Ranciére’i Selamlayarak; Gezi Parkı’na “İmkânsız Kimlik” Yakışır!

Gezi Parkı… Buluşma noktası. Türkiye’deki birçok farklılığı da buluşturdu, bilhassa “çevre severlerin” “huzurlu ve sakin” eylemine 31 Mayıs günü çomak sokulmasından sonra. Kürt, Ermeni, Türk, erkek, kadın, lezbiyen, gey, biseksüel, heteroseksüel, transeksüel, solcu, sağcı, Kemalist, … Hepsi bir aradaydı. Taa ki 15 Haziran Cumartesi gecesi saat 20:45’e; yakıcı, boğucu, göz yaşartıcı, yaralayıcı ve öldürücü polis ve onun meşruiyetini savunan obsesif, provokatör ve mitingci iktidarın şiddeti ile dağılana kadar. Aslında dağılmadı; farklılıkların büyük kalabalığı hâlâ parklarda, sokaklarda direnişi devam ettirmeye çalışılıyor büyük mücadelesiyle.

2007 Ocak’ında Hrant Dink’in katledilişinin ardından hep bir ağızdan “Hepimiz Ermeni’yiz! Hepimiz Hrant’ız!” sloganını tüm ülkeye duyuranların, farklılıklarını da yanlarına alarak bir araya gelişi gibi. Ancak onun daha büyük ölçeklisi. Yani, bu seferkinde, ek olarak, daha fazla farklılığın birbiri ile karşı karşıya gelmesi (encountering) mevcut.

Hrant Dink eylemlerinde de düşünmüştüm, şimdi de düşünüyorum Jacques Ranciére’in siyasalını. Ranciére, siyasalın ne demek olduğuna ve onun felsefe ile olan ilişkisine bakarken, bugün siyasal (politics) denilen şeyin aslında piyasaya hizmet ettiğini söyler ve o yüzden, bugün yapılanı, siyasal yerine, siyasa (policy) olarak adlandırır. Daha ayrıntılı bir şekilde, bugün siyasa, yurttaşlara, piyasa ile uyum içinde olan evrensel kimlik kategorileri altında eşit birer “insan” oldukları mesajını verir ve böylece onların farklılıklarını yok eder; siyasalın olasılığını kısıtlar. Çünkü Ranciére’in Aristoteles’ten ödünç aldığı düşünceye göre siyasal, tek kategori olan “insan” olmanın temel aldığı aritmetik eşitlik argümanı (herkes eşittir nosyonunun hâkim olması) ile gerçekleşmez; onun yerine, siyasal, farklılıkların -evrensel kategorilerden serbest bir şekilde- kendini farklı olarak resmettiği ve tanıttığı ve geometrik eşitliğin var olan eşitsizlikleri ortaya çıkardığı yerde yapılır.

Ranciére, evrensel kategoriler, farklılıkları yok ettiği gibi, bir de insanların kendi davalarından kaçınmalarına neden olan korku duygusunu yaratır der. Ve bu yüzden insanlar bir şey yapmak yerine evrensel kategorilerin kurtarıcılığını beklerken sadece merhamet duymakla yetinirler. Yani, insanlar olan biteni -piyasanın sahip olduğu- televizyondan ve radyodan izler ve duyar, tek yaptığı şey ah vah çekmek ve kendi başına gelmediği için şükretmek olur. Olay mahalline inmektense, bu olan biteni kurtarsa kurtarsa “insanlık” kurtaracaktır der ve davayı piyasanın ellerine terk keder. Piyasanın ellindeki silahın, polis gücünün, bu kurtarma hikâyesini “mutlu” sonlandıracağından emindirler çünkü zaten biz hepimiz baştan beri eşit(!) olarak kutsanmışızdır. Fakat aslında tüm dünya ile farklılıkları bitiren “insanlık” üzerine bir uzlaşmaya (consensus) varmış olurlar. Ranciére’e göre bu siyasal değildir; piyasa ile uzlaşı içinde siyasa yapmaktır. Ve piyasanın verdiği toplumsal bir kategori olan evrensel kimliğe bürünmektir.

