Devletin Babalıkla İmtihanı: Gezi Direnişi

Gezi Parkı’nda bir ağaç protestosu olarak başlayıp Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal olaylarına dönüşen sürecin Hükümet tarafından daha doğrusu hükümetin şahsında cisimleştiği Başbakan tarafından nasıl algılandığı pek çok analizcinin üstüne kafa yorduğu bir durum. Resmi söylem olarak olayların sosyolojik bir temele dayanmadığını söyleyen, kendisine bunu hatırlatanları haddini bilmemekle suçlayan bütün olayların faiz lobisi, iç dış komplolorla açıklanabileceğine inanan “öfkeli bir baba” figürüyle karşı karşıyayız.

Protestoyla başlayıp direnişe dönüşen bu toplumsal olayların temel itirazının merkezinde bizzat Başbakan’ın şahsı olduğunu gerek yer yer aşırıya kaçan duvar yazılarından gerek atılan sloganlardan biliyoruz. Başbakan’ın paternalist/ataerkil tutumunun, bütün sosyal hayatı kendi değer yargıları ve estetik zevklerine göre tanzim etme çabasının bu gençler nezdinde yoğun bir öfke biriktirdiği gerçeği var. Bu bağlamda genel olarak olayları analiz edenlerin meseleye dair oluşturdukları bağlamın ergen çocuğun bireyliğini ispatlamak için babaya isyanı olarak değerlendirildiğini görebiliriz. İki haftadır bu bağlam minvalinde bir analizin doğal sonucu olarak analiz sahiplerinin, babaya anlayışlı ve hoşgörülü olup bireylik ispatına soyunmuş ergenin sesine kulak verme öğüdünü dinliyoruz.

Oysa ilk bakışta kulağa iyi bir çözümmüş gibi gelen bu çağrının mevcut sorunlu durumu restore etmek dışında hiçbir işe yaramayacağını görmek lazım. Baba figüründeki devletle ergen statüsündeki toplum arasındaki ilişkinin tabiatına itiraz etmeden bir nevi “öpüşüp barışın da bitsin bu iş” gibi bir çözüm önerisinin bu toplumsal olayları hiç okuyamadığı çok açık.

Türkiye’de devletle toplum arasındaki ilişki ataerkil bir çekirdek aile yapısına benziyor.Devlet bu topraklarda “(Ana)vatan”ı korumakla yükümlü eril bir aygıt olarak anlaşılıyor ve kendisi de bütün aygıtlarıyla bizzat bu kavrayışı yeniden üreterek meşrulaştırıyor. (Zorunlu askerlik bu meşrulaştırmanın ve “dişi” vatanı koruyan “eril” devletin en iyi gözlenebileceği yer.) Devlet vatandaşına hizmet sağlayan formel/kurumsal bir organizasyondan ziyade onu yeri gelince sarıp sarmalayan, koruyan, gözeten, ya da sıklıkla olduğu gibi hırpalayan, haddini bildiren informel/kişisel bir kavram olarak yansıyor. Dolayısıyla Türkiye’de doğup büyüyen, politik endoktrinasyonunu bu ülkede alan herkes devlet dediğimiz şeyin bir organizasyon değil iyiyi/doğruyu/yanlışı belirleyen ve her gün gündelik hayatımızda bizimle iç içe yaşayan somut bir şey olduğunu bilerek yaşıyor.

Türkiye’de neyin iyi neyin kötü olduğunu bize söyleyen ve her daim bizi yanında hissettiren devlet kültürü AKP hükümetleriyle ortaya çıkan bir şey değil ancak daha önce devlet bize iyiyi, doğruyu, makbulu ve yanlışı gösterirken bu mesajları daha dolaylı ve az görünerek vermeyi tercih ediyordu. Biraz da iletişim teknolojisinin kısıtlı olması nedeniyle devlet bizi zaman zaman uzaktan zaman zaman yakından izlediğini bildiğimiz; ama bize pek görünmeyen bir hayaletti. Oysa 2010 sonrası artık devletin şahsında cisimleştiği Başbakan Erdoğan bu görünmeyen ama hayatımızın her köşesine sinen devlet aklının artık görünür temsilcisi oldu. Günde ortalama 4 kez konuşan ne zaman televizyonu, bilgisayarı, gazeteleri açsak karşımızda bulduğumuz neredeyse Chavez’in konuşmalarından daha uzun süre halka hitap eden, bizzat kişiye özel alanlarda bile kendi kesin doğrularını insanlara empoze etmeyi meşru ve haklı sayan paternalist bir figür olarak zuhur etti.

Devletin iyiyi doğruyu belirlemesine alışmış ama bu mesajları konjonktüre göre farklı öznelerden (yargı/asker/medya/hükümet) daha düşük doz ve yoğunlukta alan insanlar son 3 yılda bütün bu öznelerin tek özneye tek karar vericiye dönüşüp katlanılmaz sıklıkla ve yoğunlukla karşılarına çıkmasına karşı isyan ettiler. Yani popüler kültür tabiriyle söylersek Başbakan’ın yüzü eskimişti, 90 kuşağının deyimiyle söylersek “Artık Başbakan’dan kal gelmişti”

/
Feridun G.

Dolayısıyla artık Başbakan’ın biraz sakinleşmesiyle baba-ergen çocuk ilişkisinin yeniden tesis edilmesi söz konusu olamaz. Burada artık istenilen şey baba figürünün sürdürülebilir müşfiklikte, Erol Taş’tan Hulusi Kentmen’e dönüşen bir figür haline gelmesi değil, baba figürü olmayan bir toplum-devlet ilişkisi. Gençlerin bu isteğinin kendisini hala sorgusuz sualsiz baba figüründe gören ve bir yandan faiz lobisi falan derken için için direnişcileri nankörlükle suçlayan Erdoğan tarafından hiç anlaşılmadığını ve muhtemelen de anlaşılmayacağını düşünüyorum. Erdoğan’ın bu toplumsal olaylar karşısında ihanete uğramış baba duygusundan kaynaklanan öfkeyi Shakespeare’in “Venedik Taciri”nde kendisi için babası tarafından tasarlanmış hayatı elinin tersiyle itip “çapulcu” diyebileceğiz bir adama kaçan Shylock’un kızına duyduğu öfkeye, ya da bir başka Shakespeare oyunu olan “Fırtına”da kızı planladığı gelecek tasavvuruna uymayıp başka bir “ilkel çapulcu” Caliban’ın peşinden giden Prospero’nun öfkesine benzetiyorum.

Artık babasının kendisini yetişmiş bir birey olarak görmesini yeterli görmeyip onunla sadece bunu yaptı diye uzlaşmayacak, tam aksine babalık–çocukluk rollerinin devlet-toplum ilişkisi açısından sorunlu olduğunu düşünen bir kuşak var. Erdoğan’ın bu paradigma değişikliği karşısında hissettiği yeniklik duygusu ya da öfkenin boyutu ne olursa olsun Türkiye toplum-devlet ilişkisi açısından 31 Mayıs öncesinden başka bir yerdedir artık.