Zamanında Dersim Nasıl Haber Olmuştu?

Dersim’i tartışmak, geçmişimizin karanlığı ve acılarını paylaşmaktan çok, güncel politik kutuplaşmalar ve çıkar hesaplarının yörüngesine girmiş gibi görünse de, tarihi yazılmamışların kaderinden bihaber Türkiye toplumunun aklına “Dersim” adını düşürmesi bağlamıyla önemli bir gelişme. İnsanlar en azından “ne olmuş bu Dersim’de yahu?” deme safhasına gelmiş durumdalar.

Bu yazının temel meselesi, Dersim’in, olayların gerçekleştiği yıllarda ve katliam esnasında Cumhuriyet basınında ele alınış biçimine, yani Türkiye basınının Dersim üzerinden “Kürt meselesi”ne bakışına kısaca göz atmak. 1937 Mart ve 1938 Ağustos aylarını içeren Cumhuriyet, Kurun (Vakit) ve Tan gazetelerinin Dersim Katliamının haberleştirme biçimine bakıldığında, aslında 1980 ve 1990’lara kadar uzanan bir “dil”in prototipine rastlamak mümkün. 1930’larda, örneğin Ağrı İsyanı boyunca basında “Kürt” olarak tanınan bir grubun, Dersim ile birlikte uzun yıllar sürecek şekilde “Dağ Türkü”ne evrilmesi, bölgesel geri kalmışlık ve feodalitenin yöre halkını “isyana” teşvik ettiği iddiası, Cumhuriyet’in zora ve asimilasyona dayalı uygulamalarının “eşit yurttaşlık ve Cumhuriyet’in nimetlerini bölgeye götürme” olarak meşrulaştırılma gayreti ve Kürt kimliğinin algılanışındaki ırkçı ve iç-şarkiyatçı tavır bu dilin erken dönemde serpilen temaları. Devlet ve onun bekası ile kendini özdeşleştirme, sansür/oto-sansür mekanizması ile dezenformasyona dayalı bir habercilik ise basının o günlerden günümüze, pek de değişmeden kalan nitelikleri.

1937’de Dersim haberlerine dair dikkat çekici ilk ayrıntı, Dersim’in olayların başlamasından hemen hemen dört ay sonra haber olmasıdır. Olaylar Mart 1937’de başlar, ancak 15 Haziran 1937’de İnönü’nün Meclis’te meselenin kontrol altına alındığını duyurması ile haber olur. Son Telgraf gazetesi Mayıs 1937’de yayınladığı bir haberinde Doğu’da karışıklıklar olduğu söylentilerinin yayıldığını ve bu konuda bir açıklama yapılmasını isteyince yayını hemen durdurulur. O dönem yaşanan sansürün boyutlarını gösterme açısından bu iki olay çarpıcıdır.

Dersim’in haberleştirilmesinde karşımıza üç önemli tema çıkar. Cumhuriyet’in kudreti, harekâtın Dersim’i medenileştirmek için başlatıldığı iddiası ve Dersimli’yi Cumhuriyet elitinin gözünden gören iç-şarkiyatçı bakış.

