Dersim İçin Özür, Ya Peki 1915 Olayları?

Ulus inşa süreci yaşamış birçok devletin tarihinde pek gün yüzüne çık(artıl)mamış karanlık tarihi olaylar vardır. Hükümetler tarafından devlet otoritesinin tesisi adına alınan zor kullanmaya dayalı bazı kararlar, maalesef, birçok masum sivilin ölümüne de sebebiyet verebilmektedir. Bu gibi dönemler hükümetler tarafından devletin bekasına zarar gelebileceği düşüncesiyle hasıraltı edilmeye çalışılırken, o karanlık dönemin hatıraları toplumun çeşitli kesimleri için hala canlılığını sürdürmekte ve kanamaya devam etmektedir. Devletlerin kendi tarihleriyle ilgili bu tip karanlık dönemlerle yüzleşmeleri özellikle çok kültürlü toplumlarda kalıcı huzurun tesisi bakımından zorunlu olmanın ötesinde, bu gibi girişimler uluslararası toplumda saygın bir demokratik devlet veya ‘ileri demokrasi’ olarak yer almanın gereğidir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Türk ordusunun isyan bastırmak gerekçesiyle orantısız güç kullanma yoluyla müdahalede bulunduğu 1936-1939 Dersim olaylarıyla ilgili olarak başlattığı tartışma - altında yatan temel siyasi sebep ne olursan olsun – Türkiye’nin yakın tarihindeki karanlık noktalarla yüzleşmesinin önünün daha da açılması yolunda son derece önemli bir adımdır. Bu noktada belirtilmesi gereken husus Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğunun devamı olduğu ve bu dönemle ilgili tozlu raflarda sırasını bekleyen birçok tarihsel olayın varlığıdır. Yakın tarihinde Türkiye açısından yüzleşmenin belki de en güç olanı, I.Dünya Savaşı konjönktürü gereği önüne geçilemeyen terör eylemlerine son vermek adına uygulanan ve birçok Ermeni sivilin hayatına mahal olan tehcir politikası ve sonucundaki 1915 olaylarıdır.

Peki, Türkiye, bütün vatandaşları için çok daha yaşanılabilir liberal bir demokrasi haline gelmesinin önünü açacak olan 1915 olaylarına yönelik devlet düzeyinde özür dilemekten niye kaçınmaktadır ? Bu sorunun cevabı Türk resmi tarihsel anlatımlarında yatmaktadır.

Ulusal güvenlik algılamalarını şekillendiren tarihsel anlatımlar, Benedict Anderson’un tabiriyle , “hayali cemaat ” inşasının ve bütünlüğünün sağlanmasında merkezi bir rol oynamakta, devletlerin dış politika tercihlerini de biçimlendirmektedir. Son derece belirsiz bir kavram olan tarihsel hafıza kavramı anlamını bazı iç politikadaki aktörlerin yorumlarıyla kazanmaktadır. Bu düşünsel unsurlar gerek toplumun içinde gerekse dışında ‘öteki’ diye tanımlanan gruplara yönelik ilişkinin dostluk/düşmanlık şablonunu oluşturmakta , ikili ilişkilerin doğasını – maddi unsurlardan çoğu zaman bağımsız olarak - belirlemektedir. Denklem en yalın haliyle şu şekilde açıklanabilir: Gruplar arasında artan oranda düşmanlık söylemi ikili ilişkilerde negatif bağımlılığa sebep olmaktadır, aksine bu söylemler dostluk üzerine inşa edilmiş olsa pozitif bağımlılık ilişkisi gelişecektir.

Bu tartışmalar ışığında Türk toplumsal hafızasında “ Sèvres Sendromu” olarak yer etmiş olan Türkiye’nin resmi tarih anlatımında Ermeni meselesine değinmek yerinde olacaktır. “Sèvres Sendromu” uluslararası ilişkiler literatüründe özellikle Cumhuriyetçi yönetici seçkinlerin Batı’nın Türkiye’yi bölme yönündeki arzularına yönelik paranoyasını betimlemek amacıyla kullanılmaktadır. Birinci Dünya Savaşından yenik ayrılmış olan Osmanlı İmparatorluğuyla savaşın galibi olan Müttefik devletler arasında 1920 yılında imzalanan Sèvres Antlaşması, sınırları Doğu Anadolu’ya taşan bir Ermeni devletinin kurulmasını ( aynı antlaşmada Kürtlerin ise Güney Doğu Anadolu’da devlet kurmasını ) öngörmekteydi. Her ne kadar Sèvres Antlaşması, 1923 tarihli Lozan Antlaşmasının imzalanmasıyla başarıya ulaşan Mustafa Kemal önderliğindeki Türk bağımsızlık mücadelesi sebebiyle hiç bir zaman yürürlüğe girmemiş olsa dahi, Türk toplumunun geniş bir kesiminde derin tarihsel izler bırakmıştır.

