Kürtaj ve Uludere: Sömürerek Öldürme ve Yaşatmadan Öldürmek

Bu ülkede hükümetler, anayasa tartışmaları, darbe eleştirileri gelir geçer ama egemen devletin hiç değişmeyen şiddet ve denetleme pratiklerine eşlik eden “parıltılı” önermeleri, sözceleri kalır hafızalarda; hayatla ölümün kıyıcı bir ironiyle yan yana geldiği bu sözcelerden en unutulmazı “Hayata Dönüş” idi. Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” önermesi “Hayata Dönüş” sözcesiyle yankılanarak bize bu ülkede hiç değişmeyeni hatırlatıyor, unutturmuyor. Peki, hayatın ve ölümün yan yana geldiği bu kulağımıza küpe devlet sözceleri, çoğunluk algılandığı gibi, birer laf-ü güzaftan, saçmalıktan ya da salt retorik birer ironiden mi ibaret? Devlet sadece bize dil çıkarmak için mi böylesi sözceleri söylemsel dolaşıma sokuyor? İktidarla gözü kör olana özgü akılsızca pervasızlığın tezahürü mü bunlar yoksa devlet aklının hakikat/doğruluk önermeleri mi? Dahası, bu önerme ve sözceler muhalefet olarak bize nasıl bir politik düşünüşü salık veriyor? Evet, egemen iktidar(lar) yaşatıla öldürüle yönetilen, sömürülen bizleri görmüyor, duymuyor belki ama biz ona ne kadar iyi kulak veriyoruz?

/

Başbakan’ın hayat-ölüm önermesi, ilk elden infialle karşılanırken, egemen hoyratlığın ürünü bir dil sürçmesi ya da (haliyle ve nispeten haklı olarak) bir hedef saptırma, gündem değiştirme hamlesi gibi alımlandı. Kürtaj ve genel olarak cinselliğin düzenlenişi meselesiyle Uludere gibi katliamlar arasındaki ilişkiyi öyle ya da böyle sezsek de, Başbakan’ın önermesinin retoriğin alanından önce, fiiliyatın, gerçeğin alanına ait değer/değersizlik koyucu bir doğruluk önermesi olduğu bilgisini yeterince değerlendirebilmiş değiliz.[1] Oysa egemenliğin emanetçisi mecazdan en uzak haliyle yaşam ve ölüm üzerindeki hükmünü açıkça beyan ediyor, paylaşıyor bizimle. Kürt coğrafyasında öldürülenlerle ülkenin daha Batı’sında sömürülerek yönetilenler/yaşatılanlar arasındaki kader birliğine dikkat çekiyor. Tıpkı “Hayata Dönüş” adlandırmasının bizlere, operasyonda öldürülen ve F tipine nakledilen mahkûmların hayatın dışına atılmış bulunduğunu, hayata döndürülenlerinse asıl biz “dışarıdakiler,” yaşatılanlar olduğunu anlattığı gibi. Çünkü bunun gibi her devlet şiddeti örneğiyle beraber “hayatlarımız” ve bedenlerimiz hep daha sıkı bir denetim, gözetim, disiplin ve sömürünün toposu oldu. “Hayata Dönüş”le birlikte sadece siyasi mahkûmların cezaevi koşulları değil, bizim açık hava hapishanemizin koşulları da sıkılaştırıldı. Egemen, hayatın dışına atılanlarla ilgili her pratiğinde, kamusal hayatın çeperlerini belirliyordu oysa. Bu anlamda, modern egemenin öldürme hakkı, Foucault’nun da dediği gibi, “yaşamı yöneten” bir iktidarın “toplumsal bünyenin yaşamını sağlama, ayakta tutma ya da geliştirme hakkının öbür yüzüdür.”[2] Egemenin pervasızlığı, kurucu özelliklerinden olan tanrısal hesap sorulamazlığından, mutlak karar vericiliğinden kaynaklanır.[3] Bu yüzden, egemen devletin, geçici hükümetlerin seküler veya muhafazakâr yönelimlerinden büyük ölçüde bağımsız olan teolojik/ilahi boyutunun kristalleştiği bir “bilgi paylaşımı” olarak değerlendirmek gerek bu ve bunun gibi önerme ve sözceleri.

