Ramin Jahanbegloo ile Söyleşi: Marjin, Marjinal ve Marjinallikler Üzerine (I)

“Fransız olmak bir kanıttır: ona ne katlanırız ne de seviniriz. İranlı (aslında Romen) olmanın çelişkisi sömürmesini bilmemiz gereken bir çile, yararlanmamızın şart olduğu bir hatadır.”

- E. M. Cioran

Costica Bradatan: İlk olarak marjinallik ve onun modern dünyamızdaki akım ve değişikliklerle ilgisini anlamak için yaptığımız bu söyleşiye katılımınız için teşekkür etmek istiyoruz. İnsani bilgi birikiminin nasıl üretildiği noktasında bizi vuran –tüm bunların sonucunda bu projeyi harekete geçiren şey– bu kavramın anlaşılması zor olan doğası idi. Örneğin neden ‘marjinal’ olarak nitelendirilen bir yazarın, bazen ölümünden uzun zaman sonra, ya da tam tersi, ‘anaakım’ olarak görülmeye başladığı sorusu var aklımda. Sosyal bilimlerde bilim insanları uzunca bir süredir marjinallik üzerine çalışıyorlar. Açıkça sadece sosyolojiyle sınırlı olarak değil, uluslararası ilişkiler gibi diğer alanlarda da popüler bir konu bu. Örneğin Immanuel Wallerstein’in bu alandaki etkili çalışmasını düşünüyorum. Ancak, insani bilimlerde (ve politik teori gibi hümanistik-insani sosyal bilimlerde), marjinallik çoğunlukla belirsiz, kesin olmayan ve kavramlaştırılması zor olarak algılanmakta. Bu durumu nasıl anlamlandırabiliriz? Marjinallik doğası gereği değişken midir ve biz onu orada bırakmalı mıyız? Eğer değilse kendisini nasıl ele alabiliriz ya da almalıyız? Nereden başlamalıyız?

Ramin Jahanbegloo: Şikago Sosyoloji Okulu’nun asli üyelerinden olan Robert Park, 1928 yılında yayımlanan ünlü makalesi “İnsan Göçü ve Marjinal Adam”da (“Human Migration and the Marginal Man”), marjinalliği en az iki kültürel hayat-dünyası arasında arafta kalma durumu olarak betimlemiştir. Ben, burada, marjinalliğin kültürlerarası analizini oluşturmak için Park’ın teorisini kısaca yeniden değerlendirmeyi teklif ediyorum. Park’ın ‘marjinallik’ teorisi direkt olarak George Simmel’in “Yabancı” (“The Stranger”, 1908) makalesiyle bağlantılıdır. Simmel’e göre ‘yabancı’, potansiyel bir gezgin (flâneur) olarak gelme ve gitme özgürlüğüne sahip olan kişidir. Yabancı, her bireye şu ya da bu zamanda temas eden, ama hiçbiriyle organik bir bağı bulunmayan, kopuk kişidir. Simmel’in ‘yabancı’ konseptini karakterize eden sadece kopukluk durumu değil, aynı zamanda ‘yakınlık’tır da. Modern kentler bağlamında konuşan Simmel, marjinalliğin modern toplumlardaki kentleşme ve sanayileşmenin bir sonucu olduğunun farkındadır. Şikago Sosyoloji Okulu üyesi olarak göç ve kültür değişikliği ile ilgilenmek durumunda olan Park, baskın bir kültürün içselleştirilme süreci ve bireyin kendi kültürel özelliklerini feda etmesi olarak algılanan bir ‘marjinallik’ ile ilgilenmektedir. Park’ın öne sürdüğüne göre: “Yeni kültürel iletişimlerin ortaya çıkardığı ahlaki karmaşaların, kendini en açık haliyle dışa vurduğu yer marjinal insanın zihnidir. Uygarlık ve ilerleme süreçlerini en iyi inceleyebileceğimiz yer, marjinal insanın, kültür dönüşüm ve kaynaşmalarının halihazırda süregeldiği aklıdır.”

