Maria Iordanidu'nun Kaleminden Ermeniler ve İstanbul'da Ermeni Avı

Giriş

İstanbul doğumlu Rum yazar Maria Iordanidu bir çok eserinde İstanbul, Atina, İskenderiye gibi önemli Helenizm merkezlerine odaklanarak bu şehirlerde dönemin siyasal koşulları ile gündelik yaşamını gerçekçi bir şekilde yansıtmaya çalışmıştır. Bu yönüyle Yunan Edebiyatı’nda kendine has bir yere sahip olan Iordanidu, 19. yüzyıl Osmanlı tarihine damgasını vuran, hükümetin Ermeni vatandaşlara yönelik baskı ve zulüm politikasına da kendi büyükannesinin yaşamını yansıttığı Loksandra isimli kitabında ayrıntılı şekilde olmasa da değinmiştir. Bu çalışmada Iordanidu’nun bu süreci ve Ermeni kimliğini nasıl yansıttığı incelenecektir. Bu bağlamda yazarın yarattığı ana karakter Loksandra Ermenileri Türkler kadar uzak bir toplum olarak görmesine rağmen, onlara yönelik şiddet eylemlerinin ardından Ermenilere karşı bir merhamet ve koruma güdüsünü geliştirmiştir.

Ermeniler: “Başka dünyanın insanları”

Maria Iordanidu Loksandra isimli eserinde I.Dünya Savaşından önceki yıllarda+ İstanbul’da yaşayan bir Rum kadınının gündelik hayatını, dünyayı ve insan ilişkilerini yorumlayışını anlatmaktadır. Söz konusu dönemde farklı etnik ve dini kimlikler arasındaki ilişkilerin sınırlılığı ve buna rağmen kaynaşmışlığı (buna bir tür iç içe geçmişlik de denilebilir) romanda dikkat çekici şekilde yer almıştır.

Bu bağlamda, Ermenilere ve Ermeniliğe dair unsurlara eserin farklı yerlerinde rastlanmaktadır. Romandaki ilk Ermeni karakter üçüncü bölümünde tanıtılan Loksandra’nın yardımcısı Tarnanas’tır. Tarnanas’ı Loksandra’nın yanında çalışması için onunla tanıştıran ise yine Ermeni bir balıkçıdır. Balıkçı romanda çok önemli bir yer tutmadığından ve bu nedenle yeterince tasvir edilmediğinden, yalnızca Tarnanas ile ilgili bir değerlendirme yapmak mümkündür. Tarnanas zamanın çoğunu tencereleri ovmak, kıyma yapmak ve kümes hayvanlarını yolmakla geçiren çalışkan, telaşlı ve sevimli bir genç olarak yansıtılmıştır[1]. Bu bakımdan olumlu bir karakter olduğu söylenebilir.

Ancak Ermenilere dair tasvirlerin asıl dikkat çekici olan yanı, Ermeni kadınlarının Müslüman (Türk) kadınları ile benzeştirilerek anlatılmasıdır. Örneğin Loksandra hamama gittiğinde hem Türk hem de Ermeni kadınlarının ellerine kına yaktıklarından ve kına kuruyana kadar canları sıkılmasın diye topik, yalancı dolma ve yağlı yemekler yiyerek zaman geçirdiklerinden bahsetmektedir[2]. Bir başka bölümde, yine Loksandra üvey yeğeninin eşi Harikleia’ya kızı Agatho’nun oturmakta oldukları Bakırköy semtinden (Makrohori), Stavrodromi’ye taşınmak istediğini anlatırken, Harikleia Bakırköy’ün Türk ve Ermeni dolduğundan yakınmaktadır[3].

Bu örneklerden yola çıkarak romandaki karakterlerin kişisel ilişki içinde oldukları Ermenileri daha olumlu görürken, genel olarak Ermeni unsura karşı pek de olumlu olmayan bir bakış açısına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Iordanidu’nun karakterleri oluştururken bu ikilemi ifade etmesi Osmanlı toplumunda yaşanan gerçekliğe daha uygun düşmektedir.