Hâlbuki kürtaj yasası etrafındaki tartışmalarda, egemen devletin yaşam ve ölüm üzerindeki mutlak karar vericiliğinde devreye giren daha derin teolojik kökenden ziyade, muhafazakâr bir hükümetin “yasaklayıcı” pratiğine vurgu yapıldı. Bağımsız teolog ve müminler hükümetin söylem ve pratiklerindeki dinselliğe, İslam’da böyle bir yasağın olmadığını söyleyerek, yani onu gerçek dine çağırarak mukabele etti. Oysa egemen=Allah/Tanrı/Yehova=sermaye denkleminde, kimse egemene gerçek dini öğretemez; din de neoliberal hükümetler tarafından günümüzün ileri kapitalist ekonomisinin gerektirdiği daha verimli işgücü ihtiyacına göre yorumlanmak durumundadır. Nitekim Türk devletinin kadim din sözcüsü Diyanet’in yeni kürtaj yasasını destekleyen fetvası her zamanki gibi gecikmedi. Bilimciler ise, meseleye daha seküler açılımlar getirerek, dört hafta sınırının taşıyıcı organizmanın, bu durumda kadının hayatı açısından arz ettiği tehlikelere ve kürtajın tıbbi gerekliliğine dikkat çekti ve hükümeti bilimin aklına davet etti. Oysa egemenin kendine has bir aklı vardı zaten; koca bir nüfus olarak hepimizin bedenleri üzerinde bilimi ve en yüksek teknolojiyi seferber ederek uzundur piyasanın hizmetine sunduğu bir aklı. Genel olarak feminist söylem tarafından sahiplenilen toplumsal muhalefet ise, “bedenime dokunma” kampanyasıyla sesini duyuruyor ve haklı olarak, kürtajın herkesten önce kadının seçimi olduğuna, dört hafta sınırının kadının hayatı ve varoluşu üzerindeki ölümcül etkilerine vurgu yapıyor.

Bu söylemdeki doğal haklılık payını (kürtajın her halükârda kadının seçimi olduğunu ve bu yasadan doğrudan etkilenecek olanın öncelikle yoksul ve güvencesiz kadınlar olduğunu) teslim ederek, meselenin bir kimlik olarak “kadın” ile sınırlı tutulmasındaki, (feminizmi salt kadınların meselesi olarak anlayan) anaakım feminizme özgü politik perspektif sorunu üzerinde durmak istiyorum. Zira “(kadının) bedenine dokunma” söylemi bu meseledeki tüm haklılığına rağmen, iktidarın “böl, parçala, yönet” politikasına uygun bir tikellik arz ediyor. Üstelik burada kürtaj salt kadına yönelik bir yasaklama ediminin parçası gibi ifadelendirilirken, egemen iktidarın “cinselliği yararlı ve genel (kamusal) söylemler yoluyla düzenleme” edimi olarak kurucu ve daha genel biyo-siyasi niyeti düpedüz es geçilmese bile, muhalefet etme tarzına yansımıyor.[4] Hem de Foucault’nun hayaleti bugünlerde aramızda bolca dolaşmasına rağmen. Bu yasanın neoliberal hükümetin biyo-siyasetinin bir parçası olduğunun ve “biyo-iktidarın kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesi olduğu[nun]; çünkü kapitalizm[in] bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla güvence altına alın[dığını]”[5] pekâlâ bildiğimiz halde, hükümetin (neo)muhafazakârlığını maddi temellerinden ve hakim sınıf çıkarlarından bağımsız, “saf” bir ideolojik fenomen gibi okumaya, ona refleksif ideolojik tepkiler vermeye devam ediyoruz.

Ülkede bir şeylere ses çıkarmanın istisnai bir durum olduğunu, zaten şurada bir avuç insan olduğumuzu ve yasanın gündeme gelmesi öncesinde ve sonrasında feminist politik mücadelede yer alan bireylerin anlamlı emeklerini göz önünde tutarak, olumlu niyetlerle bazı eleştirimi paylaşmak istiyorum. Bu doğrultuda, nüfusa “kadın” olarak kayıtlı bir proleter/prekarya ve “eksik” bir feminist olarak şahsi gözlemlerimi de işin içine katacağım.

(Yönetilen, Yerleştirilen, Hizalanan, Sömürülen) “Bedenime Dokunma”: Hangi Dokunulmamış Beden?