Cumhuriyet’in kudreti basında, bölgenin fiziksel ve sembolik olarak ele geçirilmesi bağlamıyla yer bulur. Bu söylem İnönü’nün Meclis’teki hitabının tüm gazetelerde manşetten görülmesiyle doruğa ulaşsa da (“Orada Kutuderesi, Kalanderesi, Dojikbaba Dağı vesaire gibi isimler vardır ki sadece bu isimlerin telaffuzu ve eskiden birçok seferlerin bunlardan biri etrafında kördüğüm kaldığını, bahusus isyan edenlerin bunlardan birine sığınarak aşılmaz bir melce halinde maksatlarına muvaffak olduğunu ifade ederdi. Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiblerde hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere, ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştanbaşa geçmişlerdir.-Alkışlar-Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin ve ordudan bir neferin ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur.-Bravo sesleri, alkışlar” (Başvekil İnönü’nün Meclis’teki Hitabı, 19 Eylül 1937, Kurun Gazetesi), gazetecilerin Cumhuriyet’in bölgeye nüfuzu hakkındaki görüşleri de benzer bir minvalde seyreder: (“Kuş uçmayan Tunceli dağlarında tam bir sükûn hükümrandır. Bir zamanlar eşkıya yatağı olan şu kovuklar, karşıki kayalık ve ormanlarda şimdi yalnız kuşların sesi ve Mehmedciklerin sevgi şarkılarındaki hevesleri işitiliyor. Yol boyunca milli kartallar semalarımızı da emniyet altına almış, dibimizde yer bir köle gibi mutileşmiş [uysallaşmış, y.n.], üstümüzde gök bir kul gibi münkad [uyan, boyun eğen. y.n] (27 Haziran 1937, Cumhuriyet).

Basında, Cumhuriyet iktidarını bölgeye götürmenin ana aracı olarak sunulan temel öğe Cumhuriyet ordusudur. Basının “militarizm” ile ilişkisinin sürekliliğini görmek açısından bu dil ilginç vurgular içerir: “…Bütün asri vesait ile teçhiz edilmiş Cumhuriyet ordusunun kayaları devirerek yol açıp ilerlemesi, köprüler kurması, kışla, karakol, hükümet evlerinin temellerini atarak inşaatı gün geçtikçe artırmasını görseydiniz, Türkiye İsviçresinin pek yakında doğacağına inanırdınız” (Niyazi Ahmed, Vahşi ve En Kurnaz İnsanlar Arasında, 8 Temmuz 1937, Kurun). Ordu, ilerleyen yıllarda olduğu gibi Cumhuriyet’in modern, mamur ve “hizmet götüren” yüzünü temsil eder. Türk milliyetçiliğinin “vatan=millet=devlet=din=ordu” (T.Bora) formülünün Dersim’de de uygulamaya konduğu görülür.

Dersim’e düzenlenen son harekâtın Büyük Taarruz’un yıldönümüne denk getirilmesi “ordu eşittir millet” düsturunun ve halka çeşitli vesilelerle mesaj veren devlet (Mustafa Muğlalı adının kışladan daha yeni kaldırıldığını hatırlayalım) imajının erken dönemde de var olduğunu görmek açısından ilginç bir detaydır. Bu harekât sırasında, Ahmet Emin Yalman, Dersim’i milli birlik ve bütünlüğü bozan son pürüz olarak ilan ederek, gazetecilerin uzun yıllar sürecek pozisyonunun (gazeteci=devlet) ilk örneklerinden birini verir:“…ordumuzun Dersim’de bir manevra şeklinde başlamak üzere olduğu tarama, mevzii bir hadise değildir, milli birlik ve bütünlüğün son pürüzünü ortadan kaldıracak ve milli mesele ve ihtiyaçları daha açık ve berrak bir gözle görmemize imkân verecek milli mahidedir” (Ahmet Emin Yalman, “Tarama Manevrası”, 5 ağustos 1938, Tan.)

