New York'ta Grev: Açgözlü ve Bencil Ulaşım Emekçileri

Böyle nitelendiriyordu New York Belediye Başkanı Bloomberg, toplu sözleşmelerden sonuç alamayıp 20 Aralık’ta greve giden 33,000 ulaşım emekçisini: Açgözlü ve bencil! Bundan evvel en son 1980 yılında greve gitmiş olan Ulaşım İşçileri Sendikası (TWU) da çok oluyordu hakikaten. Öyle 20-25 senede bir zırt pırt greve gidilmez ki!

Kuşkusuz Bloomberg, sendikaya dil uzatırken ‘80’lerden bu yana gittikçe palazlanan emek karşıtı neo-liberal zihniyetten alıyordu cüretini. Ama onun pervasızlığını pekiştiren başka bir dizi unsur daha biraraya gelmişti metropollerin metropolü New York’ta geçen hafta.[1] Bir kere, grevin zamanlaması çok talihsizti; tüm metro ve belediye otobüslerinin kontak kapatmasıyla birlikte milyonlarca New York’lu -ve ziyaretçi- Noel’in hemen öncesinde, üstelik buz gibi soğukta yaya kalmıştı. Tabii, Bloomberg gibi kurt bir siyasetçi, sabahın ayazında işe yürüyen New Yorklulara eşlik ederek “sendikanın mağdur ettiği halkla” dayanışma şovu yapma fırsatını kaçırmadı. Ama sırf Bloomberg’e yüklenmek doğru olmaz çünkü müzakerelerin tıkandığı noktada bizzat TWU genel başkanı Michael O’Brien grevi tasvip etmediğini beyan etmiş ve sendikanın New York Şubesi Başkanı Roger Touissant’ı yüzüstü bırakmıştı. İnsanın kendi sendika başkanı dururken Bloomberg gibi hasımlara ne hacet.

Greve karşı Bloomberg’in bu denli küstah, O’Brien’ınsa bu denli kaypak bir tutum takınmasında en belirleyici unsur, kamu emekçilerine grev hakkı tanımayan Taylor Kanunu olsa gerek.[2] Bu kanun uyarınca, grevde oldukları herbir gün için kamu emekçilerinden iki günlük ücret kesilebiliyor, sendikaları da 1 milyon dolar cezaya çarptırılabiliyor.[3] Sendika sorumlularına reva görülebilecek hapis cezası da cabası.

Kısacası, Türkiye’de olduğu gibi, ABD kamu çalışanları da sadece “grevsiz toplu sözleşme” hakkına sahip, daha doğrusu üretimden gelen güçlerini kullanma hakkından yoksun.

Peki, tüm bu elverişsiz koşullara ve onca kanuni yaptırıma rağmen neden New York’un ulaşım emekçileri gözlerini karartıp greve kalkışmışlardı? Hadisenin bu en canalıcı boyutu, yani grevin saikleri, ilginç ve manidardır ki bellibaşlı medyada belki de en az tartışılan husustu. Yolcuların mağduriyeti, Bloomberg’in hakaretleri, grevin cezai müeyyideleri…derken laf bir türlü grevin gerekçelerine gelmiyor, olsa olsa iki satırlık bir değiniyle geçiştiriliyordu. Şehrin en çok satan iki gazetesinden bizim Akşam gazetesinin ABD muadili diyebileğimiz New York Post grevcilere manşetten “Sizi Fareler!”diye seslenerek tarafını yeterince belli ediyordu ama daha seviyeli ve objektif habercilik yapma iddiasındaki New York Times da grevcilerin görüşlerine doğru dürüst yer vermeyerek bilfiil taraf olmuş oluyordu.

Çoğunluğunu siyahi ve Latin Amerikalı emekçilerin oluşturduğu TWU-NY Şubesi’nin tek “suçu”, işveren konumundaki MTA (Metropol Ulaşım İdaresi) yönetiminin aşındırmaya çalıştığı emeklilik ve sağlık haklarını muhafaza etmeye çalışmak ve bu uğurda son çare olarak greve başvurmaktı. MTA’nın tam emeklilik yaşını 55’den 62’ye çıkarma ve bundan böyle işe alınanların ücretlerinden %2 sağlık kesintisi yapma teklifine yanaşmadıkları için ulaşım emekçileri “açgözlü” oluyordu - aynen fabrikalarının kapatılmasına direnen SEKA işçilerinin “asalak” ya da 1992’de İstanbul’da greve giden “çöpçülerin”[4] aslında “tuzunun kuru” olduğu gibi. Sendikadan bu kadar büyük bir ödün koparamayacağını anlayan MTA yönetimi bu sefer yeni işe başlayacakların emeklilik kesintilerini %4 artırmak kaydıyla emeklilik yaşını 55’te tutma önerisinde bulundu. Fiilen ücretlerin %4 azalması anlamına gelen bu öneri sayesinde MTA’nın toplu sözleşmeye bahis üç sene boyunca yapacağı toplam tasarruf miktarı epitopu 20 milyon dolar olup buna mukabil MTA’nın bu sene kendi açıkladığı bütçe fazlasının tutarı 1 milyar dolar![5] Hakikaten çok arsız oluyor şu emekçiler de.

Bu yazı yazılırken grev 60 saat sonrasında bitti. Kesinliğe kavuşmamış olmakla birlikte sendikanın, emeklilik haklarında bir değişiklik yapılmaması karşılığında sağlık kesintilerinin artırılmasına razı olacağı bekleniyor, cezai müeyyidelerin işletilmesiyse pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Netice itibariyle kimin galip geldiğini söylemek oldukça güç. Ve fakat, bunca baskı ve tehdid altında, yasalar ve bizzat kendi sendika üst-yönetimine kafa tutarak olmaz denileni oldurttuğu, “grev”in neredeyse müstehcen bir kavram olarak algılanır olduğu günümüzde üretimden gelen gücünü kuvveden fiile döktüğü için New York ulaşım emekçileri galiptir bu yolda olsa da mağlup.


[1] Henüz 8 Kasım’da yapılan seçimlerde oyların %57’sini alarak ikinci kez Belediye Başkan’ı olması da Bloomberg’in özgüveninde pay sahibi, tabii ki. Gerçi söz konusu seçimlere rekor seviyede düşük bir katılımla seçmenlerin sadece yaklaşık üçte birinin icabet ettiğini de kaydetmek gerek.

[2] Söz konusu Taylor Kanunu aslında Codlin-Wadlin adıyla anılan ve 1966 grevinde yürürlükte olan kanunun biraz daha müsamahakâr bir versiyonu. Greve katılan tüm çalışanların işten çıkarılmasını öngören Condon-Wadlin kanunu 1966 grevinde tatbik edilemeyince yerine 1967’de nakdi cezalar içeren Taylor Kanunu getirilmiş.

[3] Bu hesaba göre 3,6 milyon dolar bütçesi olan TWU New York Şubesi için 4 günlük bir grev bile iflas bayrağını çekmeye fazlasıyla yetiyor.

[4] Aslında bütün belediye işçileri birarada greve gitmiş olsa da medya olayı “çöpçü” grevi diye lanse etmeyi tercih etmişti. Kaynak: http://www.evrensel.net/00/07/30/dosya.html

[5] Kaynak: http://www.thenation.com/doc/20060109/freeman