Bu fenomenin temelinde, 1920’li yıllarda hayali Türk ulusunun Ermenileri ötekileştirmek yoluyla inşa edilmiş olması olgusu yatmaktadır. Aberystwyth Üniversitesi öğretim üyesi Ayla Göl’ün belirttiği üzere; Sèvres Antlaşması, Anadolu’daki Müslüman topluluklarının Kemalist liderler önderliğinde Türk ulus kimliği altında birleşmeleri için katalizör görevi görmüştür; Avrupalı güçlerin o dönemki çıkarları gereği Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak talepleri, Yunanlıların İzmir’i işgaliyle karşılaştırıldığında, yeni Türk devletinin temelinin oluşumunda çok daha belirleyici olmuştur. İlgili dönemde Kemalist liderler, hem kendilerinin uluslararası alanda egemenliğinin tanınması hem de Ermeni sorunun çözülmesi amacıyla ikili bir politika yürütmüşlerdir. Bu bağlamda, bir yandan Bolşeviklerle diplomatik ilişkiler kurmak yoluyla Doğu Anadolu sınırını belirlemeye girişmişler, öbür yandan ise Sèvres Antlaşmasını yok saymaları için Ermenilere yönelik askeri müdahalede bulunmuşlardır. Dikkat çekici bir şekilde, Ermenistan’ın tam anlamıyla Sovyet kontrolüne girmesinin hemen öncesinde, Erivan hükümeti yeni ortaya çıkmakta olan Türk devletinin doğu sınırlarının belirlendiği 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşmasını imzalamıştır. Bu Antlaşma aynı zamanda Ankara hükümetinin yabancı bir devletle yapılan ilk resmi anlaşma olmuş, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Dostluk Antlaşması’yla Sovyetler Birliği’yle ilgili sınır teyit edilmiş, 13 Ekim 1921’de Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’la yapılan Kars Antlaşması’yla da yeniden onaylanmış ve doğu sınırı son halini almıştır. Ermenilere karşı elde edilen bu zafer, Türk milliyetçiliğinin kuvvetlenmesinde mihenk taşı olmuş, doğu cephesinin garantiye alınmasıyla Türk bağımsızlık haraketi yoğunluğunu Batı cephesindeki Yunanlı güçlerle olan mücadeleye yöneltmiş, sonucunda 30 Ağustos 1922 tarihli Büyük Taarruz Zaferini getirmiştir. Kısaca toparlamak gerekirse, yeni Türk ulusu, etnisite ve/veya ırk temelinde değil, Anadolu’da toprak egemenliği – özellikle Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak taleplerine karşı- üstünden tasarlanmış ve Türkiye Cumhuriyetinin kimliksel temelini oluşturmuştur.

Yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı, Türkler, Türkiye’nin toprak bütünlüğü konusunda son derece hassas bir ulus kimliğine sahip olmuşlar, böylece, Psikiyatr Carl Gustav Jung’un ortaya koyduğu bir kavram olan , “ kolektif bilinç dışlarında” önemli yeri olan Sèvres Sendromu gözlüğüyle dünyayı algılamışlardır. Türk resmi kurumları ise Ermeni meselesi konusunda dönem dönem artan uluslararası baskılara –Fransa Meclis’inde kabul edilen 1915’de ‘ soykırım’ olduğunu inkar etmeyi suç sayan yasanın kabul edilmesi gibi - cevaben resmi tarih anlatımının yaygınlaştırılması stratejisi yoluyla - gerek İslami gerekse de Laik basında sıklıkla çıkan haber ve yorumlarda görülebileceği gibi - Türklerin “ kolektif bilinç dışında” halen konunun varlığının devam ettirilmesine sebep olmaktadırlar. Haliyle, bu durum bölgesinde yükselen güç olarak nitelendirilen ve yakın bölgesini insan haklarına saygılı liberal demokrasilere dönüştürmeyi – en azından söylem düzeyinde - kendine görev edinmiş olan Türkiye’nin aşil tendonuna dokunmakta, 1915 olayları Türk tarihinde yüzleşmeyi bekleyen partiler üstü bir kara dönem olarak tozlu raflardan çıkarılacağı günü beklemeye devam etmektedir. Gelinen bu aşamada, Ankara atacağı en önemli adım Hrant Dink davasının titizlikle yürütülmesi ve gerçek katillerin ivedilikle ortaya çıkartılmasının önünü açması olacaktır.

Son söz olarak, Cengiz Çandar’ın belirttiği gibi “ burada önemli olan, olan biteni sıfırlamak, yitirilenleri geri getirmek, diriltmek değil, Dersim’e [ ve orantısız devlet zoru nedeniyle sivillere yaşatılan acı dolu diğer olaylara] yol açan zihniyet’igömmek ve tekrarınıönlemek için topluma ve devlete aşı yapmaktır.”