YAPICI MARJİNALLİK

Aurelian Craiutu: O halde Park’ın önceki marjinallik kavramını belirli bir haliyle benimseyebilir ya da kullanabilir miyiz? Bu kavramın güçlü ya da eksik olduğu yönler nelerdir?

R. J.: Park’ın ‘marjinallik’ anlayışındaki problem tek-boyutlu olmasıdır. Marjinal deneyimin kültürlerarası ve sınır-aşan niteliğini anlamakta yetersiz kalır. Marjinallik –bunu belirtmekte yarar var– ‘ruhtaki bir bölünme’ değildir. Bir kimse aynı ruhun parçası olan iki kültüre sahip olabilir. Bu da demektir ki marjinalleştirilenin dünyası, kültürlerarası bir yaşama karşı çıkmaz. Aksine, eğer marjinalliğin meydan okuyuşunu kabul edersek kültürlerarası yaşam gelişecektir. Kültürlerarası dönüşüm, bireyin marjinallik aşamasından geçmesinin zorunlu olduğunu kabul eder ki bu durumda marjinallik, bireyin toplumdaki çevre konumudur (peripheral position). Marjinallik izole edilmiş ve korunmasız ve ayrıca baskın bir söylem ya da kültürde kök salabilmek için boşuna debelenen geçici bir kişilik olarak algılanıyor. Ancak tam tersine, kültürel olarak marjinalleşmek, iki veya daha fazla kültürel geleneğe maruz kalarak şekillenen bir kimsenin deneyimlerini betimlemektedir. Karşılaştığı kültürlerden ona ya da buna genellikle tam uymayan bu kimse, her ikisiyle de arasına eleştirel bir mesafe koyarak kenarda, her ikisinin de marjininde kendine rahat bir yer bulabilir. Bu kültürlerarası aradalık; farklı kültürel gelenekler arasında kolayca ve güçlü bir şekilde yer değiştirebilen, her birinde gereğine uygun hareketlerde bulunabildiği gibi bu kültürlerin her birinde kendini evinde hissedebilen bir tür yapıcı marjinalliğe işaret eder. Kültürlerarası marjinaller kendi çokkültürlü deneyimlerinden yararlanmaya meyillidirler. Kendi kültürlerarası marjinalliklerine değer verip onu överek gününün birinde ‘anaakım’ olmaya başlarlar.

C. B.: Bu ‘yapıcı marjinallik’ kalıbının, kendimiz için başlangıç noktası olarak alıp üzerine inşa edebileceğimiz, kendi içinde gelecek vaat eden bir kavram olduğunu düşünüyorum. Eğer sizi doğru anladıysam bu, bir yandan zayıf (herhangi bir baskın paradigmaya tamamen ait olmadığı için), ama bir yandan da güçlü (baskın bir kültüre ait olmamasının, insan varlığını zenginleştiren kültürlerarası bir deneyim yaşamasının koşulu olduğu için) olan bu kişinin çelişkili durumunu anlatıyor. Belirli bir kültüre tam anlamıyla bağlanmayan birinin kaybedeceği şey, daha zengin bir benlik algısına erişim kazanmasıyla tamamen telafi edilebiliyor. Bu minvalde marjinalliğin bir şekilde ‘intikamı alınmış’ oluyor ve hatta marjinal birey, herhangi biri için, ‘cazip’ bir hayat yaşayan bir modele dönüşebiliyor. ‘Yapıcı marjinallik’ kavramı, geleneksel bir merkez-marjin ikiliğinin üstesinden gelmekle kalmaz, aynı zamanda daha incelikli bir kendilik anlayışına dayanır – bir proje olarak benlik, kendi benliğini tanımlamak açısından benlik, daimi bir uzlaşım ve yeniden uzlaşım süreci olarak benlik vb. Dahası böylesine bir kavrayış, çokkültürlü bir toplumu düzenleyen temel bazı prensiplerle uyumludur.

