Güvencesizleştirerek Güven Verme Politikaları Kapalı Kimlikler ve Tarih Anlatısı, Türkiye-Avrupa

Günümüz kimlik politikaları, global dünyada sanayi üretimi ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerin gündeme getirdiği enerji, iş gücü, göç ve çevre konuları çevresinde şekilleniyor. Bugün hem global ölçekte hem de yerel ölçekte yeni kimlikler üretildiği, çok kimlikliliğin yerelin global ilişkiler ağında kurduğu farklı ilişkilere referans olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bir yandan yerel kimlikler ulusal farklar üzerinden kurulan uluslararası ilişkiler ekseninden çıkıp global ağın parçası olma iddiası temelinde varlık gösterir oldular. Ancak diğer yandan gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte kapalı kimlik siyasetleri, kültür, din ve milliyetçilik çerçevesinde zaman zaman politika zeminini daraltabiliyorlar. Hem Türkiye Avrupa Birliği hem de Türkiye içindeki din ve milliyetçilik tartışmaları çerçevesinde bir politik alan daralması söz konusu.

AVRUPA'DA KİMLİK POLİTİKALARI

Avrupa’daki ‘güvencesizleştirerek güven verme” politikaları ülkelerin dış politikalarının iç politikada güven verme üzerine şekillendiği bir sürecin belirginleştirdiği bir olgu.[1] Hennri Pirenne’nin Roma sonrası Doğu Akdeniz’de İslam egemenliğinin Akdeniz ticaretine darbe vurduğunu savunan tarih tezinin kokusu, genişlemesini Roma tarzı bir vatandaşlık hukuku üzerine kurgulayan Avrupa Birliği politikalarında etkin olan ve uluslararası göç ve güvenlik konularını din ve kültür vurgulu kimlik çerçevesinde tartışan Kopenhag Okulunun söylemlerine sinmiş durumda.[2] Diğer yandan Avrupa’da git gide yaşlanan nüfus çoğunluğunun göç konusundaki rahatsızlıkları çerçevesinde şekillenen yabancı düşmanlığı, populist ulusal ölçekli politikalarla uluslararası politikaya taşınıyor. Gerek kent ölçeğinde gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte politik alanı daraltan kimlik kurguları, değişimin istenmediği alanları doğallaştıran bir söylemle oluşturuluyor; milliyet, din ve kültür tarihten gelen insan doğasının değişmez parçaları olarak, gelecek politikalarını engellemenin garantörü oluyorlar.

Avrupa’da yükselmeye başlayan yabancı düşmanlığı, göç ve güvenlik konuları çerçevesinde bu düşmanlığı iç politikada yineleyen neo-muhafazakar partilerin, yaşlanan, sosyal haklarını almış, ev ekonomisinden tasarruf edebileceği vergi indirimini önemseyen orta yaşın oylarına hitabeden ekonomik programlarını, yabancı düşmanlığı ile besleyerek iktidara gelmeleri ile ivme kazandı. Kamusal alanda daha fazla hissedilmeye başlanan yabancı düşmanlığına çok kültürlülüğün başarısızlığı, göçün zorlaştırılması için alınan önlemler, yabancıların entegrasyon için zorlanmaları konularındaki politik söylemler eşlik ediyor. Sosyal güvenlik kesintilerinin meşruiyeti, göçe karşı alınan önlemler çerçevesinde tartışılırken bir yandan en önemli iç politika konusu bir dış politika konusu, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesinin engellenmesi milli bir politika haline geliyor. [3] Diğer yandan da göçmenlerin Almanya’ya gelmelerinin nedeninin iyi sosyal güvenlik sistemi olduğu çeşitli araştırmalar ile kanıtlanıyor, yabancıların sosyal güvenlik sistemini nasıl suistimal ettiği üzerine anlatılan hikayelere bilimsel katkılarda bulunuluyor. Doğu blokunun çökmesi ile sosyal güvenlik konusunda boy ölçüleşecek bir ötekinin kalmaması da bu politik söylemin kaçınılmazlık kurgusunu güçlendiren bir bağlam yaratıyor. Böylece soyal güvenlik konusunda güvencesizleştirme, yabancıların gelmesini engelleme güvencesi verilerek meşrulaştırılıyor.

