Yukarıdan Devrimle Piyasalar Huzur İçinde, Peki Ya Sokaklar?

Kasım 2011’de “İtalya’yı kurtarmak” için apar topar işbaşına getirilen “Eurocrat” Monti’nin iktidarından bu yana çok kısa bir zaman geçti. Kimilerine göre ülkenin krizle boğuştuğu bu kritik dönemde parlamenter demokrasinin askıya alınarak yönetimin siyasetle ilgisi olmayan Monti gibi teknokratlara emanet edilmesi sessiz sedasız yapılmış bir darbeydi. Başka bir bakış açısına göre bu teknokratların tek işlevi, iktidarını meşrulaştırmakta yetersiz kalan “seçilmişlerin” işini kolaylaştırarak halkın bir süreliğine “atanmışlarla” oyalanmasını sağlamak. Etienne Balibar’a göreyse, bu teknokratlar tam da Bodin’in tanımladığı ve daha sonra Carl Schmitt’in kuramsallaştırdığı komiser diktatörlüklere (commissarial dictatorship) denk düşmektedir.[2] Mevcut durumu muhafaza etmek için demokrasinin askıya alınması durumuna işaret eden bu kavramın sözüne ettiği komiserler, Balibar’a göre bugün ne askerler ne de hâkimler ancak ekonomistler olabilir. Balibar, euronun dağılmasını engellemek için bu teknik kadronun göreve getirilmesini “yukarıdan devrim” olarak tanımlamış ve toplumla devlet, ekonomiyle siyaset arasındaki denge alt üst olduğu zaman yönetici sınıfın kullandığı bu “önleyici stratejinin” köklerinin Bismarck’a kadar uzandığına dikkat çekmiştir. Gerçekten de Yunanistan kriziyle birlikte Euro Bölgesi’nin içine düştüğü borç krizi boyunca “kemer sıkma politikaları” olarak bilinen kamu harcamaları kesintilerini uygulamak için, halka hesap vermek gibi bir sorumlulukları bulunmayan teknokrat hükümetlerden daha iyisi düşünülemez.

Mario Monti’nin sadece teknokratlardan oluşan çiçeği burnunda kabinesi de, çok kısa bir süre içerisinde yapısal reformların yanı sıra, 30 milyar euroluk (40 milyar dolar) bir tasarruf paketi hazırladı. Bu paketle birlikte başarılı borçlanma ihalelerinin yarattığı iyimser hava, tabiri caizse piyasalara ilaç gibi geldi. Borsalar yükselmeye, kur baskısı azalmaya, faizler düşmeye başladı. Fakat finansal sistemdeki kriz, Avrupa’da yaşanan ekonomik krizin sadece bir boyutu, hatta belki de sadece buzdağının görünen kısmı. Diğer yanda reel sektöre de yansıyan bu krizin bedelini ücretleri azalarak, emeklilik yaşları yükselerek, vergileri artırılarak, işsiz kalarak ödeyen insanların içine düştüğü ciddi bir sosyo-ekonomik ve toplumsal kriz söz konusu. Monti’nin toplamda 18 milyar euroluk bir vergi artışı öngören tasarruf paketi de her bir İtalyan ailesine 600 eurodan fazlaya mal olacak. Bu açıdan bakıldığında Economist dergisinin çok iyi ifade ettiği gibi, Monti “piyasaları memnun eden ama insanları ürküten” liderlerden.[3] Söz konusu tasarruf paketini protesto etmek için ülke genelinde süren grev ve mitinglere kayıtsız kalan Monti, ülkeyi düzlüğe çıkarmanın ilk ve vazgeçilmez adımın, etkin işleyen bir piyasa mekanizmasından geçtiğini düşünüyor ve İtalyan halkından da “olgunluk, sabır ve fedakârlık” bekliyor. Monti’ye göre krizden çıkmak için Avrupalı ülkelere mali disiplin dayatmak yeterli değil, aynı zamanda ekonomik liberalizasyonun mümkün olduğunca cesaretlendirilmesi gerekiyor. Monti’nin temsil ettiği bu görüş, esasında son zamanlarda Standard & Poor’s ve Fitch gibi kredi derecelendirme kuruluşları başta olmak üzere ABD’li finans çevreleri tarafından sıkça dile getirilen bir görüş. Buna göre krizle mücadele süreci, mevcut neo-liberal ekonomik düzenin dayandığı temelleri, yani esasında ulusaşırı sermaye birikim rejimini yıkmaya çalışmaktan değil tam tersine güçlendirmekten geçiyor. Kapitalizmin önceki krizlerinde olduğu gibi bundan da ders alınarak yola devam edilmeli. Yeni bir dünya düzeni için çağrıda bulunanların aksine bu görüş, krizleri sistemin yapısal bozukluklarını gidermek için bir fırsat olarak değerlendiriyor.