/

R. J.: ‘Yapıcı marjinallik’ fikri, merkez ve marjin arasındaki geleneksel ikiliğin üstesinden gelme çabasıdır. Günümüz dünyasında merkez ve marjin arasındaki ilişki değişmiştir. Biz, odağın çifte dönüşümüne tanık olmaktayız. Öncelikle, merkez parçalı hale geldiğinden artık modern felsefedekine benzer, tek bir mutlak ve sübjektivist ontolojiyle yol alınamayacağı açık. İkinci olarak, kenarlardan merkeze doğru ilerlemeye başlayan yeni oluşumlara tanıklık edebiliriz. Parçalanmış bir dünya algısı olarak marjinallik, bütünlüklü ve doğrusal bir gerçeklik söyleminin yerine diyalojik bir uygarlık anlayışı getirdi. Yoruma dayalı bir karşılaşmanın gerçek kalıbı olarak diyalojik bir anlayış; daima, insan öz bilinç süreci olması bağlamında medeniyete yeni bir yaklaşım yetkisi veren, süregelen bir uzlaşım ve farklılaşma mantığını oluşturur. Bu da demek oluyor ki uygarlık tarihinin diğer yurttaşları olan öteki insanlarla paylaşımın ve onları önemsemenin eksik olabileceği hiçbir fenomenolojik uygarlık kurma süreci mümkün değildir. Ancak, diyalojik yurttaşlığın geleneğin otoritesine dayandığı iddiası genel olarak; kendine dönük eleştiri ihtimalini ve her geleneksel düşüncede var olan, herhangi bir diyalogu önlemeye çalışan dogmatik elementlerle ilişkisini kesebilme ihtimalini reddeder. Bunun yanı sıra geleneklerin (hem dinî hem kültürel), bir diyalog fenomenolojisinde gözlemlenebilecek hermeneutik kavranışı, farklı düşünce geleneklerinde ortak bir ses bulunmasına yardımcı olur.

A. C.: Bu herhangi bir toplum biçimi için mi geçerlidir? Yoksa bunun için belirli bir toplum tipi mi gerekir?

R. J.: Yurttaşların bölünüp ayrıştırıldığı kapalı ve dogmatik toplumlarda dahi, bir diyalog kültürünün eksikliğinde, her geleneğin sivil hayatının tabanını oluşturan dayanışma ve birlik öğelerinin ifade edilmesiyle güçlendirilebilecek bir diyalog alanı mevcuttur. Durum böyle olunca, bu karşılıklı bağımlılığı otantik ve pratik yapan şey, ne aklın marifeti ne de dilimizi kullanışımızın ürünü; bunlardan ziyade birlikteliğin empatik algısıdır. Başka bir deyişle empati ister istemez, hayatını ötekilerle paylaşma meselesidir. İnsan hayatı bağlamında bu, diğerlerinin başka düşünce geleneklerine mensup olmalarından dolayı bizden farklı olmalarına rağmen insan olmalarından dolayı bize benzer oldukları gerçeğinin fark edilmesidir. Bunu, bir düşünce geleneği içerisinde yaşamanın, aynı topluluktaki diğer insanlarla paylaşılan değerlerin olduğuna dair kendiliğinden gelişen bir hissiyatı yaratmasında görebiliriz. Ama bu aynı zamanda, kendi hayat tecrübesine doğru yönelimi; öteki toplulukların, paylaşılan bir hayatın farklı deneyimleri olarak algılanması üzerine inşa edilmiş evrensel dürtü diyebileceğimiz şeyle de ilgilidir. Bu paylaşılan hayat fikri, farklı topluluklara mensup kişileri birbirine bağlar, ancak bu, başka topluluk ya da kültürlerin birbirleriyle aynı olduğu ya da aynı olmak zorunda olduğu çıkarımının sonucu değildir. Ancak belirli bir kültür ya da gelenekteki yerleşikliğimiz, bireyin kişisel tarihini insanlığın ortak tarihine yedirme çabasından ayrılamaz. Bu ortak tarih ortak kaderimiz olarak önümüze dikilir ve bu tarihin varlığı aracılığıyla bu paylaşılan kaderimiz öne çıkar, etkin hale getirilir, tartışılır ve yeniden gözden geçirilir. Bu alışveriş neticesinde daha önce var olmayan ve bu paylaşılan kader aracılığıyla oluşan bir şey elde edilir. Bu ortak bir insanlık kaderinin tarihe-gelişidir. O halde diyebiliriz ki, ortak bir kaderin keşfi, kültür ve geleneklerin dijalojik sürecinin üretken bir sonucudur. Her kültür başka bir kültürle karşılıklı olarak, kendisiyle ortak ve aynı zamanda da kendisinden ayrık bir şey fark ederek kendini öteki kültürlerde keşfeder.