Ranciére, eşitlik üzerine uzlaşmak yerine, aslında “herkes eşittir” nosyonunun üstünü örttüğü eşitsizlik ile uzlaşmayarak (dissensuss) siyasal gerçekleşebilir der. Bunun için de imkânsız (imposible/in-between) kimliklerden bahseder. Bu kimlikler, piyasanın sunduğu evrensel kategorilere hiçbir zaman uymaz, çünkü her zaman öteki kimlikleri kendileri ile taşıdıkları için eşitsizliğin farkındadırlar ve bunu davası bililer ve davalarını sahiplenirler. Davasını polise emanet etmek yerine, polise karşı direnirler. 68 hareketi içerisinde “Hepimiz Alman Yahudisiyiz!” (we are all German Jews!) sloganı üzerinde duran Ranciére, buradaki imkânsız kimlik ile karşı duruşa dikkati çeker. Bunu “hem kendin olarak farklılığınla görünür olmak, hem de diğer kimlikleri de yanına alarak oluşturduğun belirsiz/imkansız bir kimlik (aslında olmayan kimlik ile) ile davana sahip çıkmak” olarak okumak mümkün diye düşünüyorum. Ancak böylece, Alman Yahudisi’nin uğradığı eşitsizliğin sadece onun eşitsizliği olmadığını görecek ve göstereceksin; korku ve merhamet duyarak uzlaştığın belli kurumların yardımını beklemek yerine, oraya gidip davana kendin sahip çıkmış olacaksın.

Buradan hareketle, Hrant Dink’in katledilişi sonrası sokakta gördüğümüz resim de buna benzemekteydi. Ne Türk, ne Kürt, ne Alevi, ne Müslüman, ne Gey, ne Lezbiyen… Fakat aynı zamanda Türk, Kürt, Alevi… olarak. Aslında sadece belirsizlik/imkânsızlık ile bezenmiş bir Ermenilik kimliği. Sokakta imkansız bir kimlik vardı. Hepimiz Ermeniyiz!

Bugün gezi parkı ve diğer park ve sokaklarda, Ranciére’in bahsettiği resmi görmek mümkün: kendi davasına sahip çıkan, korkmayan ve sadece ah çekip işi “insan” olmanın “güvenli kollarına” bırakmayan, piyasaya sorun çıkaran, polise karşı direnen bir halkın resmi. Ve bu resim, bize siyasal olabilmenin umudunu veriyor. Önemli bir tarafı da, bu park etrafında şekillenen ve ülke genelinde devam eden gösteri ve protestolar, üst satırlarda da belirttiğim gibi, birçok farklılığın bir araya geldiğinin kanıtı oluyor. Bu farklılıklar evrensel kategorilere uymamak için direniyor olabilirler. Peki, imkânsız bir kategori ile mi ortaya çıkıyorlar? Yoksa kendi özlerini koruyor ve korumak için canla başla mücadele mi veriyorlar? Yani bu dava farklı kimliklerin farklı davası olarak mı algılanıyor? Yoksa farklılıklarını da yanına alanlar “imkânsız bir kimlik” etrafında toplaşıp davalarına sahip mi çıkıyorlar?

Gezi Parkı’nda, siyasalın varlığı ve gerçekleşmesi için umut verici örnek olan ve Ranciére’in de üzerinde durduğu 68 hareketindeki duruşun ve Hrant Dink’in ardından İstanbul sokaklarına dökülen binlerce kişinin davalarına sahip çıkışının aksi bir şeklini gözlemlemek hiç de zor olmuyor. Kimliklerin sınırları kendi içerisinde o kadar belli ve kuvvetli ki, farklılıkların karşılaşması hiçbir şekilde karşılıklı öğrenmeyi doğurmuyor. Karşılaşma sırasında farklılıklara karşı tüm duyular kapatılıyor, “insan olma” rolü ile hareket etmek tercih oluyor. Farklılığa tahammül edilemediği için, farkı görmemek istercesine, hiç olmadı, “insan olma” diskuru ile iletişim kuruluyor. “Hepimiz insanız, şehrini seven insanlar.” Fakat farklılıklarla gecenin geç saatlerinde ya da gündüzün yakıcı güneşinde karşılaşıldığı anda zaman zaman kıyametler kopabiliyor; LGBT bireylerine ve onların kütüphanelerine saldırma, BDP çadırlarını yerle bir etme arzusu su yüzüne çıkıyor. Ve sonradan “cesur” olan medyada bu farklılığın sınırları görmezden gelinerek, “burası, hiçbir partiden olmayan insanların da: öğrencilerin, ev kadınlarının, çocukların rahatsızlıklarını dile getirdikleri alandır” deniyor. “İdeolojisiz olma” kaygısını taşıyan bu cümleler aslında, bizi, Gezi Parkı'nı iyi okuyamamanın bir ifadesi. Farklılıkların karşılaşma sırasında öğrenme aşamasına geçtikleri ve bir imkânsız kimlik kategorisi ile meydanda hareket ettikleri var sayılıyor.