Son dönemde Osmanlı İmparatorluğunda cemaatler arası ilişkiler üzerine yapılan araştırmalarda cemaatlerin birbirinden kopuk yaşadıkları savına karşı çıkılmaktadır. Buna rağmen, Osmanlı’da Müslüman olmanın ve olmamanın büyük bir fark yarattığı da su götürmez bir gerçektir. Müslümanlar devlet yönetimi kadrolarına ve orduya girebilmekte, mahkemeleri diğer cemaatlerin mahkemelerinden daha üst düzeyde kabul edilmekteydi. Ancak Tanzimat Fermanı ile Müslüman halk daha önceden sahip olduğu avantajları yitirmiş, ülkenin diğer vatandaşlarıyla eşit hakları paylaşmak zorunda kalmıştır. Bununla beraber, sistemdeki değişimlerden daha da önemli olarak toplumsal yaşam içinde bilfiil somut bir ayrımın bulunmadığı da söylenebilir. Pek çok Osmanlı kentinde farklı etnik kökenlere göre mahalleler inşa etmek yerine genellikle aynı sınıftan insanların birbirine yakın oturdukları bilinmektedir. Bu sınıfsal farklılığın sonucunda oluşan yerleşim merkezlerinin varlığının Osmanlıdaki farklı cemaatlerin birbirine geçiş yapabilme (toplumsal ilişkiler bakımından, din değiştirme manasında değil) ve birbirleriyle iletişim kurabilme kabiliyetlerini arttırdığı anlaşılmaktadır[4]. Osmanlı toplumunun bu özelliklerine romanda da rastlamaktayız. Örneğin, yazar, imparatorlukta yaşamanın bir sonucu olarak pek çok farklı etnik ve dini kökenden gelen insanın bir arada hayatlarını sürdürdüğünü vurgulamıştır. Loksandra’nın alışveriş yapmak dışında, konuşup dertleştiği yumurtacı Tatar, balıkçı Ermeni, fırıncı Epirli Rum, ciğerci Arnavut, helvacı ise Fars’tır[5]. Ayrıca, Loksandra, bekçi Ali’ye sabaha kadar uykusuz kaldığı için acıdığından her sabah kahve ikram etmektedir[6]. Öte yandan, yerleşim yerlerinde ayrımın etnik kökenden çok ortak sınıftan olmakla alakalı olduğu savıyla örtüşür şekilde romanda, üst sınıf sayılabilecek olan Loksandra’nın komşusunun Ali Paşa olduğunu görmekteyiz[7].

Elbette farklı etnik kökenlerin bir arada yaşayıp, sınırlı da olsa bir ilişki içinde olmaları, cemaatler arası sıkı bağların kurulduğu anlamına gelmemektedir. Zaten romanda da bu tür bir örneğe yer verilmemektedir. Bununla beraber, Iordanidu, Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerden Tatavla’yı (günümüzde Kurtuluş) anlatırken, hiçbir Türk’ün buraya ayak basmadığını ifade etse de[8], bunun semtin sakinlerinin etnik kökeni kadar sınıfsal yakınlığından da kaynaklandığı düşünülebilir. Şüphesiz mahalleler arası fiziksel ayrıma ekonomik açıdan bir açıklama getirilmesi, gayrimüslimlere yönelik genel manada bir ayrımcılığın olmadığını kanıtlamaz. Ancak bu konu makalenin çerçevesi dışındadır.

Ayrıca Loksandra’dan cemaatler arası toplumsal ilişkiler konusuna dair pek çok farklı örnek vermek mümkündür fakat çalışma yalnızca Ermeniler ile sınırlı olduğundan bu kadarı yeterli görülmüştür.

Romanla ilgili ikinci önemli nokta Ermenilere yönelik şiddet eylemlerinin detaylı ve çarpıcı bir şekilde konu edilmesidir. Rum tebaanın bir üyesi olan Loksandra’nın bir başka cemaatten Ermenilere karşı uygulanan baskı ve zulüm ile ilgili düşünceleri yazarın yalın ancak yalın olduğu ölçüde etkileyici ifadelerinde somutlaşmaktadır. Ancak öncelikle konuyu dağıtmaktan kaçınmak amacıyla fazla detaylandırmadan da olsa, sorunun tarihsel gelişiminden bahsetmek yerinde olacaktır.