“Bedenime Dokunma” kampanyasının son derece yaratıcı resimlerini gördüğümde, bir müddet düşündüm. Çünkü kürtaj gündemleşmeden önce de yönetilen ve sömürülen bir kadın olarak bedenimle ilgili büyük sorunlarım vardı. Bedenimi her hareket ettirdiğimde, hatta bunu her düşündüğümde onun mutlak egemenin yasasına tabi olduğunu biliyorken, onu sadece yaşatmak için günde on-on iki saat kadar çalışmak zorundayken, “kadın” görünümümden dolayı kamusal alanda aşırı görünürlük ile görünmezlik sarkacında bir varoluş sürerken, sözün kısası onun üzerindeki yasal, ekonomik ve cinsi/cinsel sınırlanmayı her dakika hissederken, sanki bedenlerimize ilk kez dokunuluyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu bu söylem. Bu yüzden bedene yaptığı vurgunun âdeta “bedensiz,” yani bedenin bilincinden uzak bir saf-düşüncenin ürünü olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. 3 Haziran’da Kadıköy’de düzenlenen “Kürtaj Haktır, Uludere Katliam” mitingine diğer cinsiyetlerin değil, öncelikle kadınların çağrıldığını duyunca kadınlığımı bir kez daha sorguladım ve içimden ilk geçen “ben kadın değilim” deyip evde oturmak oldu ama vicdanım bedenimi meydana taşıdı. Birkaç polis otobüsünden ve sivil polisten başka kimsenin olmaması, devletin de salt “kadın meselesi” söylemine bürünmüş bu muhalefet biçimini yeterince ciddiye almadığının bir göstergesi saymaktan da kendimi alamadım. Muhalefeti kadınların oluşturmasından değil, muhalif söylemin sadece “kadınlarla” sınırlı gibi sunulmasından kaynaklanan bir hafifseme olabilirdi bu, dedim içimden. Hâlbuki Uludere ya da cezaevleri için bir araya gelmiş olsaydık, kolluk sayısı bunun en az beş on katı olurdu herhalde.[6]

Dikkatimi çeken bir diğer şey ise, elimizden bir şeyler gidiyormuş gibi (“laiklik elden gidiyor” tepkisini anıştıran) bir beyaz orta-sınıf hezeyanına kapılmamız oldu bu yasa gündeme gelince; yerimizde sessizce oturalım demiyor, bu konudaki “kadın” muhalefetinin siyaseten önemini görüyorum elbette ama Uludere katliamının gerçekleşebildiği, binlerce muhalifin cezaevlerine tıkıldığı, yoksul erkek vatandaşların bedeninin on beş ay devlete “armağan” edildiği, yoksul kadınların ise ölü yahut kontrolsüz doğumlara, evde kürtajlara, devlet destekli erkek şiddetine kurban gittiği; hele hele ailenin içinde veya ensesi kalınlar tarafından gerçekleştiriliyorsa, devletin (kadına, çocuğa yönelik) her tür şiddet ve tecavüz olayını sistematik biçimde görmezden geldiği; yoksulların en ağır koşullarda sömürüldüğü bir ülkede yaşıyorduk zaten. Ama bu “zaten” ille de sinik bir konformizmin zaten’i olmak zorunda değil;[7] zira bugün kapitalist ekonomiyle ve hâkim sınıfla ilişkisini her zamankinden daha fazla pekiştirmiş olan neoliberal-neomuhafazakâr devleti biraz daha “ciddiye alma” ve ortaklaştırıcı bir politik dil tutturma sorumluluğunu bize belletebilecek bir “zaten” olabilir bu.

Zaten diyorum, çünkü bugün Türkiye’de egemen devletin bedenlerimiz üzerindeki öldürme tasarrufu hakkında belli bir bilinç düzeyine ulaşmış durumdayız. Devletin, yasayı istediği an askıya aldığı olağanüstü hâl koşullarındaki egemen gerçeği ile sözde barış ve istikrar koşullarındaki nispi yasal ve yaşamsal görünüşü bu ülkenin Doğu’suyla Batı’sını, içerisiyle dışarısını ayıran hakikat sınırı olarak iş gördü Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana. Doğu’dan sürekli ölüm haberleri gelirken, Batı’daki ve dışarıdaki suni denge ve düzen görünümünü bozan “Hayata Dönüş” gibi şimşek çakımı anlar toplumsal hafızamıza kazındı. Netice itibariyle, bu ülkede egemen iktidarı temsil eden herhangi bir figürün/kurumun/zümrenin (ister polis, ister asker, ister hukukçu, ister hükümet yetkilisi, ister devlet memuru olsun) “barış” yahut “yaşam” koşullarında istediği an darbe, yani olağanüstü hâl etkisi yaratabileceğini çocuklar ve hayvanlar da dahil artık bilmeyen kalmamıştır. Devlet bir yanında sözde vatandaşın ölüm ve değersizliğini, diğer yanında gerçek vatandaşın yaşam ve değerini düzenlediği bir hakikat sınırıyla ülkeyi yasal, coğrafi ve deneyimsel açıdan çoktandır bölmüştü zaten. Egemenliğin iki yüzünü birbirinden ayıran ve birbiriyle bağlantısını koparan bu sınırı, en azından politik söylem ve eylemlerimizde kaldırmak bizim elimizde. Ne ki, bu son tartışmalarla, mahut yasayı engelleyebilecek güçlü ve ortak bir toplumsal muhalefetten yoksunken, yani basbayağı güçsüz ve yenikken, toplum sözleşmesiyle tek tek öldürme hakkımızı devrettiğimiz bu mutlak şiddet aygıtının sömürerek yaşatma politikaları çerçevesinde düzenlemeye çalıştığı kürtaj yasasına karşı sadece kadın bedenine vurgu yapmak, ortak nedenler yerine (ne kadar canalıcı olsa da) sonuçlara yönelme hatasını barındırıyor. Oysa egemenin her türlü yasal gücünü kapitalizm ve sömürü koşullarını daha sıkı tahkim için seferber ettiği küresel ve yerel bir neoliberal bağlamda, bu yasayla pekişecek olan kadın bedenine yönelik denetim bir neden değil, sonuçtur. Bu, muhalif siyasette sonuçların önemsiz olduğu anlamına değil, nedenlerle birlikte ele alınmaksızın etkisiz ve egemen iktidarla pazarlık gücünden yoksun olduğu anlamına gelir. Kadın, çocuk, hayvan, bitki, erkek, LGBTT, vs. kimliklere sahip bedenli varlılar olarak hepimizi ortaklaştıran nedense, küresel çaptaki neoliberal biyo-iktidarların bedenlerimizi biyolojik işlevlerinin verimliliği açısından değerlendiren, piyasadaki üretkenlik potansiyeliyle doğru orantılı olarak denetleyen anlayışıdır.