A. C.: Tüm bunların sonucu nedir ve sosyal hayatın dijalojik doğasının yeniden keşfi bize marjinalliğin doğası üzerine kafa yormamızda nasıl yardımcı olur?

R. J.: Dayanışma hissi, insan kültürleri arasındaki yalnızca benzerliklerin değil, aynı zamanda var olan ayrılık ve farklılıkların da farkındalığıyla yaratılır. Aslında ayrılıklar, bir kültüre diğer kültürlerle dayanışma halinde olma farkındalığını getirebilir. Bu farkındalık, yalnızca Öteki hakkında bir bilgiye değil, aynı zamanda karşılıklı empatiye dayanmaktadır. Öteki ile diyalog kendi ile diyalog halinde olmaktır. Bir başka deyişle, her kültür diğer kültürü bir olay ve açıklık olarak görür. Diğer kültürün varlığı, yeni olasılıklar yaratmak için hayati önem taşır ve diğer kültürlerle karşılaşma, yeni gerçeklik ufuklarını ortaya çıkarır. Dolayısıyla her kültür, diğer kültürlere bir düzeltici işlevi görür. Kültürlerin diyaloguyla ortaya çıkan dayanışma, her zaman insan olarak sahip olduğumuz ortak şeyler ve paylaşılan bir hayatın ufkuyla desteklenecektir. Kültürler birbirine bağlayan bu genel algı, kültürlerin birbirlerine belirli yollardan muhtaç olduklarının farkındalığıyla da ortaya çıkar. Karmaşık ve tartışmalı dünyamız üzerine düşüneceğimiz kuramsal çerçeve, “birçok marjinallik, tek insanlık” olmalıdır. Eğer paylaştığımız kaderimizi korumak istiyorsak, birbirimizin marjinalliği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak dışında bir seçeneğimiz yok. Eğer başarabilirsek, kültürlerarası sınır aşma ve öğrenmenin, küresel kitle kültürüyle yer değiştirdiği yapıcı marjinallik döneminin yaratımına yardım ediyor olacağız.

İNSANLAR KÜLTÜR ÜRETTİKLERİ GİBİ KÜLTÜRLER TARAFINDAN ÜRETİLİRLER

C. B.: Bu tür bir karşılaşmanın anatomisi kesinlikle etkileyici. Keyif kaçıran kişi ben olmak istemem ama bunun mümkün olabilme koşullarını merak ediyorum. Sormadan edemeyeceğim; örneğin bu model ne kadar işlevsel? Uygulanabilirliğinin kapsamı ne? Burada ütopik olan bir şeyler yok mu? Modelin birçok durumda işe yarayacağına eminim, özellikle birden fazla kültürün ritüel ve protokolüne –az çok kasıtlı– katılan, eğitimli bireylerden bahsediyorsak. Bu ideal durum. Peki Roma, Paris, Madrid ya da Londra’da, sert yaşam koşullarının –kültürel kaynaşmayı geçtim– kültürü bile neredeyse yok ettiği kenar mahallelerinde –muhtemelen yasadışı olarak– yaşayan Faslı, Ukraynalı ya da Çinli işçinin durumu ne olacak? Genellikle yiyecek yemeği veya sığınacak barınağı olmadan hayatlarını sürdürmeye çalışan bu insanların marjinalliklerinin neredeyse fiziksel bir yönü var. Bu türden bir marjinde yaşarken herhangi bir kültürel paylaşım deneyimleyemiyorlar; ancak ayırma, tecrit ve en nihayetinde bir reddediş biçimi deneyimleyebiliyorlar. Marjinalliklerini yapıcı bir biçimde kullanabilmeleri için onları nasıl ikna edebiliriz?

