50. Yılında Türkiye'den Göç

2011 yılı, Türkiye ile Almanya arasında imzalanan ilk konuk işçi anlaşmasının 50. yıldönümü. 50. sene nedeniyle, iki ülkenin ilgili devlet kurumları, üniversiteleri ve göçmenlerin oluşturduğu sivil toplum çalışanları tarafından çeşitli toplantılar gerçekleştiriliyor. Bu toplantılar, göçün farklı boyutlarını ele alıyor ve geçtiğimiz senelerin değerlendirmelerini yapıyor. Göç tartışmaları, konunun genişliği nedeniyle tek bir teorik çerçevede incelenemiyor. Ancak belli perspektifler ışığında ele alınıyor. Değerlendirme amaçlı düzenlenen bu toplantılar, göç konusunun genel hatlarıyla nasıl incelendiğini de özetliyor. Bu yazıda, hem 50. sene olması nedeniyle, ileride oluşturulacak siyasetler için, hem de konunun Türkiye’de giderek artan sayıda araştırmacı tarafından ele alınması nedeniyle, ileride yapılacak olan çalışmalar için, bazı önermelerde bulunmak istiyorum.

Göç kavramı hem olumlu hem olumsuz anlamlar ifade eden, insanlık tarihinin bütününü kapsayan bir kavram. Türkiye özelinde, bugün Avrupa, Amerika, Avustralya ve Kanada gibi uzak ülkeler ile Rusya ve Ortadoğu ülkeleri gibi geniş bir coğrafi alana yayılmış bir diasporadan bahsediyoruz. 1961 senesinden itibaren imzalanan konuk işçi anlaşmaları, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çeşitli ülkelere göç etmesini, yeni hayat hikayeleri kurmalarını sağladı. Göç bu anlamda yeni ufukları ve yeni fırsat kapılarını açtı. Diğer yandan da, gidilen ülkede ikinci insan olmanın zorluklarını ortaya çıkardı.

Bugün Türkiye kökenlilerin en çok sayıda bulunduğu Almanya devleti, göçmenlere vatandaşlık haklarını sunsa dahi, sosyal anlamda onları hala kabul edebilmiş değil. Nazi döneminin izlerini hala silmeye çalışan ülkede, son olarak ırklar arası eşitsizliği sözde bilimsel bir temele oturtan Thilo Sarrazin’in yaptığı açıklamalardan sonra, bugün göçmenler açıkça suçlanabiliyor. ‘Siyaseten doğru’ söylemlerin üzerini örttüğü ırkçılık, daha da görünür hale geliyor. Oysa ki bu üzeri kapalı ırkçılık, ülkede bulunan göçmenlerin –özellikle Avrupa dışından gelen göçmenlerin– günlük hayatlarında her zaman yaşadıkları bir olguydu.

Türkiye’den Almanya’ya yapılan göç günümüzde tartışılırken, vatandaşlık hakları, vatandaşlığın kavram olarak nasıl bir dönüşümden geçtiği göz önüne alınmıyor; bugün yaşayan üçüncü kuşak, ‘kayıp kuşak’ olarak nitelendiriliyor. ‘Kayıp kuşak’ mensupları Alman ve Türk toplumu arasında sıkışmış, iki ülkede de kendine ait bir yer elde edemeyen gençler olarak görülüyor. Deniliyor ki bu kuşak sabah işe kalkıp gittiğinde ‘Alman’dır, akşam eve geldiğinde izlediği dizilerle, dinlediği müziklerle ‘Türk’tür. Ne yazık ki bu tartışmaların hiçbiri yüzeysel bir aidiyet sorgulamasından ileriye gidemiyor.

Yapılan en büyük yanlışlık, tüm bu tartışmaların ve ilgili araştırmaların merkezlerine göçmenlerin uyumu konusunu koymaları. Oysa ki göç konusu, diğer birçok sosyal konular gibi, ancak ve ancak halihazırda süregelen bir sosyal dönüşüm perspektifinden bakılarak incelenebilir. Göç, doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde değil (örneğin, “Kısa vadeli ekonomik nedenler dolayısıyla göç edildi.” ya da “Göçmenler geldiği için ırkçılık arttı.” gibi söylemler değil), halihazırda var olan ve devam eden bir sosyal dönüşüm süreci içerisinde, bu süreci oluşturan unsurlardan ancak birisi olarak ele alınabilir.

Kısa vadeli ekonomik nedenler, altında yattıkları politik-ekonomik yapılar sorgulanmadan, ırkçılık hareketleri, Karl Polanyi’nin anlattığı şekilde bir toplumsal dönüşüm süreci göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. Ancak sorunsalların daha da derin bir kısır döngüye girmelerine neden olur. Karl Polanyi’nin anlatımında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ırkçılık hareketleri, bir önceki dönemde gerçekleşen birçok küçük değişikliğin bir araya gelmesi ile ortaya çıkmıştır. Hiçbir toplumsal hareket bu anlamda tek bir nedene bağlı olarak açıklanamamaktadır. Ancak tarihsel birçok küçük değişikliğin kalıntılarından meydana gelmektedir.

