Sığın(ama)mak: Sığınmacılık ve mülteciliğin Türkiye Seyri

“Kendi açımız dururken, bir de davetsizleri mi doyuracağız…”

Çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar, devlet zulümleri, silahlı gruplar ve çetelerin saldırıları, jeopolitik değişimler, cinsel yönelimden ötürü baskılar vb sebeplerden ötürü, zorla yerinden olan (edilen) insan sayısı hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde artmaktadır. Zorla yerinden edilenler, dünyada en hassas ve en yardıma gereksinim duyan toplulukların başında gelir. Ancak yerinden edilenlere yönelik uluslararası ilgi ve destekler, yeterli ve istikrarlı görünüm sergilemediği gibi, çatışma ve toplu ölüm durumlarında mümkünken uluslararası toplumun ve medyanın ilgisi başka yöne kaydığı anda sona erebilmektedir.

Kendilerinin kontrolleri dışında gerçekleşen olayların kurbanları olarak mülteciler, zorla yerinden edilen toplulukların önemli oranını teşkil eder. Mülteciler, Sancar ve Peker’e göre insanlığın kıyısında yaşamaya mahkûm edilmiş ya da edilmek istenen geniş bir insan grubudur.[1] Mülteci (refugee), 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre, kendi ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü sebebiyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle oraya dönmek istemeyen kişi olarak tanımlanıyor.[2] Kullanımda karıştırılan sığınmacı kavramı ise (asylum-seeker), sığınma arayan, mülteci olarak kabul edilmek üzere başvuru yapmış ancak başvurusu henüz sonuçlanmamış, cevap bekleyen kişileri tanımlamaktadır.

Fakir ve zengin ülkeler arasındaki eşitsizlikleri artıran küreselleşme süreci küresel göçleri de içine almaktadır. Çatışmaların artmasının yanında marjinal grupların ve göçmen karşıtı eğilimlerin de artması durumu söz konusudur. Bunu teyit eden bir örnek olarak, 1980 sonrasında artan kitlesel mülteci akınları sonrasında hükümetlerin sığınma politikaları sertleşmiş ve yabancı karşıtı söylemleri eylemlere döken gruplar nüvelenmeye başlamıştır.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antònio Guterres, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde yaptığı açıklamalarda dünya yerinden edilen, vatanların kopan insan sayısının 42 milyona ulaştığını ifade etmiştir.[3]Sığınmacı ve mültecilere yönelik muamele standartları konusunda günümüz dünyası yüz kızartıcı bir karneye sahiptir. Bazı sanayileşmiş ülkelerin kıyamet senaryolarını andıran, panik yaratan söylemlerine ve koparttıkları onca gürültüye rağmen dünyadaki bu 42 milyon mültecinin % 80’i gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Örneğin 2006 istatistiklerine göre, Fransa’da 186 bin, Birleşik Krallıkta 314 bin, ABD’de yaklaşık 1 milyon kişi Birleşmiş Milletlerin ilgi alanına girerken; Colombia’da 3 milyon, Demokratik Kongo’da 1,8 milyon, Irak’ta 2,1 milyon, Nepal’da 3,6 milyon, Pakistan’da 1 milyon, Sudan’da 1,6 milyon, Suriye’de 1 milyon, Uganda’da 2 milyon kişi bulunmaktadır.[4] Yani bu konuda asıl yük gelişmiş ülkelerin sırtında değildir, aksine Antònio Guterres’in söylemiyle en dar mali imkânlara sahip fakir ülkeler, ev sahipliği yaptıkları mülteciler nedeniyle en yüksek bedeli ödemektedir.*

Türkiye, sığınmacılık ve mültecilik alanında, uygulamalar ve yaklaşımlar açısından dünyadaki istisnai ülkelerdendir. Türkiye, yukarıdaki mülteci tanımına esas teşkil eden Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre Protokolüne taraf olmuştur. Ancak sözleşmeye 1961 tarihindeki düzenlemeyle ‘coğrafi çekince’ koymuştur.* Buna göre Türkiye, sadece Batı Avrupa’dan gelenleri mülteci olarak kabul etmekte ve mültecinin tanımına “Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle” ifadesini eklemektedir.[5] Cenevre Protokolü, taraf olan tüm ülkeleri uygulanacak politikalara tabi tutmaktadır ve mülteciler konusunda taraf ülkeleri sorumlu kılmaktadır. Ancak Türkiye bu sınırlandırması nedeniyle bu yükümlülükleri yerine getirmemektedir. Türkiye, Batı Avrupa dışından gelenleri ise ‘geçici sığınmacı’ olarak adlandırılmakta ve sığınmacılık işlemlerini Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içerisinde yürütmektedir.*

