskini kabuğunda yeni düzeni inşa etmek”. Bu bağlamda Tanıl Bora’nın “İki Sinizm, İki Pragmatizm ve "Eylemi Yeniden Düşünmek" (Birikim, Sayı: 210) başlıklı yazısının yeniden hatırlamanı ve sol bir alternatifi yukarıda değil aşağıda inşa etmenin/örmenin hatırlanmasının tam zamanı.


[1] Emrah Köksal, Bir Yönetim Tekniği Olarak Kriz: 'İstisna Hali'nin Eleştirisine Doğru, http://www.turkishweekly.net/turkce/makale.php?id=123