Bu politikayı tartışılmaz hale getirmek ise göçe kapalılığı doğallaştıran bir tarih anlatısı ile oluşturulan bir doğallık bilgisi olarak “Avrupalılık” kimliği ile yapılmaya çalışılıyor. Avrupa Birliği’ni Hıristiyan bir Avrupalılık kimliği ile tanımlayan bu yaklaşım, sadece Doğu Hıristiyanlığı’nı bir kenara atmakla kalmıyor Avrupa tarihini de zamansal ve mekansal seçicilikle farklılıklarından zenginliklerinden arındırarak anlatıyor, kapalı bir kimlik kurgusu yapıyor. Oysa, uluslararası politikada Türkiye’nin on yıl içinde Avrupa Birliği’ne girip girmeyeceği değil, bu karar alma sürecinin iç politikada kullanılması, sosyal güvenlik kesintilerine yabancı düşmanlığının neden haline getirilmesi kendi başına çok problemli bir süreç.

BİR DEMOKRASİ PROBLEMİ OLARAK KAPALI KİMLİKLERİN POLİTİK ALANI DARALTMASI (TARİHİN HAPİSHANELERİ)

22 Temmuz 2011 Norveç saldırısından sonra düşmanlıklar yaratan kapalı kimliklerin politik söylemlerde kullanımı UNESCO’nun II. Dünya Savaşı sonrasında tarih kitaplarındaki düşmanlık yaratan söylemleri analizine benzer bir çabanın gerekliliğini hissettiriyor

Bu kapalı kimlik kurguları, politika yapmayı ya da yaptırmayı sınırlandırmanın önemli yollarından birisi. Bu konu gitgide daha belirgin bir biçimde politikanın özgürlük alanlarını işgal eder hale geliyor. Genç alt sınıfın işsizlik problemlerini bir kere daha Haçlı Seferleri ile çözme hevesinin global dünyada etkileri, modern öncesi döneme göre çok daha farklı. Bu sığ Avrupalılık kurgusu, sadece Avrupa içinde yaşayan “yabancılar”a karşı bir düşmanlık değil, dünya görmüş gezmiş okumuş entelektüel Avrupalı’ya karşı da ciddi bir tehdit oluşturdu. Nitekim Norveç’te 22 Temmuz’da yaşanan saldırı bu tehdidin ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Yabancı düşmanlığının yavanlaştırdığı kültürel yaşama dikkat çeken bir sanatçının Danimarka’da “yabancılar bizi Danimarkalılarla yalnız bırakmayın” yazılı pankartı,[4] 22 Temmuz’da yaşanan olayların ardından derinleşen anlamlar kazandı. İkinci Dünya Savaşının Avrupa’da yarattığı yıkım üzerine UNESCO öncülüğünde başlatılan “barışçıl tarih yazımı” gibi bir harekete, politika alanında ihtiyaç var. İnsanlar tarihe dair bilgilere sadece okul kitaplarında rastlamıyor; tarih anlatısı aynı zamanda kimlik politikalarının bir parçası, bu anlamda tarihin farklı kesitleri ile zenginleşmiş bir repertuarın özgürleştirici tarih anlatısı çoklu açık kimlik politikalarının bir parçası olarak üzerinde çok farklı açılardan düşünülmesi gereken bir konu.

TÜRKİYE'DE KİMLİK POLİTİKALARI

Avrupa içinde yabancı düşmanlığı bu boyutta iken Türkiye’de de durum ciddi. Kapalı kimlik politikalarının çok felaket doğurmuş ve her an doğurmaya gebe olduğu topraklarda, bu politikalar siyaset alanını azınlıklar için olduğu kadar politik yaşamın diğer aktörleri için de daraltıyor ve yavanlaştırıyor. Nitekim yabancılık düşmanlıkla öyle özdeşleşmiş ki, aynı görüşte olmayanlarının biribirlerini yabancı ya da yabancıların “kuklası” olarak görmeleri bazı çevrelerde sıradanlaşmış bir politik söylem haline geldi. Hrant Dink’in öldürülmesi, Orhan Pamuk’un tehditler alıp “yabancı” ilan edilmesi ve yerel linç girişimleri, milliyetçi kapalı kimlik kurgularının düşmancıl tutumlarının gündelik hayatı terörize eden görünür yansımaları. Bazı tarihçilerin tarihi kendileri gibi yorumlamayan tarihçileri “yabancı” saymaları ise bu yavanlığın sadece politikacıların işi olmadığını, sorunun yumurta tavuk misali repertuarı oluşturan tarihçilere dair önemli bir ayağı olduğunu da gösteriyor.

