Erinç Seymen ve Düşler Gerçeğe Dönünce

Edebiyat ahlak felsefesiyle ilişkilidir, resim sanatı da doğrudan doğa felsefesi içerisinde yer alır. Birincisi gözlem yapan tinin işlemlerini tanımlarken, ikincisi devinimlerin içerisindeki tini konu alır:

Leonardo Da Vinci.

Enis Batur, “ama devinim doğmuştu bir kez, ölüm canı kovalasa da, tohum sürüp gidecekti” cümlesiyle âdeta tüm yaşamı bir yargıda özetlemeye çabalar. Malevich ise yaşamı “siyah üzerine beyaz karede” sabitlemeye azmetmiştir sanki. Hakeza Nietzsche “şüphe değil, kesinlik insanı öldürür” diyerek yaşamın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışmıştır. Tüm öngörülerin insan için aynı derece uzak ve yakın olduğu zihinsel bir varoluş süreci içindeyiz. Sözümona hiçbir şeyi tanımlayamıyoruz ama tuhaf bir şekilde her şeyi tanımlayabiliyoruz. İnsan şimdilerde varlığın hiçlik halidir. Metamorfoza uğramış ölüm varoluştur artık, bir başka ifadeyle ölüm kişinin mutlak var olma halidir. Onun dünyasında artık her şey birdir, dahası tüm anlatılar aynı şeyi anlatmaktadır.

“Sadakat”

Erinç Seymen’in Rampa’da sergilenen “Tohum ve Mermi” adlı sergisi, bize tam da dünyanın bittiği bir eşikten sesleniyor ve dünyanın kendini tekrardan nasıl yapılandırdığını göstermeye çalışıyor. Gerçekliği fantastik öğelerle günümüz yaşantısı içine konumlandırırken, gerçekliğin fantastik olandan herhangi bir farkının kalmadığını sunuyor/savunuyor. Kısacası “Tohum ve Mermi” yaşam ve ölüm döngüsü arasında bulunan insan yaşamını maharetle resmediyor.

Erinç Seymen’in tohumla ilgili çarpıcı çalışmalarından biri “Sadakat” adlı işidir. Sadakat yaşamdan beklenti duyma halidir fakat bu beklenti çürümüş bir köke sahip olan insan uygarlığıyla ilişkili değildir. Sadakat ve beklenti duyma daha ziyade geleceğin sembolü olan çocuklarla bağlantılıdır: Çocuklar ışık saçan tohumlardır. Çalışmada tohumun saçtığı ışık çocukların gözlerinden yansıyor. Göz bebeği olmayan çocuklar yaşamın saf halini temsil ediyorlar. Dünya öncelikle insanın göz bebeğine yansır ve oradan tekrar bir yansımaya daha tabi olur. Öte yandan, insanlar sadece dünyaya gözlerini açmazlar, oluşturulan yaşam düzeninde kendilerine yer bulmak zorundadırlar. Tam da bundan ötürü çocuklar geleceğin dünyasından çok geçmişin yargılarının hâkim kılındığı bir dünyaya adapte olmak durumundadırlar.

/

Hikâye 1. Tohumun Doğumu

Kadının rahmindeki tohum nihayet gün yüzüne çıkmıştı. Sanırım şöyle söylesem daha doğru olacak: çocuk hastanedeki spot ışıklarının altında amniyon kesesiyle beraber doğmuştu! Kesedeki bebek kozasındaki bir kelebeği andırıyordu âdeta. Doktorlar ancak uzun süren bir cerrahi müdahale sonrasında bebeği amniyon kesesinden çıkarabildiler.

Bebeğin narin kulakları, ciğerlerine ulaşan ilk soluğun verdiği yakıcı acından önce, doğumda hazır bulunan hemşirenin çığlığıyla irkilmişti. Bebek hemşirenin çığlığını bastırmak istercesine avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı. Her şey nasıl da bir uyum içinde işliyordu, kadının göğsünden kopan çığlığı, bebeğin buna sessiz kalmayışı, doktorların soğukkanlılığı… İçerde başka kişiler olsaydı, onlar da muhtemelen kendilerince bu duruma uyum gösterirlerdi. Soğukkanlı ve elbette her şeye hazırlıklı olan doktorlar, hemşireye derhal dışarı çıkmasını söylediler!

“Sürpriz Tanık II”

Tanık olma hali iki şekilde yorumlanabilir: İlki bilinemeyenle ilk karşılaşmadır. İkinci tanık olma hali ise güya bilinen içinde bilinmeyen bir durumun gerçekleşmesiyle ortaya çıkar. Erinç Seymen “Sürpriz Tanık II” adlı işinde yarı uykulu gözlerle ve hâlâ uyku tulumları içinde bulunan iki çocuğun, bir makine gibi işleyen dünya ile tanışmalarını işliyor. Alice’in harikalar diyarı artık kendine özgü bir işleyiş çarkı olan ve kendi kendisini yine kendinden üreten bir makineye dönüşmüştür. Bu makine verimliliği oranında kiri pası da üretiyordur ama.