Orduyla birlikte bölgede Cumhuriyet iktidarını sembolize eden en önemli karakterlerden biri General Alpdoğan’dır. Alpdoğan “1936 Tunceli Vilayeti’nin İdaresine Dair Kanun” aracılığıyla ile yasama-yürütme-yargı yetkilerinde şahsında toplamış bir “monark” olarak Dersim’in idaresini üstlenmiştir. Alpdoğan kimin idam edileceğine ve ilçelerin sınırlarına karar vermekte, memurları doğrudan işten çıkarabilmektedir. Dersim’in “bir koloni olarak nazarı itibara alınması”, Alpdoğan’ın bu tasarruflarında vücut bulur. Dönem basını için Alpdoğan, Cumhuriyet’i kendinde cisimleştirmiş, paternal bir figürdür: “…General Alpdoğan’ın takib ettiği idari ve siyasi tarzı hareket bu muhit için o kadar… ve muvaffak oldu ki adeta halk onu bir babadan daha fazla sevip saymağa başladı” (18 Haziran 1937, Cumhuriyet). Alpdoğan’ın bu sevgiye cevabı, devlet ricalinin uzun yıllar sürecek söylemsel geleneğinin ilk örneklerindendir: “Devlete uzanan eli kırmak, devlet kuvvetini tecavüz edilemez bir hale getirmek vazifemizdir.” (General Alpdoğan’ın nutku, 2 Temmuz 1937, Kurun) Alpdoğan’ın varlığı ve hizmetleri bölgede aslında bir Cumhuriyet mucizesinin başarılmasıdır. Basın için Alpdoğan bu yönleriyle bir “mucize karakter”dir (İlerleyen yılların “OHAL Valilerini hatırlayalım). Dersim’i bir koloni haline getiren olağanüstü yetkileri herhangi bir biçimde ima dahi edilmezken, başarıları sürekli gündemde tutulur: “Serkeşler köprüyü tahrib ve ihrak ederek muvasalayı inkıtaa uğratınca Kumandan Alpdoğan derhal salâhiyettar mütehassısları faaliyete getirterek, fakat fen ve san’at bakımından kendi eseri olarak bu köprüyü çok az zamanda kurdurmuş ve isyanın belkemiğine bu köprü ile ilk darbeyi indirmiştir. …Dünyada en seri yapılan köprülerden biridir ve denebilir ki memleket için çok iftihar edilecek bir kumandan olan Alpdoğan’ın bir şaheseridir” (27 Haziran 1937, Cumhuriyet).

Cumhuriyet basınının Dersim Katliamı boyunca bir diğer kahramanı Sabiha Gökçen’dir. Gökçen ve Alpdoğan, basının olayları kişileştirme ve dramatizasyonunda temel karakterler olarak işlev görür. Atatürk, İnönü ve Celal Bayar’ın demeçleri tüm “resmiyeti” ile basında yer bulurken, Sabiha Gökçen ile ilgili hikâyeler Dersim Katliamı’na polisiye roman tadında bir heyecan katılmasını sağlar. Gökçen, Cumhuriyet’in “kadın” tahayyülünde (kamusal alanda erkekle eşit, ancak feminenliği öne çık(arıl)mayan) ve “güçlü askeri, ulus-devlet” projesinde (savaşan/potansiyel asker yurttaş) önemli bir sembol olarak kodlanmıştır. Başarıları genç kızlara örnek gösterilmekte, ideal “Cumhuriyet kızı” (kadını değil) olarak ilan edilmekte ve “Seyit Rıza’nın önünde eğildiği kahraman” olarak tasvir edilmektedir. Yapılan röportajlar, “Dersim hatıralarıyla” süslenir. Gökçen, Cumhuriyet’in “vazifelerle borçlu yurttaş” tanımına uygun bir soğukkanlılıkla, Dersim’i bombalayışını gazetelerde şöyle anlatır: “…Dersim’deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur. Bir iki defa pilot, fakat ekseriyetle rasıt [gözlemci, y.n.] olarak uçtum. Böyle vaziyetler insan harp heyecanını rasıt mevkiinden daha iyi duyuyor. İnsan evvela bombalarını atıyor, bunlar bittikten sonra canlı hedefler görürse, makineli tüfeğe müracaat ediyor. Dersimde ilk bombardımanımın heyecanını unutamam. Cekizeken civarında asilerin topluluğunu haber alıp grup halinde hareket ettik. Ben elli kiloluk bombalarımı grup halinde kaçanlar üzerine attım, isabeti gözümle gördüm ve vazifeden avdette heyecanlı dakikalar geçirdik. …Dersimde uçuş çok heyecanlı idi. Dar boğaz gibi vadiler aşıyorduk… Muhasama meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiçbir acımak hissi vermiyor. İnsan yalnız vazifesini görmek için, aramayı, vurmayı düşünüyor.” (Bayan Sabiha Gökçen’le Görüştük, 21 Ağustos 1937, Tan)