R. J.: Birinin marjinalliğini yapıcı yolda kullanmasında ‘ütopik” hiçbir şey yok. Sanıyorum ki marjinallik bize verilmiş değil, kendimizin seçtiği bir yoldur. Bu bir kültürel süreç. Clifford Geertz’in öne sürdüğü gibi: “Kültürden bağımsız insan doğası diye bir şey yoktur.” Bir başka deyişle insanlar, kültür-yaratan varlıklardır. Kültürün işi, bireyleri kültür tarafından üretilmiş insanlara dönüştürerek, bu bireyleri yaratmak, yeniden üretmek ve dönüştürmektir. Bu sebeple şunu da belirtmemiz gerekir ki, insanlar kültür ürettikleri gibi kültürler tarafından üretilirler de. Ancak insanlar aynı zamanda, insan türü hakkında el üstünde tutulan fikirleri radikal bir biçimde yeniden düşünebilme yetisine de sahiptir. Bu yüzden kültürler aslında olduklarının daha fazlasıdır; insan ırkına bağlı olma bağlamında insanı anlamlandırandır. İnsanlar, toplumlarına uygun bir şekilde kültürleri tarafından yaratılır. Ancak bu insanlar dikkat çekici bir çelişkiyi ortaya koyar. Kendi kültürleri için yaratılmış olsalar dahi, diğer kültürlere erişme kapasiteleri vardır. İnsan çirkinlikten güzelliği, savaştan barışı çıkarabildiği gibi, zalimlikten insaniliği ortaya çıkarabilir. Bu, hoşgörüsüzlük karşısında hoşgörü, umursamazlık karşısında merhamet gösterebilmektir; kişinin, bir dizi insanlık dışı şartlar altındaki marjinalliğinin ötesine geçmeyi tercih edebilmesidir. Cultura sözcüğü, aynı zamanda iskan etmek, onurlandırmak, korumak anlamına da gelen colore fiilinden türemiştir. Bu da bize kültürün hayata saygı duyan, manevi bir yönü olduğunu hatırlatıyor. Aynı zamanda ‘kültür’ terimi, hem belirli bir sosyal veya kolektif hayat tarzını hem de estetik bir hassasiyeti anlatmak için kullanılabileceğinden bir hayli muğlak. Ne olursa olsun bu terim, insanların paylaştıklarının yanı sıra farklılıklarının çoğunu oluşturan nitelikleri de belirterek, insan türüne ait yapıcı özellikleri çağrıştırır. İnsan toplum ya da kültürleri aynı olmamakla birlikte, kültür yaratıldığı ve topluluktaki her bireye aktarıldığı için ayrılamaz bir şekilde ilişkililerdir. Kültürler salt bireylerin üretimi değildir. Onlar mütemadiyen birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde olan bireylerin gitgide evrimleşen üretimleridir. İnsan toplumları, hayatta kalmalarının asıl sebebini kültürde bulur. Dolayısıyla kültür, yaşamı sürdürebilmek için güçlü bir insan aygıtıdır, ama aynı zamanda daima değiştiği ve kolayca yozlaşıp yok olabileceği için çok hassas bir olgudur.

