Çoğunluğa Karşı Bir Bellek Arayışı: Hrant Olmak, Ermeni Olmak ya da Kürt Olmak...

Cioran, insanı biraz daha okunsa kesinlikle intihara sürükleyecek o güçlü karamsarlığı dâhilinde derdini anlatırken, büyük şehre yolu düştüğünde orada aşağılık bir kasaplığın, katliamın, ayaklanmaların, en nihayetinde bir dünya sonu karmaşasının yaşanmıyor oluşuna şaşırdığını söyler.[1] Cioran için başlangıç noktası kötülüktür, şeytanlıktır ki türlü fenalığın varlığına değil, yokluğuna şaşırır.

Hrant Dink’in alçakça katledilmesi için Rakel Dink bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamalıyız demişti. Başlangıç noktası iyilik, insanın özüne kayıtsız güven olduğu için bu soruyu sordu tabii ki… Oysa Uludere’deki bir başka vahşi ve alçak katliamda da, katledilenlerin sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını haykıranları, onların kaçakçı olduğunu haykıranların sorduğu soru bu karanlıktan. Önce bir insan neden kaçakçılık yapar diye bile sormadan, kaçakçığın cezası ölümdür diyebilen ve ölümü güzelleyenlerin dünyasından. Çatışmada kaybettiği oğlunun ardından, muhtemelen bu haberi kaçırmamalıyız paniği içerisinde medyada berbat ve sinsi bir Türkçe ile “evine Türk bayrağı asan PKK’lı babası” diye gündeme getirilen babanın, bu ölüm barışa katkı sağlayacaksa acımız azalır dedikten sonra, “Müslüman müslümanı öldürür mü; Müslüman olmasa neyse” diye devam eden cümlelerinde sorduğu soru o karanlıktan. Barışa katkı sağlayan ölümlerin olabileceğinin düşünüldüğü bir dünyadan. AKP Balıkesir milletvekilinin daha yeni “ben ne Hrant’ım, ne de Ermeni” diyerek adını söylemesi ve “benim anamı, senin bacını Ruslarla beraber olup da katledenler kim?” diye sorduğu soru o karanlıktan. Hepimiz Ermeniysek, Fransa’nın 1915 yasasını çıkın da alkışlayın diyebilen ve linç kültürünü büyük bir iştahla izleyenlerin dünyasından. Ne çare, memleketin çoğunluğunun gösterdiği tepki o karanlıktan. Çok açık ki, Hrant’ı öldürtenler ve koruyanlar sadece hükümet, meclis, yargı, derin devlet değildi. Cioran katliam olmamasına şaşırıyorum derken dünyanın bu pespaye haline karşı son kertede bir karamsarlıkla yaklaşarak, muhtemelen insanların durmaksızın birbirini yok ettiği bir distopyadan bahsediyor ya; aslında şaşırmasına gerek yok. Katliam da oluyor, aşağılık bir kasaplıkta.

Ahmet İnsel, Birikim’in son sayısında (273) Fransa’nın Ermeni Soykırımı’nı Ulusal Meclisi’nde kabul etmesini “hafıza yasaları” tanımı ile açıklarken Tarihe Özgürlük girişiminin bir bildirisinden bahsetmiş. Bildiride tarihçinin misyonu anlatılırken yasaklara saygı duymadığından, rahatsız edebilirliğine aklı selim herkesin üzerinde ortaklaşacağı şeylerinden ardından ilgi çeken bir ibare var: “Tarih aktüalitenin esiri değildir. Tarihçi geçmişin üstüne günün ideolojik şemalarını yapıştırmaz. Geçmişteki olaylara günün hassasiyetlerini katmaz. Tarih bellek değildir. Tarihçi, bilimsel bir davranışla, insanların hatıralarını toplar, bunları karşılaştırır, belgelerin, eşyaların, izlerin ışığında değerlendirir ve olguları ortaya çıkarır. Tarih belleği dikkate alır, belleğe indirgenmez.”[2] (vurgu bana ait) Belgelerin, eşyaların, izlerin seçilmesinin nasıl öznel bir süreç olduğunu E. H. Carr herkesçe bilinen klasik kitabı Tarih Nedir’de ustalıkla anlatır ve bu bağlamda tarih ile tarihçi arasındaki ilişkiye dikkati çeker. Kısaca tarih denilen şey, “bilimsel” ve “pozivist” bir yaklaşımla belgelere, eşyalara dayandırılsa da; aslında hangi belgenin arşivde ”bırakıldığından”, hangi belgenin seçilerek anlatıldığına kadar tamamen sübjektif bir sürece işaret eder. Tabii ki tarih sırf buradan mahkûm edilemez. Zaten bu kısa yazıda da sürekli yapılan bu tartışmayı sıkıcı bulmaktan fazlası gelmez elden.