Egemen iktidarlar dünyanın her yerindeki yoksul kitlelerin bedenlerini teolojik/dinsel söylemlerle sömürünün topos’una dönüştürürken, devrim arzusundan geri çekilmiş toplumsal muhalefetin kimlik siyasetlerine bölünmüş oluşuna ve sömürülen sınıfların başkaldırıyı unutmuş olduğu varsayımına güveniyor. Egemen, kürtaj ve Uludere’yi aynı önerme içinde kullanırken, elindeki ölüm kartını göstererek bizi en asgari yaşam koşullarına razı edebileceğini ima ediyor. Ama kapitalizm dünyada ve Türkiye’de hazırlandığı daha çetin savaşın neferleri olacak ucuz işçi yığınlarını hayal ederken, o yığınların da özgürleşme hayalleri olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor. Bu nüfus politikaları tutacak olsa ve müstakbel işsiz ve proleter yığınları olarak üçer beşer bebekler dünyaya gelecek olsa dahi, ölüm ile yaşamı kendi kelimeleriyle tarif edecek ve sömürülerek yaşamanın ölümden farksız olduğunu bugün bizim de gördüğümüz gibi görecekler. Hayatla ölümün sınırını bulandırmak sadece piyasanın hizmetindeki egemene has bir vasıf değildir. Hapishanelerde özgür hayat umudu için canları üzerindeki öldürme tasarrufunu kullanan direnişçiler, Uludere’de devletin bombalarının bir gün sonları olacağını sezdikleri halde ekmek için sınır aşmaya mahkûm edilenler, dünyanın dört yanında ölesiye çalışanlar ölümle yaşamın zaten hep sınırındalar. İşte bundan, egemenin mutlak öldürme hakkına rağmen, yoksul sınır yürüyüşçüleri koyacaktır hayatın kurallarını. Umudun kimlik/cinsiyet/sınır aşırı anneleri zamanın ötesine dikilmiş gözlerle doğacak çocuklarını bekliyorlar!


[1] Carl Schmitt egemenin değer koyuculuğunun ikili işlevi hakkında şöyle diyor: “Değeri belirleyen kişi, eo ipso [yalnızca bununla] değersizliği de belirler. Değersizliğin belirlenmesi, değersizliğin yok edilmesi demektir” (akt. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı, 2001, s. 180). Türkiye’de egemen iktidar Uludere’de ve genel olarak Kürt coğrafyasında, hapishanelerde ve görünür hayatın dışına attığı her tür mekânda değersizliği belirler ve yok ederken, yani öldürme ve yasayı askıya alma hakkını kullanırken, kamusal alanda hayatın değerlerini belirleyerek yaşamı “nispeten” şiddetsiz ve yasaya uygun biçimde düzenler, her egemen devletin yaptığı gibi.

[2] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. H. Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı, 2001, s. 100-101.

[3] Egemenliğin ayırt edici özellikleri konusunda bkz. Wendy Brown, Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik, çev. E. Ayhan, İstanbul: Metis, 2011, s. 27.

[4] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. H. Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı, 2003, s. 26.

[5] A.g.y., s. 103.

[6] Aksu Bora’nın Uludere ve kürtaj arasındaki ilişkide muhalif söylemsel vurgunun Uludere’ye çekilmesine ilişkin saptaması bu anlamda önemli bir politik içgörü barındırıyor. Yazı için bkz., “Evet, Uludere,” www.jiyan.org/2012/06/06/evet-uludere/

[7] Burada Tanıl Bora’nın Sol, Sinizm, Pragmatizm başlıklı derlemesinde “zaten biliyor olmanın konfomizmi” dediği türden sinizme gönderme yapıyorum.