Dersim Katliamının basında yer buluşunun bir diğer önemli teması Cumhuriyet’in oraya götürdüğü medeniyet ve Cumhuriyet nimetlerinden eşit şekilde yararlanan yurttaşlar yaratma projesidir. Dersim sorununun feodalite ve ekonomik nedenlerden kaynaklandığı fikri -ki uzun yıllar Kürt sorunun temel nedeni sayılmaya devam edilecektir- bu dönemde basında yaygın yer bulan temalardır. Ağaların ve seyitlerin zulmü, bölge halkının sefilliği sık sık haber olur. Haberlerdeki dil, Dersim’in “hem bizden hem değil” ikircikliği ile ele alındığını gösterir. Öyle ki ülkedeki her yer mamur ve gelişmiş iken, bir tek Dersim sefildir ve hemen kurtarılması gerekmektedir. Çünkü “Tunceli” mamur Türk ülkesinde bir “kara leke”dir. Haberdeki “ırkçı” dil, dönem örneklerinin prototiplerinden biridir: “Hükümet Tuncelinin dağlı bedevilerine şu hakikati anlatıyor ki artık gelici geçici sel seferi yoktur, ya bu deve güdülecek, ya bu diyardan gidilecektir. …Yekpare Türk vatanında küçük bir leke olan orasının adı gibi adet ve ananeleri de tarihe gömülerek o yalçın dağlardan halkı elinin emeğile gül gibi yaşıyan bir vatan parçası çıkarılacak ve böylelikle Türk ülkesi baştanbaşa yekpare ve medeni bir kül haline getirilmiş bulunacaktır.” (Yunus Nadi, Tunceli Vilayetimizin Islahı ve Medenileştirilmesi, 17 Haziran 1937, Cumhuriyet).

Dersim’e düzenlenen harekâtın bir medeniyet götürme projesi olarak sunulması, haberlerdeki dile de yansır. Dersim’e yapılanlar “imar faaliyeti”, “temdin [medenileşme] hareketi”, “halkın refahı ve serbestîsi programı”, “büyük bir ümran faaliyeti” gibi nitelemelerle adlandırılır. Dersim’e “götürülen medeniyet” o kadar önemsenir ki, büyük Türk inkılâbının son safhası olarak nitelenir: “…dünyanın en büyük inkılâbını yapan Türkiye, bugün başka bir cepheden o inkılâp kadar mühim bir iş yapıyor. Dersime medeniyet ve kültür sokuyor” (8 Temmuz 1937, Kurun). Dersim’in “cahil, dağlı, aç ve çıplak halkına” götürülen medeniyete, Dersim halkının desteği de tamdır: “Yolda Tuncelili muhtelif köylülerle görüştüm. Bilhassa birisine;-Evvel mi iyi idi, şimdi mi? -Şimdi çok iyidir. Keşke hep böyle olsa. —Niçin? —Bol bol beyaz ekmek yiyoruz.-Sizin ekmek nasıl? —Siyah olandan” (4 Temmuz 1937, Cumhuriyet).