Türkiye’nin bu tavrında temel etken göç ülkesi olma korkusudur. Konumu gereği, fakir Güney ve Doğu ile zengin Kuzey ve Batı arasında bir köprü vazifesi gören Türkiye’nin hep avantajlarından bahsettiği coğrafi konumundan tezahür eden bu kez olumsuz bir durum söz konusudur. Ancak bu coğrafi çekince göç güzergâhı açısından kilit bir konumu olan Türkiye’nin yoğun bir göç sirkülâsyonuna uğramasını engelleyememektedir. Bu coğrafi sınırlama sadece hukuki yükümlülüğün icrasıyla ilgilidir. Coğrafi çekincenin kaldırılması tartışmalarında ise Türk tarafı, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarına zarar verilmeyecek şekilde çözüm bulunması gerektiğini, zira 1980’li yıllarda tırmanmaya başlayan ve dünya konjonktürünü değiştirecek nitelik taşıyan toplu nüfus hareketlerinden oldukça fazla etkilenildiğini, İran-Irak savaşı, Yugoslovya’nın bölünmesi, Bulgaristan’dan sınırdışılar, Körfez Krizi, Kosava’daki olaylar ve Ahıska Türklerinin sürgünü gibi gelişmeler sonucunda 1 milyona yakın göçmenin Türkiye’ye kabul edildiğini söyleyerek, katılım aşamasında Türkiye’ye doğrudan bir mülteci akımını teşvik etmeyecek şekilde gerekli mevzuat ve altyapı değişikliklerinin gerçekleştirilmesini ve AB ülkelerinin külfet paylaşımı konusunda gerekli hassasiyeti göstermelerini istemektedir. [6]

ANADOLU’NUN ORTASI: MÜLTECİLER İÇİN DOĞAL KONTROL

Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne miras bıraktığı olgulardan biri de göçtür. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yıllarından uzun yıllar boyunca itibaren yoğun bir göç almaya başlamış, Türkiye ile bağı olan topluluklar kitlesel olarak bu ülkeye gelmişlerdir. Zorunlu göçler, kırdan şehre göçler, 1980 sonrası yoğunlaşan Kürt göçleri vesilesiyle Türkiye, sadece dış göçe değil iç göçe de yabancı sayılmaz. Diğer taraftan Türkiye kuruluş yıllarından itibaren ülkedeki azınlıkların başka ülkelere göçüne de tanıklık etmiştir. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, İsrail’in kuruluşu azınlıkların Türkiye’den ayrılmalarına mahal vermiştir. Ayrıca Süryani, Yezidi gibi etnik gruplar da artan baskı ve zulümler nedeniyle Avrupa ülkelerine mülteci olarak yerleşmeye başlamışlardır.

Türkiye, küreselleşmenin ivme kazandığı 1980’lerin başından itibaren rağbet gören bir sığınma ülkesi olmaya başladı. Ortadoğu ve komşu ülkelerin baskıcı rejimlerinden kaçanlar ilk mültecileri oluşturur. Ülkeye gelen ilk kitlesel mülteci grubu ise 1979 İran Devrimi’nin mağdur bıraktıklarıdır. Ardından İran-Irak Savaşı, Körfez Krizi ve günümüze dek gelen bitmeyen Irak işgali Türkiye’ye mülteci kaynağı sağlayan olaylardır.[7] 2000’li yıllara dek Türkiye’ye gelen mültecilerin büyük kısmını Ortadoğu ülkelerinden gelenler teşkil ederken, bu yıllardan sonra Asya ve Afrikalıların da yoğunlaşmasıyla ilticacıların menşe ülkeleri çeşitlenmeye başlamıştır.