Sultan Hamid ve “Ermeni Avı”

Bilindiği üzere, 1878 Berlin Konferansı sonrası Osmanlı yönetimi ve Ermenileri karşı karşıya getiren bir dizi gelişme yaşanmıştır. Ermenilerin bağımsızlığını amaçlayan Hınçak ve Taşnaksutyun örgütlerinin kurulmasından sonra, hükümetin Kürtlerden oluşan Hamidiye Alaylarını oluşturması ve 1894’te bu gayri resmi birliklerin Ermenilere yönelik gerçekleştirdiği katliamlar döneme damgasını vurmuştur. 1895-96 yıllarında da Doğu vilayetlerinde katliamlar gerçekleştirilmiştir[9]. Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler açısından özellikle bu yıllarda yaşanan katliamlar daha önceki yıllardaki seyrek ve yerel nitelikte olanları ile karşılaştırıldığında, gerçekten felaket boyutunu almıştır. Hamidiye Alayları ile birlikte “katliam kurumsallaştırılmıştır.[10]” İstanbul’da Ermeni grupların Osmanlı Bankasını patlatma girişimleri başkentte de katliamların yaşanmasına bahane oluşturmuştur. Bu süreçten sonra Osmanlı hükümetinin asayişi sağlaması ve denetimi ele geçirmesi bir müddet aradaki çatışması yatıştırsa da[11] 1915 olayları Ermeni cemaati ile devletin ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir. Iordanidu da bu süreçte İstanbul’da yaşanan katliamı anlatmaktadır.

Loksandra günlük yaşamın içinde siyasetten uzak, sevgi ve şevkatle ördüğü sakin hayatında güvenle yaşamını sürerken, politik çıkarların neden olduğu çatışmalara bir anlam verememekle beraber yaşananlara büsbütün de kayıtsız kalmayan bir karakter olarak çizilmiştir. Yazar Ayastefanos Antlaşmasının ertesinde yaşanan siyasi gelişmelere değinirken, Loksandra’nın bunlardan tamamen habersiz olduğunu şöyle fade etmektedir: “….Bu sırada Ermenilerin kendilerine vaat edilenlerden hiç bir şey alamadığını ve bu yüzden ayaklandıklarını ve Sultan Hamit’in ayaktakımını kışkırtıp, Kürdistan’dan baltalı Kürtleri getirttiğini ve önemli bir bayram günü; 15 Ağustos arifesinde, İstanbul’un sokaklarında Ermenilere karşı bir kıyım örgütlediğini, bütün bunları nereden bilecekti?[12]