Dahası, karşılaşmaların dışında da parka gelen, var gücüyle özünü korumayı seçiyor. Fanatik gelen kendi sloganını atıyor ve attırmayı istiyor: “La La La… Koyduk mu?” Kemalist gelenler de keza öyle: “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz.”… v.b. Herkesin sorunu olan park sorunu, hiçbir talep içermeyen, onun yerine, seksist, patriarkal, faşist, ırkçı, ayrımcı v.b. söylemler içeren sloganlarla dillendirilmiş oluyor sözde. Bir taraftan, bu sloganlarda var olan tahakküme karşı durduklarını duyuyoruz; “Tayyip İstifa!.” Ancak, imkânsız bir kimlik yerine, bu sefer her bir grup, kendisinin tahakküm kültürünü yaratmayı hedefliyor alandaki farklılıkları yok sayarak. Yani kendi evrenselini kendi yaratma çabasında. Ranciére’in dediğinin aksine, diğer kimlikleri de kendileri ile beraber taşımıyorlar ve bu yüzden eşitsizliği sadece kendi baktıkları yerden görüyorlar ve sırf bunun için mücadele ediyorlar.

Derken, Gezi Parkı'nda 14 Haziran günü forumlar başladı. Farklılıklar akşam saat 16:00'da başlayan forumlarda birbiri ile tartışıyordu. Artık durumu yalnız kendi baktıkları pencereden net göremediklerini, komşunun penceresinden onlara seslenmesine ihtiyaç duymaya başlamışlardı. Arada sesler yükselse de, karşılıklı öğrenme süreci için adımlar atılmıştı. Ancak iki gün süren forumlar sonrasında polis ve iktidarın şiddeti yine boy gösterdi. Büyük mücadele verildi sokaklarda. Aslında Gezi Parkı dağılmadı. (Ya da öyle umuyorum.) Büyük mücadele içerisinde retoriği ve stratejisi değişti. Bugün “duran adam” eylemleri sokakta sahnelenmeye devam ediyor. Bir de, İstanbul’da Abbasağa Parkı, Hisarüstü Doğa Parkı, Okmeydanı’nda ve başka yerlerde forumlar ya da serbest kürsüler gerçekleşiyor ve artarak gerçekleşmesi bekleniyor. Farklılıklar, burada Gezi Parkı'nı değerlendiriyor, sıkıntılarını dile getiriyor ve ne yapabiliriz sorusuna cevap aramaya çalışıyor. Örneğin, Abbasağa Parkı'nda şahit olduğumuz “Yaşasın Renklerin Kardeşliği” sloganları eşliğinde Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarının aynı karede yer alma istekleri bize karşılıklı öğrenme çabasının var olduğunu gösteriyor. Ancak bu forumun bir şemsiye kimlik, ya da evrensel bir kimliği ifade eden bir milli marş ile başlaması ve taraftarlar bu kareyi, aynı şekilde, bir milli bayrak önünde çektirmesi bize imkânsız kimliğe olan uzaklığı da gösteriyor. Dahası, farklılıkların, ideolojilerin, politik olmanın gündüz ve gece vakitlerinde hâlâ sorun yaratacak birer unsur olarak görüldüğünün mesajını veriyor.

Bana göre, bütün bunlar karşılaşmanın karşılıklı öğrenme aşamasına henüz tam olarak geçememesinden kaynaklanıyor; karşılaşmalar hâlâ evrensel bir kimlik referansı ile yürütülüyor ya da sadece bu yolla mümkün olacağı düşünülüyor. O nedenle, bir şeyler yapmalı. İdeolojik olmamak kaygısını taşımaktan vazgeçip, bir an evvel Gezi Parkı'nın “imkânsız kimlik” eksikliği forumlara taşınmalı ve alandakiler bir araya gelerek kendi olanaklı kimliklerimizin yanına farklı olanaklı kimlikleri de alarak, imkânsız (impossible/in-between) bir kimlik hareketi ile siyasal olma adımlarını aramalıyız. Çünkü Gezi Parkı'na ve diğer park ve sokaklara imkânsız bir kimlik çok yakışacaktır eminim.