Türkiye’de, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği kayıtlarına göre 2009 Temmuz ayı itibariyle, mülteci statüsü alamamış sığınmacılarla birlikte toplam 17,615 kişi bulunmaktadır.* Bunların 10,584 tanesi mülteci statüsü sahibi, 6,970 tanesi de mülteci başvurusunda bulunmuş sığınmacılardan oluşmaktadır. 61 kişi de Birleşmiş Milletlerin ilgi alanı dışındaki yabancılardır. Nisan ayı verilerine göre 50 ülkeden 143 farklı etnik gruba mensup mülteciler içerisinde Irak (8,315) İran (4,186) Afganistan (3,206) Somali (1,244) Sudan (239) Eritre (108) Özbekistan (98) bu ülkelerin başını çekmektedir.[8]

Türkiye’nin mülteciler için zorunlu ikamete tabi tuttuğu 30 tane il olmasına rağmen mülteciler daha fazla şehre dağılmış durumda. Bu şehirlerin başını 4 binin üzerinde kişi ile Van, 3 bine yakın kişi ile İstanbul, 1000 ile 1500 arası mülteciler ile Afyon, Ankara, Gaziantep, Isparta, Kayseri, Konya ve Nevşehir çekmektedir.* Mülteci ve sığınmacıların Türkiye’de yerleştirildiği şehirler incelendiğinde Orta Anadolu şehirlerinin fazla olduğu görülecektir. Bundaki gaye güvenlik ile açıklanabilmektedir. İçişleri Bakanlığı bu illeri belirlerken yabancıların daha kontrol edilebilir olacağı ve demografik bakımdan daha uygun gördükleri bu şehirleri belirlemişlerdir. Deniz kıyısı, sınır illeri gibi kontrol edilmesi zor bölgeler daha az tercih edilmiştir.

Diğer taraftan dünya üzerindeki çeşitli ülkelerde Türkiye’deki durumlardan kaynaklanan olaylar neticesinde mülteci durumuna düşmüş 250 bin civarında kişi bulunmaktadır. Yani Türkiye, sığınmacılık ve mültecilik bakımında hem transit hem hedef hem de kaynak ülkedir.

TURİSTLE EŞİT, ÇALIŞMASI İÇİN ÖZEL YETENEKLİ OLMASI GEREKEN, GELİR GETİRİCİ BİR TOPLULUK MÜLTECİLER

71 milyonluk nüfusu ile dünyada büyüklük bakımından 17. sırada yer alan Türkiye, sadece 17 bin civarında mülteci ve sığınmacıyı barındırmaktadır. Bu sayı için yeterli imkânları sağlamanın Türkiye’ye pek de büyük mali külfetler getirmeyeceğini ortadadır. Ancak sığınmacı ve mültecilerin yaşadıkları koşullar bunu kara çıkartmaktadır. Mülteciler, sığındıkları Türkiye’de yaşamlarını çok zor şartlar altında idame ettiriyor. Sağlık, eğitim, barınma, beslenme, rehabilitasyon, refakatsiz çocukların durumu konularında Türkiye’nin sicili hiç de iyi sayılmaz. Bir anlamda mültecilere buraya gelmelerinin cezası ödetilmektedir. Mülteciler ve turistler aynı kefeye konarak kaldıkları süre içinde kendi başlarının çaresine bakmalarını istemektedir. Örneğin 2006 tarihli Uygulama Talimatında doğrudan “Başvuru sahipleri ile statü almış mülteci ve sığınmacıların tüm sağlık giderlerinin kendileri tarafından karşılamaları esastır” deniyor.[9] Temel gereksinimleri karşılamada ise geçici çözümler olsa da deyim yerindeyse salla patı gitmektedir.

Mültecilerin yaşadıkları zorluklar, insani yardım açısından koşulların yetersiz olmasıyla bitmiyor. 2006 yılından beri sığınmacı ve mülteciler için çalışma izni alabilme durumu söz konusu, ancak bu pratikte neredeyse imkânsız. Şu ana kadar bu izni alabilen yok. Yasa çalışma izni alacak kişinin öncelikle mülteci statüsü almasını sonra özel bir yeteneği olmasını ve izin almak için de bunu ispatlamasını zorunlu kılıyor. Ayrıca bir de işverenin mültecinin talip olduğu pozisyonun bir Türk vatandaşı tarafından doldurulamayacağını kanıtlaması gerekiyor.[10] Tüm bu durumlar mültecileri gelir getirici işlerde kaçak çalışmak zorunda bırakıyor. Emek sömürüsü had safhada. Çalışıp para alamayınca şikâyet etme hakkı yok, çünkü kendisi kaçak çalıştığı için ceza alabiliyor. Bunun yanında Türkiye, yine dünyada istisnai olarak, kendine sığınanlardan para alan bir ülke. Sığınmacı ve mültecilerin kaldıkları süre boyunca bir nevi ‘toprak parası’ vermesi gerekiyor.* İtalya’dan antik kazılar için gelenlere bile Başbakan’ın Berlusconi ile dostluğu nedeniyle af getirilirken çoğu temel gereksinimlerini karşılayamayan bu insanlar, zorunlu bir kurala tabi tutularak düzenli biçimde toprak borcunu ödemek zorunda bırakılıyor. Yani Türkiye’de mülteciler gelir getirici bir topluluk. Dahası BMMYK, yoğun dosya yükü ve mülteci kabul eden ülkeler azlığı nedeniyle üçüncü ülkeye yerleştirme işlemlerini uzun sürede gerçekleştirmekte, sonuçta bu kişilerin yaşadıkları zorluklar uzun süre devam etmektedir.