DIŞ POLİTİKADA YENİ-OSMANLICILIK BİR ORTADOĞU MODASI

İç politikada düşmanlıklar üreten bu söylemin dış politikada karşısına aldığı ise Türk düşmanlığı ve Avrupa’yı bir Hıristiyan birlik olarak gören 22 Temmuz söylemi. İki düşmanlık üreten söylem biri birlerine neden ve sebep olarak biribirlerini arttırarak üretilmeye devam ediliyorlar. Türkiye’nin Kürt politikasında yaptığı ayrımcılık, Almanya’da Türk düşmanlığı yapan partilerin düşmanlıklarına neden olurken, Türkiye’de kapalı bir Türk kimliği oluşturan milliyetçi söylemler için Avrupa Birliği’ne alınmamak en güçlendirici nedenlerden birisi olarak görülüyor.

Düşmanlığın globalleşmesi, iç politika ve dış politikada kapalı kimlik kurgularının kol kola farklı ölçeklerde biribirini alevlendirdiği bir ortam yarattı. ABD’nin 11 Eylül olaylarından sonra İslam’ın sığ bir karikatürü olan köktenci kimliği genelleştirerek meşrulaştırmaya çalıştığı dış müdahaleleri, Avrupa içindeki bazı çevrelerde sığ Hıristiyan Avrupalı kimliğini Amerikan hayranlığı ile besleyen bir ivme yarattı. Bu, Eski Dünyanın milliyetçiliğe iyice banılmış kapalı kimlik kurgularının, Orta Çağ Hıristiyan birliği kurgusunu Yeni Dünyaya bir adım edasıyla sunumunu beraberinde getirdi. Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınması, bu kapalı ‘Avrupalılık’ kimliğinin oluşturduğu “doğallık bilgisi” ile müzakere alanından çıkarılmaya çalışıdı, geçmiş kimliği bugünün politik alanını daralttı. Uluslararası politikada bugün neden Türkiye’nin alınmaması gerektiği üzerine fikirlerini müzakere etmek durumunda olanlar, konuyu müzakere dışı bırakma yoluna gittiler.

Dış politikadaki bu tarih anlatısı, Avrupa Birliği politikalarında politik bir daralma yaratırken ekonomik olarak güçlenen Türkiye’nin adeta Avrupalılık kimliğinden dışlanmışların sözcüsü olarak tarihte güçlü olduğu dönemlere yaptığı vurgu ile tüm İslami az gelişmiş ülkelerin temsilciliğine soyunmasını beraberinde getirdi. Bu kimlikle Türkiye, politika dışı bırakılmaya çalışıldığı ortamda güçlü bir sözcü kimliği oluşturmaya ve Orta Doğu’da son yıllarda yaşanan müdahale süreçlerinde uluslararası platformda kendisini güçsüz hissedenlerin güvendiği bir temsilci olmaya çalışıyor. Bugün Türkiye’nin ekonomik olarak dikkat çeken moderniteyi içselleştirmiş bir örnek ülke olarak edindiği eski imajını İslami vurguya dayanarak halka daha yakınlık iddiası ile birleştiren AKP, Asya ve Afrika’da bir moda yaratma iddiasında.

Bu süreç devletin edindiği yeni işlevin yarattığı toplumsal ekonomi ile açıklanabilir. Orta Doğu’nun ayrıcalıklar verilen bürokratlar ve teknokratlar eliyle yönetilen ulus devletlerinde yaratılmış alt sınıflara açık geçişkenliği olan orta sınıf için Aydınlanmanın ve Modernitenin İslami bir ülkede uygulanabileceğini gösteren Türkiye örneği özenilecek bir imaj oluşturuyordu. Fakat aynı zamanda Orta Doğu ve Afrika’nın Osmanlı egemenliğinden bağımsızlaşarak kurulan ulus devletlerinin resmi tarih yazımı, az gelişmişliği dış etkenler ve sömürü üzerinden açıklayan tarih anlatımında Osmanlı dönemi de bir sömürü dönemi olarak lanetleniyor ve bu alt sınıfların Türkiye’ye İslami değerlere verdiği önem konusunda duyduğu güvensizlikle eklemlenip, Türkiye’yi aynı zamanda düşmanlar listesine istifliyordu. Bu ülkelerde post-fordist dönemde bürokratlara dayalı bir yönetim gereksiz görülüp sosyal güvenlik alanından başlayarak bu orta sınıfın ayrıcalıkları budanmaya başlandı. Bu budama alt sınıfın da buna hakkı olduğu haklı iddiası ile halkçı bir söylem ile meşrulaştırıldı. Eskiden orta sınıfın ve bu sınıfa talip alt sınıfların desteğini alabilmiş modernite temsilcisi partiler, yaşanan orta sınıf erozyonunda alt sınıf için umut üretemediler ve halkçılık sosyal güvenlik politikalarında budamalar yapan neoliberal politikalara kaldı. Uzak Doğu’nun işçileri paryalaştırarak ve sosyal güvenlik masraflarını kısıp ucuzlatarak üretimi ülkeye çekme politikasını örnek alan neoliberal AKP ekonomi politikaları alt sınıflara iş imkanı yaratarak umut ve güven verebildi. Güvenceler söz konusu olduğunda yatırımların Romanya vb başka ülkelere kaymaması için üretim masraflarının kısılmasının gerektiği her fırsatta dillendiriliyor. Uretim masraflarının önemli kalemi işçi ücretleri. Güvencesizleştirerek bu kalemde yapılan bir düşüş üretimin ülke dışına gitmemesi ve iş güvencesi olarak sunuluyor. Bu söylemde iş yerinde güvencesizleştirme iş güvencesi haline geliyor.