/

C. B.: Çünkü kültür zamanın hem çocuğudur hem de kurbanı.

R. J.: İnsan toplumları zaman ve tarih içinde devamlılığı sağlamak için kültürü üretirler. Zamanın bize verdiği şey asla eskimez, çünkü zaman ürettiği şeyde zaten ebediliği barındırır. Tarihte evrensel olarak oluşturulmuş kültürel değerler yalnızca şimdiki zaman için değil, ayrıca ebediyet içindir de. İnsanlığımız yalnızca kendi kültürümüze aidiyetimizle değil, aynı zamanda öteki kültürlere olan tutumumuzla da ölçülmektedir. Kültür Matthew Arnold’ın düşündüğü gibi “dünyadaki düşünülmüş ve yapılmış en iyi şey” değil, bireylere can alıcı önemdeki, marjinalliklerinden kaçma yetkinliğini veren şeydir. Bu yüzden soracağımız soru, neden marjinal olduğumuzla değil, marjinalliğimizle neler yaptığımızla ilgili. Benim için marjinallik zengin, geniş ve çok taraflı bir şey. Dolayısıyla Roma, Paris, Madrid ya da Londra’nın kenar mahallelerinde –belki yasadışı olarak– yaşayan Faslı, Ukraynalı ya da Çinli işçi dahi ulaşılamaz bir şekilde mühürlenmiş bir marjinalliği oluşturmaz. Onun marjinallik sınırları diğer marjinal kişiliklerle karşılaştıkça değişebilir. Bu açıdan baktığımızda, marjinaller arası bir diyalogun tarafları, birbirlerine caydırıcı ve dayatmacı bir tavır takınmak yerine karşılıklı bir sorgulamaya girişirler. Bu marjinaller arası diyalogdan öğrenecekleri, paylaşılan bu kadere karşı duyarlı (responsive) olmaktır. Ancak ‘tepki’ (response) demek aynı zamanda ‘sorumluluk’ (responsbility) demektedir. Sorumluluk, bireyi öteki bireyin yaşadığı güçlüğe tepki vermeye iter. Bu, marjinallikle olan diyalogla yüzleşmek demektir, onu yok saymak değil. Tagore’un şiirindeki gibi, “aklın korkusuz, başın dik” olduğu empatik bir ilişkiyle meşgul olmaktır. Tarihin, marjinallikten ümidimizi kesmemiz gereken o noktasına geldik mi yoksa marjinaller arası bir diyalogun, çoğulcu bir dünyada yeni dayanışma biçimlerini nasıl ortaya çıkarabileceğini anlamaya yönelik çalışmalı mıyız?

MARJİNALLİK YENİ UFUKLAR KEŞFETMEMİZE YARDIM EDN BİR SERVETTİR

A. C.: Buraya kadar çıkan sonuçlardan biri, marjinalliğin birçok tipi olduğu ve onu tek yönlü kullanmanın çekiciliğine kapılmamamız gerektiği. Sizin de öne sürdüğünüz gibi, marjinallik daima ilişkiseldir ve zaman-mekan ile birlikte değişebilen, akışkan ve ucu açık bir kavram olarak yorumlanmalıdır. O halde marjinalliğin birkaç biçimini tasvir etmek yararlı olabilir. Akla gelen ilk biçim, yazarın anaakımla olan ilişkisi bakımından yazar marjinalliği. Bununla ilgili birkaç örnek aklınıza geliyor mu? Bu örnekler bize marjinallik hakkında genel olarak neler söylüyor?