Kamuoyundaysa mülteci ve sığınmacılarla ilgili, önyargılarla, geçmiş deneyimlerin etkisiyle ve milliyetçi/zenofobik tepkilerle beslenen bir zihniyet algısı hâkimdir. Toplumda mülteciler sorunları, yaşadıkları ya da zor koşulları ile değil ‘yabancılıklarıyla’ görünür kılınmaktadır. Mültecilerle ilgili yanlış genellemelerin hâkimliği bu kişilerin bulundukları koşulları daha da zorlaştırmaktadır. Mülteciler için genelde bizden olmayan bir öteki, olmaması/uzak durulması gereken yabancı ve ‘davetsiz misafir’ler, ‘daha iyi bir yaşam için vatanını satanlar’; özelde İranlılar için ‘vatan haini’, ‘rejim düşmanı’ algısı, Afrikalılar için uyuşturucu satıcıları, Doğu Bloğundan gelenler için ise fuhuş sektöründekiler algısı vardır.* Pakistan, Afganistan, Irak, Filistinliler için diğerlerinden daha olumlu algılar vardır. Bu kişiler Hıristiyanların zulmüne uğradığı kişiler olarak değerlendirilmekte ve daha çok destekler verilmektedir.

Kanımca Türkiye’nin mülteci algısını bu noktaya getiren olaylar arasında şu noktanın büyük etkisi olmuştur: Birincisi, Körfez Savaşı sırasında Saddam korkusuyla Türkiye’ye sığınan binlerce peşmergenin daha sonra PKK’lı olup dağa çıktıkları iddiasıdır. İkincisi ise, Türkiye'den giden sığınmacılarla bu Türkiye'ye gelen yabancı sığınmacıları aynı gözle değerlendirmenin sonucu oluşan ‘aykırı insan’ algılamasıdır. Bu, PKK ya da sol terör gruplarından Avrupa’ya iltica edenlerle ilgili toplumda oluşan kanının Türkiye’ye gelenlere yönelik bir versiyonudur.*

Sonuç olarak, milyonlarca insan baskıdan kaçarak yeni bir yaşam umuduyla başka ülkelere sığınma çabalarına devam ederken Türkiye’de uygulamaların ve yasal çerçevenin mülteciler ve sığınmacılar için temel haklara sahip olarak sığınmalarına imkân vermeme durumu söz konusudur. AB süreci Türkiye’nin iltica ve göç mevzuatına da temas etmiş ve değişimler için düğmeye basılmıştır. Ancak Türkiye, bu konuda kuzu postuna bürünmüş kurt gibi davranmakta, ulusal çıkarlarını öne sürerek binlerce insanın yaşamında telafi edilemez yaralar açıldığını görmezden gelmektedir. Komşusu İran, Suriye, Irak, Yunanistan’da mültecilerin sayısı milyonlara ulaşırken Türkiye’de 17 bin gibi komik bir sayı olması, dahası bu insanların da zor koşullar altında yaşaması, göç ülkesi olma korkusuna bağlanamaz. Türkiye zaten bir göç ülkesidir ve konumu gereği dünyanın en önemli göç rotalarından biridir. Yerinden edilmiş kişiler konusunda daha fazla hassasiyet gösterilmesi, göçe yönelik yasal kanalların açılması, iltica mevzuatının değiştirilmesi, Türkiye’ye sığınanlara insani koşulların sağlanması, sınırdışı edilmemesi ve kamuoyundaki önyargıların değiştirilmesi için çalışmalar yapılması gerekmektedir. Ancak elbette insanların yerinden olmasına yol açan, yaşadıkları yerlerden koparan gelişmelerin önlenmesi için çalışmalar ve işbirlikleri yapılmalıdır. 2500 yıl önce yaşayan Atinalı oyun yazarı Euripides’i hatırlayıp bitirelim: “Dünyada bir kişinin vatanını kaybetmesinden daha büyük bir keder yoktur”.