II. Abdülhamid döneminde gerçekleştirilen bu kıyım Iordanidu’nun satırlarında daha geniş şekilde şöyle yer almaktadır:

Nasıl keyfi olmasındı? Tencereyi ateşe koymuş ve tavuk yumuşar yumuşamaz tuzuna bakmaya başlamıştı. Ansızın sokakta ayak sesleri ve vahşi bağırtılar duyuldu. Tarnana’ya,
-Bre, Tarnana, dışarıda n’olduğuna bakmak için kalkmayacak mısın?” dedi.
Ama Tarnana ne olup bittiğine bakmaya üşeniyordu çünkü dışarıyı görebilmek için lavabonun üstüne çıkması gerekiyordu zira mutfak bodrum katındaydı. Öyle bile koşuşan insanların ayaklarından başka bir şey gözükmüyordu. Loksandra çabucak mutfak sandalyesini kaptı, üzerine çıktı ve ne olduğunu seyretmeye başladı. Bir Kürt elindeki balta ile karşıdaki Mösyö Artin’in kapısını kırmaya çalışıyordu.
-Pa, Gözün kör olsun vahşi köpek!
Sandalyeden indi ve büyük çorba kepçesini kaptı.
-Dur, gör bak ona ne yapacağım ben.
Eteklerini topladı ve merdivenlere koştu. Merdivenlerde Kleio’yla çarpıştı.
Kleio yarı baygın bir halde:
-Kıyım anne, kıyım, dedi. “Panjurları kapatın”.
Loksandra Kleio’yu itti:
-Ne kıyımı mıyımı diyorsun be. Kürtün biri Mösyö Artin’in kapısını kırmaya çalışıyor, çekil şuradan da geçeyim.
Sultana yukarıdan yetişti, dışarıdan sesi duyulmasın diye Loksandra’nın ağzını kapatmaya Kleio ve Tarnanas da yardım etti. Onu pencerelerden uzaklaştırdılar, panjurları indirdiler. Hep beraber kömürlüğe saklandılar.
Vuruşma dövüşme, insanların ayak sesleri ve yürek parçalayıcı bağrışları bulundukları yere kadar geliyordu. Ve sonra bir müddet sessizlik oluyor ve kısa süre sonra sesler yeniden başlıyordu. Her defasında sessizlik olduğunda, Loksandra ileri atılıyor ve çorba kepçesini kapıyordu.
-Kale, bunlar Kürtler. Bırakın da ne olduğunu görmeye gideyim. Şeytan canlarını alsın bunların.
Etraf yatıştığında onlara yiyecek getirmek ve neler olduğunu görmek için Theodoros’un bürosundan bir çalışan geldi. “Ermeni kıyımı oldu”, diyordu, “ama Türkler Rumlara dokunmadılar, evlerinde Ermeni saklayanlar dışında”. Theodoros “Tarnanas’ın orada olduğunu Tanrı aşkına kimse duymasın” diyerek haber yollamıştı. Stavrodromi’de ortalık yatışmıştı ama dış mahallelerde kıyım hala devam ediyordu.
Bunun üzerine Loksandra korkmaya başladı ve Tarnanas’ı yatağının altına sakladı. Pencerelere yaklaşmaya korkuyordu, panjurları açmaya korkuyordu. Satıcılar her zamanki gibi sokaktan geçmeye başlamışlardı. Salepçi çıktı, ciğerci çıktı ve kediler onu hisseder hissetmez miyavlamaya başladılar. Loksandra kedilerini kömürlüğe kilitledi, “Susun be, sakın dışarıya çıkmayın yoksa sizi öldürürler”. Sütçü kapıyı çaldı, ama Loksandra içerden konuştu. “Süt eksik kalsın, boş ver. Çay içiyorlar”. Ancak yedinci gün sucu geldiğinde, ona kapıyı açmak zorunda kaldı çünkü artık evde su kalmamıştı. Hüseyin topallayarak içeriye girdi, mutfağa indi ve iki tulum suyu büyük küpe boşalttı.
Hüseyin çıkarken onu tatlılıkla selamladı ve kısa bir süre sonra yumurtacı geldi. Loksandra’nın camına vurdu.
“Kokona, yumurta almayacak mısın?”
Loksandra pencereyi araladı, ona baktı ve düşündü: “Acaba yumurtacısı Mustafa da o barbar köpeklerden miydi?”
Ertesi gün sabah oradan geçerken bekçi ona günaydın dedi ve tatlı tatlı baktı, kahvesini bekledi.
“Ona bir kahve pişir, bre Tarnana”.
Loksandra dış kapıyı açtı, eşiğe oturdu ve yeniden düşünmeye başladı: “Acaba bekçi de onlardan biri miydi, değil miydi?” Sonunda dayanamadı:
“Bre Memet, bana bir şey söylemeni istiyorum. Dün değil evvelki gün sokaklarda olan kıyımda sen orada mıydın değil miydin? Ama bana doğruyu söylemeni istiyorum”.
Vallah, billah! Memet orada değildi.
“Tabi ya ben söylemiştim!, Loksandra ağlamaya başladı. Niçin böyle öfkeden çılgına döndüler? O bahtsız Mösyö Artin’in onlara ne yapmıştı ki onu yakaladılar ve ona kıydılar. Hayır, söyle bana ne yapmıştı onlara?
Memet “Vah vah vah” dedi.
Kısa bir süre sonra ciğerci de “Vah vah vah” dedi.
Leblebici de “Vah vah vah” dedi. “Yanlış oldu”.
10-20 bin insan öldürüldü, evleri ve kiliseleri yağmalandı, bütün ailelerinin kökü kazındı, “Yanlış oldu”.
Kaldırımlardan akan kanı köpekler içti ve yine hayat hiç bir şey olmamış gibi akmaya başladı.
Tarnanas yatağın altından çıktı, Elegkaki geldi ve mutfakta hep birlikte yaklaşmakta olan Kleio’nun nişanına tatlı hazırlamaya başladılar…[13]

Romanın yine bir başka bölümünde de Ermenilere yönelik katliamlardan Tarnanas’ın da zarar gördüğünü öğreniyoruz: “…Tarnanas da ağlamaya başladı çünkü Erzurum’da Türklerin öldürdüğü babasını hatırlamıştı[14].