Bugün AKP, toplumsal eşitsizliklerin ve işsizliğin arttığı, Amerikan müdehalelerinin yaşamlarını hiçe saydığını defalarca görmüş, umudunu tamamen yitirip el-Kaide’ye katılacak kadar umutsuz olmayan alt ve orta sınıf için Orta Doğu Arap Baharında bir moda olma iddiasında. Ancak bu modanın rağbet gördüğü memleketlerin diktatörlüklerden halkçı otoriter rejimlere yönelmiş Asya ve Afrikanın az gelişmiş ülkeleri olması bir tesadüf değil. Yeni Osmanlıcılık bugün iç politikaya dair “güçlü” ya da “geleneği takip eden” yöneticilerin halk için, halk adına kararlar vermesini ve temsili demokrasiyi savunurken, tarih anlatısında geçmişin “gelenekçi”, “güçlü” ve “başarılı” yöneticilerine (Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman) referanslar veriyor. Bu referanslar, Avrupa Birliğinden dışlanmış, Amerikan müdahaleleri ve Islamofobik düşmanlıkların tehdidini daha çok hisseden güvencesiz Türkiyelilere geçmişten güven tazeleyen referanslar sunuyor. Bu referanslardaki uluslararası arenada daha aktif bir Türkiye güvencesi veren yönetici tipi iç politikada ise halk adına bilen yönetici ve pasif vatandaş kurgusu oluşturuyor.


[1] Burada bahsedeceğim “güvencesizleştirerek güven politikaları”nı bir kandırma ve komplo süreci ve devlet ya da belirli güçlerin, hegemonik bir sınıfın düzenli politikaları olarak görmüyorum. Sıklıkla başvurulan ve bir refleks olarak üretilmeye başlanan bir olguya ve bunun politikada kullanımının hegemonikleşmesine, işaret ediyorum.

[2] Güvenlik meselesinin sosyal yanına önem veren Kopenhag Okulu kimlik meselesini Avrupa Birliği politikalarının merkezine yerleştirmiştir. Eski dönem Kopenhag Okulu üyelerinin güvenlik konusunda sosyal konuları öne çıkarırken kimlik meselesini güvenlik meselesi içerisinde değişmeyen bir sabit gerçeklik olarak algılaması, bugün artık eleştirilen bir yaklaşımdır. Bu eleştiriler kimlik meselesinin artık yeniden üretilen süreçler olarak incelenmesini savunuyor. Örneğin EuroMed belgelerinin dili üzerine çalışan Michelle Pace bu kapalı kimlik kurgusunun politika alanını nasıl çıkmazlara soktuğunu ayrıntılı bir biçimde incelemiştir. Bkz. Michelle Pace, The Politics of Regional Identity Meddling with the Mediterranean, (Routledge, London and New York: 2006).

[3] örneğin, Angelika Merkel’in iktidara geldiği 2005 yılından sonra, yabancılara karşı aşırı sağcı grupların eylemleri gündelik hayatta daha hissedilir olmaya başladı. Merkel, hitap ettiği kitleyi çok iyi tanıyor, çok kültürlülüğün bittiğini ve Avrupalılık kimliği için Hıristiyan değerlerin önemini vurgularken yabancı düşmanları ile aynı dili kullanmasına rağmen açıktan bir yabancı düşmanlığının kitle turizmi ile dünya görgüsü kazanmış orta sınıf Almanları soğutabileceğinin bilincinde yabancı düşmanlığına karşı olduğunu da her fırsatta dillendiriyor. Hedef kitlesi, üretimin yurt dışına kayması ile işsizliğin giderek artmasından beslenen genç yabancı düşmanları değil, çünkü yapacağı sosyal güvenlik kesintilerinin zarar vereceği kitle yabancı düşmanlarının da yabancıların da içinde bulunduğu çalışan ya da işsiz gençler.

[4] http://www.superflex.net/activities/2010/02/17/new_foreigners_posters_now_available