[1] Bülent Peker ve Mithat Sancar, Mülteciler ve İltica Hakkı, (İnsan Hakları Derneği İktisadi İşletmesi Yayını, Ocak 2005), s. 6.

[2] Sığınma ve Mülteci Konularındaki Uluslararası Belgeler ve Hukuki Metinler, (Ankara: BMMYK Türkiye Temsilciği, 1998), s. 68.

[3] http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=20.06.2009&ArticleID=941356

[4] Statistical Yearbook 2006 (Switzerland: UNHCR, 2007), s. 81-82-83.

* Bu konuda Peker ve Sancar şunları söylemektedir: “Özellikle zengin devletler, uluslararası koruma mekanizmalarını dar çıkarlarına aykırı buluyor; savaş gereçleri ve işkence aletleri satarak, baskıcı rejimleri destekleyerek tahrip ettikleri insan geleceği konusunda sorumluluklarını inkâr ediyorlar”. Peker ve Sancar, a.g.e, s.6.

*Türkiye dışında coğrafi çekince koyan diğer iki devlet Vatikan ve Madagaskar’dır.

[5] İltica ve Göç Alanındaki Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Eylem Planı s.5.

* Mülteci ya da sığınmacılar için sığındıkları ülkede uygulanan iki uygulama, sığınılan ülkede entegrasyon ya da menşe ülkeye geri dönüştür. Ancak Türkiye’deki bu yasal durum Türkiye’ye özgü başka bir uygulamayı beraberinde getirmiştir: Mültecileri, menşe ülke ve Türkiye dışında üçüncü bir ülkeye yerleştirme işlemi. Bu üçüncü ülkelerin başlıcası ABD, Kanada, Avustralya ve bazı Avrupa ülkeleridir.

[6] Ulusal Eylem Planı s.37.

[7] İstanbul’daki Göçmenler: 2000’lerden Bir Görünüm, (İstanbul: British Coincil, Ocak 2009) s. 4.

*Ancak kayıtsız olanların sayısının bunun kat kat üstünde olduğu ifade edilmektedir. Kayıtsız ve çoğu Türkiye’yi transit geçiş için kullanacak olan kayıtsızların sayısı ile ilgili 400 bin ile 2 milyon kişi arasında bir sayı tahmin edilmektedir. Bu konuda bakınız: Gelecek Arayanların Göç Haritası, İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası çalışması.

[8] Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği istatistikleri: www.unhcr.org.tr

*Diğer iller Adana, Adapazarı, Ağrı, Aksaray, Amasya, Antalya, Bilecik, Burdur, Çankırı, Çorum, Eskişehir, Hakkari, Hatay, Kahramanmaraş, Karaman, Kastamonu, Kilis, Kırıkkale, Kırşehir, Kütahya, Mardin, Mersin, Niğde, Şırnak, Sivas, Tokat ve Yozgat.

[9] TC İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü, Uygulama Talimatı, Genelge No: 57, 22 Haziran 2006, s. 20.

[10] İki Arada Bir Derede: Türkiye’deki Mültecilere Korunma Sağlanmıyor (Uluslararası Af Örgütü Yayınları, 2009), s. 22.

* 6 aylık ikamet ücreti son zamlarla birlikte kişi başına 325 TL oldu

*Bizim atalarımız bu vatanı taşla sopayla kurtardı, vatana ihanet etmediler”, “Hainlik yapmasaydı da vatanında dursaydı”, “Kendi vatandaşımızın hakkını bunlara veremeyiz”, “Bizim yoksulumuz dururken bu vatan hainlerini mi besleyeceğiz”, “Bizim kendi açlarımız dururken bir de bu davetsizleri mi doyuracağız” gibi ifadeler alanda çalışanlar tarafından çok sık duyulmaktadır.

* 32 kişinin hayatını kaybettiği Seferhisar Faciası ile kamuoyunun daha fazla dikkat kesilmeye başladığı Ege açıklarında ölümlere artık Türkiye’de mülteci lügatünün sıradan olayları oldu. Bu konuda bkz. Stuck in a Revolving Door: Iraqis and Other Asylum Seekers and Migrants at the Greece/Turkey Entrance to the European Union, http://www.hrw.org/en/reports/2008/11/26/stuck-revolving-door-0 BM tarafından mülteci statüsü tanınmasına rağmen iki defa sınırdışı edilen Özbek Mülteci Olayı, gözaltına hayatını kaybeden Festus Okey Cinayeti ile Dicle’de boğulan mülteciler kamuoyunun ilgi gösterdiği diğer olaylardı.