Yine bu şiddet eylemlerine Loksandra’nın kızı Kleio da değinmekte, Atina’ya yerleşme gerekçesi olarak Ermenilere yapılan kıyımdan duyduğu endişeyi göstermektedir: “Ben çocuğumu alacağım ve gideceğim, artık Türkiye’de oturmayacağım. Bir gün galeyana gelip o zaman Ermenilere yaptıkları gibi çocuğu gözlerimizin önünde katletmeyecekleri ne malum?[15]

Sonuç

Loksandra I.Dünya Savaşı öncesi dönemde Osmanlı ahalisinin günlük yaşamını yansıtması bakımından önemli bir edebi eser olarak değerlendirilebilir. Iordanidu romanda olayların merkezine özellikle Rumları yerleştirmiş olmasına rağmen, diğer imparatorluk unsurlarına da bu eklektik yaşamın bir parçası olarak yer vermiştir. Bu noktada dikkat çekici olan, günlük hayat içinde Ermenilere karşı olumsuz bir bakış açısına sahip olan karakterlerin, yaşanan katliamlar nedeniyle onlara acıma ile merhamet karışımı bir duygu geliştirmeleri ve Ermenilerin başına gelenlerden dolayı kendilerini de güvende hissetmemeleridir. Ancak Loksandra tüm bu katliamların sorumlusunun padişah olduğunu ve aslında yönetici konumunda olmayan sıradan Türklerin bu olaylara taraf olmadığını düşünmektedir.

II. Abdülhamid yönetiminin Ermeni cemaatine karşı takındığı olumsuz tavır ve uyguladığı şiddet Rum toplumunda da çeşitli şekillerde yankı bulmuş ve insanlar madden ve manen bu yaşanan gelişmelerden etkilenmişlerdir. Maria Iordanidu şahsen bu olayları yaşayıp görmese de kendi ailesinden dinlemiş olduğu anılar ve kendi yaşamında duyup gözlemlediği gerçekleri romanlarına taşırken Ermenilere dair ayrıntıları da gözden kaçırmamış, dikkatli bir okuyucunun görüp duyumsayabileceği küçük ipuçlarından, yüksek sesle vurgulanmış ifadelere kadar Ermenilik üzerine bazı unsurlara romanlarında yer vermiştir. Bu bağlamda, edebi eserlerin toplumsal gerçeklikler için somut tarihi bir belge niteliği taşımasalar da, en azından olayların toplumda yarattığı tepki ve sonuçları bildirmesi açısından önemli bir kanıt oldukları da yadsınamaz. Iordanidu Yunan Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak döneminin Ermeni olaylarına değinmeden geçmemiştir.

Kaynaklar

Iordanidu, Maria. Loksandra. Atina: Hestia, 2010.

Oran, Baskın. “Ermeni Diasporası: Hrant’tan Sonra Neredeyiz?”. Radikal Gazetesi. 18 Ağustos 2008. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=894178 [25.08.2010]

Quataert, Donald. Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922. İstanbul: İletişim, 2005.

Zürcher, Eric Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim, 2003.


+ Roman, Sultan Abdülmecid döneminde başlamakta, I. Dünya Savaşına kadar geçen süreci anlatmaktadır.

[1] Maria Iordanidu, Loksandra, (Athina: Hestia, 2010), 23.

[2] age, 59.

[3] age, 97.

[4] Donald Quataert, Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922, (İstanbul: İletişim, 2005), 249-258.

[5] Iordanidu, age, 125.

[6] age, 45.

[7] age, 62.

[8] age, 37.

[9] Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (İstanbul: İletişim, 2003), 126.

[10] Baskın Oran, “Ermeni Diasporası: Hrant’tan Sonra Neredeyiz?”, Radikal Gazetesi, 18 Ağustos 2008, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=894178, [25.08.2010]

[11] Zürcher, age, 126-127.

[12] Iordanidu, age, 141.

[13] age, 142-145.

[14] age, 57.

[15] age, 186.