Uluslararası göç konusunda, bu nedenle hiçbir tartışma, merkezine göçmenlerin uyumu konusunu alarak başlatılmamalı. Tartışmanın merkezi, eğer konu emek göçü ise, ne tür politik-ekonomik yapılanmalar sonucunda ekonomik akışların değiştiği ve bu akışların ne tür bir emek gücü gerektirdiği üzerinde olmalı, göçmenlerin ulaştıkları yerlerde yaşanılan genel toplumsal değişimler üzerinde durularak ırkçılık süreçleri tarihsel olarak okunmalıdır. Bu anlamda, günümüzde sadece göçmenlerin neler yapabildikleri ya da yapamadıkları değil, aynı zamanda devletlerin neler yapıp, neler yapamadığı da sorgulanmalıdır. Ulus-devletler ne tür politikaları dolayısıyla, uluslararası göçün oluşumunu ve seyrini etkilemektedir? Dolayısıyla, 50. yılda ana tartışma konusu, göç ve göçmenlerin uyumu değil, öncelikle göç ve ulus-devletlerin dönüşümü ve uyumu şeklinde olmalıdır.

Bugün Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli birçok göçmenin sorguladığı üzere, daha önce ekonomik katkılar dışında ilgi göstermeyen devletlerin neden bugün göçmenlerin yanında yer aldıkları sorgulanmalıdır. Neden bugün diaspora kelimesinin giderek artan bir hızda kullanılmaya başlandığı, neden Türkiye devletinin ulus ötesi bir siyaset amaçladığı irdelenmelidir. Örneğin neden Türkiye ve Almanya devletleri bahsettiğimiz göç tarihinin ilk dönemlerinde sunmadıkları hizmetleri bugün fazlasıyla ve hatta ihtiyaç duyulmayan ölçüde sunmak istiyorlar? Burada göçmenlerin maddi birikimlerinden pay almak dışında, siyaset sahnesinde oy arayan politikacılar nasıl bir rol oynuyor? Bu anlamda devlet politikası merkezli tartışmalar, ‘Hangi devlet haklı, hangisi haksız?’dan ziyade, ‘Değişen toplumlarımızda ulus-devletler göçe nasıl uyum sağlayabiliyor?’ şeklinde olmalıdır. Aynı şekilde ‘Devlet mi suçlu göçmen mi suçlu?’ tartışması da bir o kadar anlamsız. Bu elma ile armudu karşılaştırmaktan farklı değil.


Bilhassa önemli olan, yüzeysel aidiyet sorgulamalarından ve karşı taraf suçlamalarından öte, göçmenlerin bugün yaşadıkları günlük hayat deneyimleri. İki devletin de bir an önce kabullenmesi gereken, önemli olanın göçmenlerin ‘gerçekten’ bir Alman veya bir Türk olarak hissetmeleri değil, yaşadıkları yerdeki toplumsal sorunların çözümüne ne ölçüde dahil olabildikleri. Yeni bir topluluğa göç eden bir birey ancak ve ancak çevresindekilerle iletişime geçebildiği ölçüde yaşadığı yeri değiştirme gücünü elde eder. Bu nedenle önemli olan hangi ülkeye aidiyet hissedeceği değil, yaşadığı alanı ne ölçüde daha yaşanabilir bir hale getirebilmesidir. Örneğin, yurtdışındaki Türk konsolosluklarının faaliyetleri tam da bu nedenle, Türkiye kökenli göçmenlere, Türk değerlerini ve hiç yaşamadıkları bir geçmişi hatırlatmaya çalışmak değil, o anda yaşadıkları ülkeye ve şehre nasıl katkıda bulunacaklarının yollarını araştırmaları yolunda olmalıdır.

Konsolosluklar konusu özellikle mühim. Bu kurumlar, ulus-devletlerin yurtdışı uzantılarını ifade eder ve devletlerin kendilerini toprakları dışında da temsil etmelerine imkan tanır. Ataşelikler aracılığıyla, yurtdışında bulunan ticari ve kültürel ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunur. Aynı zamanda, yurtdışında bulunan ülke vatandaşlarına hukuki koruma sağlar, diğer vatandaşların diplomatik zorunluluktan doğan vize ve benzeri sorumluluklarını yerine getirir. (Bu işlemlerin çoğu, artık internet ortamında da gerçekleştirilebilmektedir.) Ancak birçok konsolosluk bu faaliyetler ile yetinmemekte, yurtdışındaki vatandaşların bireysel kültürel bekçiliğini de koruma görevini üstlenmişe benzemektedir.