Tam da bu noktada Monti’nin sıradan bir teknokrat değil, ABD’nin ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ta bir dönem yönetici olarak çalışmış üst düzey bir teknokrat olduğunu hatırlamakta yarar var. Üstelik Avrupa’da kriz yönetimi sürecinde kritik mevkilere getirilen Goldman Sachs kökenli tek ekonomist Monti değil. Yine aynı dönemde Yunanistan’da başbakanlık koltuğuna oturan bir başka teknokrat Lukas Papadimos ve Avrupa Merkez Bankası’nın başına getirilen Mario Draghi de Goldman Sachs’ın eski yöneticilerinden. Yatırım bankacılığının önde gelen ismi Goldman Sachs, 2008 küresel krizinin ana sorumlularından biri olarak kabul ediliyor. Ezeli rakibi Lehmann Brothers kriz sırasında iflas ederken kendini kurtarmayı başaran Goldman Sachs, hükümetler ve piyasalar üzerindeki etkisinden dolayı “Sachs hükümeti” olarak anılıyor. Kısacası, Avrupa’nın krizle mücadelesinde “kurtarıcı” gözüyle bakılan ve yukarıdan devrimlerle işbaşına getirilen bu teknokratlar, krizde en büyük paya sahip finans devlerinden birinin eski çalışanları… Bununla birlikte Avrupa’daki “Sachs hükümetinin kabinesi” bu üç isimle sınırlı değil. Almanya Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) eski başkanı Otmar Issing, İrlanda’nın 2009’daki borç krizini örgütleyen Peter Sutherland, şu anda Yunanistan’ın borcunu yöneten Petros Hristodulos, 2012 Londra Olimpiyat Komitesi başkanı Paul Deighton ve 2010’da IMF’nin Avrupa Masası Direktörlüğünü yapan Antonio Borges de Goldman Sachs’ın eski üst düzey yöneticilerinden. Bütün bunlar, finans devi Goldman Sachs’ın Avrupa’daki nüfuzuyla ilgili soru işaretlerini de beraberinde getiriyor.

Avrupa’nın teknokrat liderleri için esas mesele borçların sürdürülebilirliğini garanti altına almak ve piyasalara güven aşılamak. Böylece Avrupa’daki kriz, Amerikan ekonomisi için risk oluşturmaktan çıkmış olacak. Zira ABD’nin önde gelen bankaları JP Morgan, Goldman Sachs, Bank of America, CitiGrup, Wells Fargo ve Morgan Stanley’in Portekiz, Yunanistan, İrlanda, İtalya ve İspanya gibi “sorunlu” Avrupa ülkelerine olan toplam riski 50 milyar dolar. Bu yüzden Avrupa’daki kriz derinleşirse, Amerikan bankaları ciddi bir riskle karşı karşıya kalacak. Unutulmaması gereken nokta şu ki ABD bankalarını iflastan kurtaracak süreç, her ne kadar Avrupa piyasalarını rahatlatmaktan, tahvil alıp satmaktan, para basmaktan ve kemer sıkmaktan geçse de, İtalya’nın ve Avrupa’nın geleceği elbette bundan çok daha fazlasına bağlı. Zira piyasalara güven aşılayan bu politikalar, Avrupa halklarını tedirginlik ve huzursuzluk içine sokuyor ve geleceğe kaygıyla bakmalarına yol açıyor. Son dönemde özellikle teknokratlara emanet edilen iki ülkede, Monti’nin İtalya’sında ve Papadimos’un Yunanistan’ında sokaklardan yükselen seslere kulak verdiğinizde, krizle mücadele programlarının bedelini ödemek istemeyen halkların isyanlarını duyuyorsunuz. Emeklilik yaşları yükselen, daha çok vergi ödemek zorunda kalan, işten çıkarılan ya da ücretleri düşürülen kitleler grev ve mitinglerle, tüm Avrupa’ya yayılan yürüyüş ve protesto eylemleriyle yediden yetmişe direnmeye ve hesap verme zorunluluğu hissetmeyen teknokrat hükümetlerden hesap sormaya devam ediyorlar.


[1] Bu yazı ATAUM E-Bülten’in Kasım 2011 ve Ocak 2012 sayılarındaki “Teknokrasi işbaşında” ve “Piyasalar tamam, ya sokaklar” yazılarının derlenmiş ve geliştirilmiş halidir.

[2] Etienne Balibar, “A revolution from above”, 23 Kasım 2011, Presseurop, [http://www.presseurop.eu/en/content/article/1205541-revolution-above]

[3] “Italy’s Budget: Saving Italy”, 10 Aralık 2011, Economist, [http://www.economist.com/node/21541460]