Daha çok belleğin ne olduğu sorusu mühim Rakel Dink’in sorgulamamızı istediği karanlığı anlamaya çabalarken. Benjamin, “geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.” der.[3] Doğrudan belleğe işaret etmiyor mu? Ama “bizim” olan bir belleğe; Rakel Dink’in referans noktası olan, anormal değil normal olanın yaşamak ve yaşatmak olduğu bir belleğe. Benjamin historisizmin batakhanesinin “evvel zaman içinde” diyerek ezeli ve ebedi bir geçmiş sunmasına karşı, hâkim olanın tarihine karşı tarihçinin mesiyanik bir şekilde geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirmesinden bahsetmişti. Çünkü “Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun eğdirmek üzere gelir. Düşman kazanacak olursa ölüler bile payını alacak bundan.” diyerek tarihin aslında tam da bugünün hassasiyetlerini taşımadığı zaman ne kadar kıymetsiz olacağına işaret eder. Tarihe Özgürlük bildirisinde kuşkusuz retrospektif bir bakışla tarihe yaklaşılmaz gibi daha çok tarihin “tekniğine” dair bir öneride bulunulmuş. Oysa Benjamin, tarihin tekniğini zaten “çöp” olarak görür, resti görür ve tarihin “varoluşunu” tartışarak meydan okur; tarafını almaktan da geri durmaz. Ortada hakikat arayışı yoktur, ortada bugün olana karşı tepkimizi ortaya koymamızı sağlayacak bir bellek arayışı vardır. O bellek geçmişten koşup, bugünde durmaz basit bir indirgemeci mantık ile.

Tam da tarihin varoluşuna ve belleğe dair bu tartışma bu berbat günlerde bir anlam ifade ediyor bize. İnsanların çoğu “Hepimiz Ermeni’yiz, Hepimiz Hrant’ız” sloganına sırf o güzel tınısının yüzü suyu hürmetine bile karşı çıkılamayacak olmasına rağmen benim adım Hrant değil, Ermeni’de değilim diyor. Açıkça alçak bir işbirliği ile katledilen Hrant Dink’in ardından hala sokakta, sosyal medyada, evinde televizyon karşısında Türk olsaydı da böyle derler miydi bu hainler diyor insanlar ve memleketin bitmez çilesi bilirkişileri Hrant Dink davasındaki yargı sonucunu “her bir araya gelip birilerini öldüren hukuken örgüt değil. Önce bunu kabul edeceğiz.” gibi “şaşalı” açıklamalarla değerlendiriyorlar. Benjamin’in işaret ettiği gibi, hemen historisizmin bataklığından Ruslarla beraber çalışan Ermeniler anlatısı çekiliveriliyor. Uludere’de katledilen insanlar da aynı hukuki dille “ama kaçakçının hiç mi günahı yok…” diye anlatılıyor. Artık o kadar pervasızca yapılıyor ki bu, klişe bir deyimle unutturulmaya bile çalışılmıyor. Ölümlerin, katliamların hepsinin üzücü ama neticede meşru olduğu anlatılıyor, yaşatılıyor. Memlekette her katliamdan ve cinayetten sonra açıklama yapan politikacısından gazetecisine “ama…” ile başlayan cümle kurmayı yasaklasak yeridir. Çünkü bu kadar kolektif alçaklığa pes doğrusu.

İşte Cioran’ın çizdiği o kara tablonun en somut halinin yaşandığı bu zaman parçasında, Benjamin hatırlanmak zorunda. “Onlar” tarihi, aslında belleği bir daha kuruyorlar. Bu yaşadıklarımızın hala nasıl mümkün olduğuna şaşmak kuşkusuz insani, ama Benjamin’in işaret ettiği gibi bizi bir bilgiye götürmez.[4] Oysa biz, zor anımızda birden parlayıverecek o anı, o belleği istiyoruz Hrant için de, Uludere’de katledilenler için de, yok edilen ve zulmedilen herkes için de. Sadece vicdanımız rahatsız değil; aklımız da rahatsız. Yapılan tüm hukuki ve “rasyonel” açıklamalara, bu karanlık akla karşı kendi aklımızı sunuyoruz. Yaptıklarınıza şaşırmıyoruz artık; yaptıklarınızdan ve belleğinizden tiksiniyoruz. Kendi belleğimizi ve tarihimizi anlatmaktan da yorulmuyoruz. Onun için sokaklarda, bulabildikleri her alanda “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Kürdüz” diye bağırıyor bu ülkede en azından insanların bir parçası. Yeni bir bellek yaratıyorlar, tehlike anında birden parlayıveren başka anları ele geçiriyorlar. Cioran gene o karamsarlığı ile tamamen aptalca bulsa da insanların bir ütopya arayışı içerisinde olduğunu anlamaz bir halde teslim ediyor; o yüzden ne enseyi karartmaya ne sinikliğe mahal yok. Hükümete, meclise, yargıya olduğu kadar bu irin dolu sıradanı yaratan belleğe, bu zulme de karşı eşitlikçi bir bellek yaratan ve ütopyanın peşine düşen bu kadar insan varken hele… Sağ olsunlar, var olsunlar…


[1] E. M. Cioran, Tarih ve Ütopya, (Metis Yayınları: İstanbul, 1999), 81.

[2] Ahmet İnsel, “Tarihe Özgürlük, Orada ve Özellikle Burada!”, Birikim, No: 273, erişim tarihi: 22. 01. 2012, http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=416&dyid=6151&yazi=Tarihe%20%D6zg%FCrl%FCk,%20Orada%20ve%20%D6zellikle%20Burada!

[3] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk içinde “Tarih Kavramı Üzerine”, çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, (Metis Yayınları: İstanbul, 2008), 41.

[4]Ibid., 43.