Basının Dersim’e bakışında uzun yıllar sürecek önemli bir diğer tema “iç şarkiyatçı” söylemdir. Dersim, Cumhuriyet elitinin kendi doğusu olarak egzotik, keşfedilesi bir halk ve toprak parçası olarak nitelenir. Cumhuriyet’in kendini temsilde bir kurucu-öteki olarak işlev gören Dersim’e bakış, Cumhuriyet’in medeniyet öncüsü Türk ırkı tasvirine de uyar. Tarih Tezi’nden beslenen bu tema, dönemin düşünsel ve duygusal iklimi ile örtüşür: Bir yanda ilkel, dağlı ve cahil Dersimli, öte yanda medeniyet kurucu, uygar ve gelişmiş “Türk Cumhuriyeti”. Dersim’de yasal olarak bir koloni yönetimi kurulmasıyla birlikte, onu tasvirde kullanılan bu dil, Dersim’in her anlamda tam bir “koloni” olarak algılandığını gösterir. Dersim’de görev yapan asker ve gazetecilerden “Türk medeniyet piştarları [öncüleri]” (Bahri Turgut, Başvekilimizin Tuncelindeki Müşahedeleri, 27 Haziran 1937, Cumhuriyet) olarak söz edilmesi ise, bu süreçte dönem basınının kendine biçtiği rolü göstermesi açısından çarpıcıdır.

Dersimlinin fiziksel görünüşünden, adetlerine, yediği içtiğinden, evlenme ve çocuk yetiştirme pratiklerine kadar birçok konu Cumhuriyet basının egzotik merakının merceği altına alınır. Özellikle Tan Gazetesi’nde bu merak baskındır. Latif Erenel’in hazırladığı yazı dizileri; “Dersimli Türk neye inanır?”, “Dersimli Genç Nasıl Evlenir?”, “Dersimlinin Eski Adetleri”, “Dersimli Çocuk Nasıl Büyür?”, “Eski Dersimde Üfürükçüler Halkı Nasıl Aldatıp Soyarlardı?” benzeri başlıklar taşır. Başlıkların da anlattığı gibi, temel amaç Dersimliyi tanımak, mümkün olduğu yerlerde de “kötü Dersim-iyi Tunceli” ikiliği aracılığıyla bölgenin “inkişafı”nı sergilemektir. Dersimlinin tasvirindeki kimi öğeler, kolonyal Efendi’nin yerliye bakışını anlatır: “taş kovuklarda mağaralarda ve inlerde yaşayan, yari vahşi insanlar,” (Dersim Meselesi II, 19 Haziran 1937, Kurun) . Yine “yerli efendiler”in itibarsızlaştırılması, kolonyal efendi’nin kendi “medeni” imajını inşa sürecinin bir parçasıdır: “‘Kemal kuşları geliyor!’ Hava Kuvvetleri Tunceline varınca böyle bağrışıldı.… Dersimin 3000, 4000 metre yükseklikteki tepelerine sığınan cahil ve iptidai insanlardan her gün böyle haberler geliyor. …Son günlerde teslim olan ağalardan 90 yaşındaki Kamer, en nüfuzlu reislerden biridir. “İdare” diye bir lakabı da vardır. Akıllıların akıllısı sanılan bu adam ömründe Elazize ayak basmamıştır. Hiçbir zaman otomobil görmemiştir. Adamları arasında tekerlekli vasıta ne olduğunu bilmiyen ve iptidai mağaralarda çobanlık devrinin hayatını geçiren zavallı adamlar vardır.”(Ahmet Emin Yalman, “Kemal Kuşları Geliyor!”, 22 Haziran 1937, Tan)

Cumhuriyet basınının Dersim Katliamını ele alışı, uzun yıllar Kürt sorununa bakışın ve onu haberleştirmenin prototipi olması nedeniyle önemli. Erken dönemde kaba sansür ile biçimlenen bu habercilik pratiği, siyasal ve ekonomik iklimin gereklerine göre günümüzde hala sansür/oto-sansür döngüsü içinde, hak haberciliğinden ve barış gazeteciliğinden uzak bir seyir izliyor. Dersim’i bugün tartışabilmemiz ise, iktidarın kendisini doğrudan sorumlu görmediği bir “suç” olması nedeniyle. Darısı diğer tarihsel suçlar, güncel mevzuların başına.


· Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, [email protected]