R. J.: Yazar marjinalliğiyle ilgili en uygun örneği Jean Genet’in eserlerinde görebileceğimizi düşünüyorum. Genet, marjinalliğin güncel Fransız edebiyatındaki en iyi temsilcisidir. Geçmişteki Fransız yazarlardan farklı olarak Genet bir marjinal olarak yaşamış ve eserlerinde marjinalliği övmüştür. Otobiyografisi Journal du voleur’de (Hırsızın Günlüğü) gençliğini, uyuşturucu, fuhuş, dilencilik ve hırsızlığın ‘yasaklanmış evreni’ olarak betimler. “Eğer polis ve çetelerimin yakışıklı olmalarını isteseydim bu, onları hapsettiğiniz küçümsemenin öcünü o baş döndürücü bedenleriyle alabilsinler diyedir. Sert kaslar ve uyumlu yüzler, arkadaşlarımın iğrenç özelliklerine övgüler yağdırmayı ve onları yüceltmeyi ve sonra da size bu iğrençlikleri diretmeyi amaçlıyordu. Ne zaman yakışıklı bir çocukla tanıştıysam onun asil ruhlu biri olabileceği fikri beni çok korkutmuştur. Diğer yandan aşağılık, adi bir aklın güçsüz bir vücuda sahip olabileceği fikrini kabul edebiliyordum.” Benzer bir şekilde, Querelle de Brest (Denizci) adlı eserinde, ahlaksız bir katil olan baş karakter denizci şöyle der: “Karım deniz ise metresim kaptanımdır”. Genet’nin davasına destek olmak için Fransız başbakanına mektup yazan Jean-Paul Sartre ve Jean Cocteau, Genet’in marjinalliğini Villon ve Verlaine gibi efsanevi lanetli şairlerden(poetes maudits) oluşan bir gelenek içerisinde açıklamıştır: “Genet’in tüm eserleri onu, bariz hatalarla dolu bir geçmişten koparıp alır. Size, bundan sonraki hayatını işine adayacak bir adamı kurtarmanız için yalvarıyoruz.” Buna rağmen Genet Fransız edebiyatından ‘düşman’ı olarak bahseder.

C. B.: O halde marjinal olmak, yeni evrenleri anlamamız ve yeni ufukları keşfetmemize yardım eden bir servettir.

R. J.: Genet’ye göre yazmak, bir yandan, Gordon Marino’nun marjinalliğin ‘görünmezliği’ olarak tasvir ettiği şeyi görünür kılmaya devam ederken diğer yandan da resmî Fransız kültürünün kanun kaçağı olmaktır. Hâl böyle olunca, Jean Genet’in roman ve tiyatro oyunlarında, hiyerarşik bürokrasinin söylemi daima, sosyal olarak marjinal olan karakterlerin (mesela Le Balcon’daki fahişeler) sapkın anlatılarıyla bozulmuş ve dönüştürülmüştür. Bu bize yazar marjinalliğini, anlatının kolektif deneyimine karşı tekil bir hassasiyetin edebi dışavurumu olarak görmeye iter. Genet eserlerinin çarpıcı marjinalliğinin kaynağı, burjuva liberal toplumlarının alışılagelmiş algısını zorlayan, erotik elementlerle radikal politik söylemlerin yan yana konmasıdır. Bu yüzden Genet gibi nadir bulunan yazarlar kendilerindeki yazar marjinalliği aracılığıyla; hayal etmenin olasılık ve sınırlarını ya da marjinal bireylerin ve onların madun kahramanlar olarak hayatta kalma stratejilerini temsil etmeyi deneyimler. Genet için marjinallik, yasalara boyun eğmeyi ya da onları tanımayı reddetmek ve yasal hak ve korumaların geri çekilmesidir. Ama salt şiddetin içine düşmeden nasıl devam edebiliriz? İşte bu, Genet’in devrimci marjinallik kuramının siyasi yönünü yumuşatarak, onu yalnızca dönüştürücü bir kurama çevirebileceğimiz nokta. Michel de Montaigne’in de yazdığı gibi: “Yasalar adil oldukları için değil, yasa oldukları için emniyetli bir şekilde muhafaza edilir. Bu, otoritelerinin tek gizemli dayanağıdır. … Yasalara adil oldukları için uyan kimse, onlara uyması gerektiği biçimde, adilce uymaz.” Genet gibi Montaigne de yasayla adaleti ayırmaktadır. Yasanın ‘tek’ gerçek meşruiyeti, şiddeti tarafından yaratılan otoritesidir. Bu da marjinalliğin bu şiddeti gözler önüne serip onu aştığı anlamına gelir.

Yayına hazırlayan MURAT BOZLUOLCAY