Örneğin, Los Angeles Başkonsolosluğu, hizmet verdiği vatandaşlarını web sitesinde “kendisini Türk kökenli olarak tanımlayanlar” ile “kendisini öncelikle Amerikalı daha sonra Türk olarak tanımlayan” ABD vatandaşları olarak karşılaştırmaktadır. Bu tür aidiyet sorularının altlarının çizilerek vurgulanması ve bugün uygulanan genel diaspora siyaseti, göçmenlerin yaşadıkları kimlik bunalımlarını arttırmaktan başka, gerçekten ne işe yaramaktadır?

İkinci olarak medyanın rolü, tüm bu tartışmaları şekillendirmede oldukça önemli. Alman medyası Müslümanları geri kafalı, uyum becerisinden yoksun (yeryüzünde gerçekten böyle bir canlı var mıdır!?) gösterirken, Türk medyası da, Türkiye kökenli göçmenleri arada kalmış, yukarıda bahsettiğim şekliyle ‘kayıp kuşak’ olarak göstermekten ileriye gidemiyor. Oysa ki göçmenlerin iki ülkeye de dolaylı ve dolaysız yollarla getirdikleri insani sermayeden, ulus ötesi ilişkileri sayesinde iki ülkenin toplumsal yapılarını ne ölçüde değiştirdiklerinden bahsedilmiyor. Tam da bu nedenle, “arada-kalmış”, “kayıp kuşak” olarak düşünülen göçmenlerin yeni düzenin aslında örnek bireyleri olduğu görülemiyor.

Kayıp-kuşak mensuplarının, yeni düzenin örneklerinden olduğuna dair en somut konu, çifte vatandaşlık konusu. Thomas Faist’in yaptığı araştırmalar, bugünkü dünyamızda giderek artan sayıda insanın çifte vatandaş olmak istediğini ortaya koydu. Ancak hala ulus-devlet gözlükleriyle oluşturulan hukuki düzenlemeler norm olarak tek tip vatandaşlığı varsayıyor ve tam da bu nedenle kayıp bir kuşağın oluşmasına neden oluyor. ‘Ne orada ne burada’ değil, ‘hem orada hem burada’ olmak isteyenleri görmezden geliyor. Bu ulus-devlet politikaları, giderek artan seviyede ‘aynı anda birçok yerde olma’ durumuyla baş edemiyor.

Son olarak, Merkel’in ‘çokkültürlülük politikaları Almanya’da başarılı olamamıştır’ sözü ve Cameron’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı benzer açıklamaları nedeniyle, çokkültürlülük politikaları ulaşılması gereken en başarılı mertebe olarak görülmeye başlandı. Çokkültürlülük politikaları, daha önce birçok büyük göç ülkesinde uygulandı ve getirdiği değerli olanaklar dışında göçmenleri birçok alanda da kısıtladığı görüldü.

Çokkültürlülüğün devlet siyaseti haline getirildiği Avustralya’da her sene kutlanan Uyum Günleri (Harmony Day), bugün artık Hindistan kökenli Avustralyalıları geleneksel kıyafetlerini giyerek gösteriler yapmaya, Hint yemekleri sunmaya zorlamaktan başka bir işe yaramıyor. Dahası grupların bu sınırlarla tanımlanan çemberlerinin dışına çıkmalarına da engel oluyor. Almanya’da teşvik edilen leitkultur kavramına benzer, Ghassan Hage’in kelimeleriyle ‘Beyaz Ulus’, birden fazla kültürün, hâkim bir kültür çevresinde dönmesi, bu kültürlerin toplumda daha fazla hak alabilmek adına, birbirleri arasında ‘yarıştırılmaları’ anlamına geliyor. Bu anlamda çokkültürlülük, bırakın eşitsizlikleri silmeyi, en iyi ihtimalle eşitsizliklerin adını koyuyor.

Göç tartışmalarına salt ulus-devlet odaklı bir perspektiften bakıldığı sürece, geçmiş dönemlerin analizini ve gelecek dönemlerin öngörüsünü yapabilmek çok zor. Bunun yerine, göç, yaşanılan topraklardaki toplumsal dönüşümler ışığında ele alınmalı, göçmenler bu dönüşümleri oluşturan ve meydana getiren değişiklikler ile hareket eden bireyler olarak incelenmelidir. İçinde sosyal ve insani sermayelerin yer aldığı akışlar sayesinde, ulus-devletlerin ve toplumlarının hangi yollarla dönüştüğü ve uluslararası göçün bu dönüşümler içerisindeki yeri, ancak ve ancak bu şekilde anlaşılabilir.