Erinç Seymen’in işinde beliren şu eli belinde olan çocuk makineyi daha önce gördüğü için bu duruma alışkın olduğu izlenimi veriyor. Gözlerini ovan çocuğunsa bu duruma alışması için bakmasını öğrenmesi gerekiyor. Bakma bir bütün olma halidir, kişi baktıkça baktığı şeyin bir parçasına dönüşür. Öyle ki, artık baktığı şeyden bağımsız düşünemez hale gelir. Gördüğünü değiştirmek ister ama sadece daha iyi işlemesi için bu isteğe sahiptir, fazlası değil. Ortega Y Gasset şu sözleriyle sanırım bu durumu anlatmak istemiştir: “İnsan gerçekte düşündüğünden başka türlü düşünmek isteyebilir. İnsan bir düşüncesini değiştirmek için inançla çalışabilir ve hatta başarılı olabilir. Fakat yapamayacağımız şey, başka türlü düşünmek istediğimizi, düşünmekte olduğumuz bahanesiyle karıştırmaktan kurtulmaktır.”

Hikâye 2. Tanık Olmanın Dehşeti

Hemşire, doğumhanede tanık olduğu dehşet anını bir an önce üzerinden atmak istiyordu. Paradoksaldır, insanlar tanımlayamadıkları olayları en iyi şekilde dile getirenlerdir. Bunun nedeni insan zihninin gerçeklikten ziyade kurgusal bir yapıya sahip olmasıdır. O anda hemşirenin daha önce dinlediği bütün masallar ve hurafeler sert bir gerçekliğe dönüşmüştü. Sokrates’e göre “gök kubbede söylenmemiş söz yoktur”. Fakat bu durum, söylenenlerinin çoğunun gerçekliğe dayandığı anlamına gelmez. Bu yüzdendir ki, insanlar tanımlamakta zorlandıkları ama bir şekilde karşılaştıkları olaylar karşısında öncelikle kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarlar. Hemşire de aynısını yaptı. Bu şaşırtıcı olayın ilk anlatıcısı olmak için doğumhanede beklemeye hiç niyeti yoktu, gördüğü ilk kişiye duygularını anlatmak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı, etrafında bir kalabalık toplanmaya başlamıştı bile. Çoğalan kalabalık hemşireden tanık olduklarını tekrar anlatmasını istiyordu. Hemşire de tanık olduklarını her anlattığında anlatma işinde daha da yetkinleşiyordu. İnsanları tanık olduklarına inandırmak için kendinde yalan söyleme hakkı görüyordu, araya zevkle yalanlar karıştırıyordu.

“Serva Ex Machina”

Dünya artık belleği olan bir makinedir. Bu bellek insana düşünceler, nesneler, yaşantılar ve duygular üretmektedir. Üstelik bellek, yaşanılan ana paralel boyutta başka yaşantılar oluşturmakta ve bu yaşantılar insanın ve acının kaynağı haline gelmektedir. Yaratıcı tanrıların çağı çoktan geride kalmıştır! Bu dünyayı değiştirebilecek bir güç yoktur. İnsan kendi doğası diye tabir ettiği dünyada kendisini domuz bağlarıyla bağlamıştır. Bu bağ hazzın kaynağıdır ve tam da bu nedenle çözülemezdir. “Serva Ex Machina” insanın doğaya ve insana müdahalesidir. İnsan kendine müdahale ettiği oranda, doğa karşıtı bir varlığa dönüşüyor. Bu dünyada insan her şeyi evcilleştirmek, kısırlaştırmak ve doğayı fantastik bir haz öğesine dönüştürmek istiyor.

Hikâye 3. Tohumdaki Gariplik

Böylesi bir doğumda bulunan kişinin anlatabileceği her şey anlatılmıştı artık, söz tükenmişti. Kadının bir melek doğurduğu, meleğin kanatlarının olduğu, gözlerinin ışık saçtığı ve dahası bu meleğin cinsel organlarının olmadığı dehşet yüklü jestlerde, mimiklerde, kırılıp dökülen kelimelerde tekrar tekrar anlatılmıştı. Herkes hayretler içinde kalmıştı, sanki gökyüzünden bir meteor düşmüştü ya da dünya dışı varlıklar dünyayı ziyarete gelmişti.

Doğumhanede doğan “şey” bir çocuk değildi artık. Hemşirenin anlatımlarına sabitlenen, hatta anlatımlarına dönüşen bir olay gerçekleşiyordu. Hemşireyi dinleyen herkes -olaya kendisi şahit olmuş kralın habercileri gibi- anlatıları aktarmaya başlamışlardı bile.

“Sangoi: Meyveler”

Düşüncenin yaşantıya müdahalesi ile nesnenin doğaya müdahalesi eş düzeydedir. Erinç Seymen’in “Sangoi: Meyveler” adlı işi nesneler tarafından gasp edilmiş olan doğayı ve insan beyninin doğaya yansımasını/etkisini resmediyor. Müdahaleye uğrayan söz konusu doğa evrimsel bir süreç geçirmiş ya da bir başka ifadeyle mutasyona uğramıştır. Meyveler de tıpkı nesneler gibi ruhtan arınmış; nesnelerin tanrısı olan insanın elinde dört başı mamur oyuncaklara dönüşmüşlerdir.

Hikâye 4. Kalabalık, Kanaatler, Hakikatler, Yalanlar

Hastanedeki herkes korku ve heyecan içindeydi. Durmaksızın kanatlı, gözleri ışık saçan ve cinsel organları olmayan şu garip çocuktan bahsediyorlardı. Kimi mucizevî, kimi sıra dışı, kimi kromozomlarla ilişkili bir anomali ve kimisi de ibretlik bir olay olarak anlatıyordu çocuğu. Fakat şurası kesindi: Herkesin böylesi bir olay karşısında söyleyecek bir şeyleri mutlaka vardı.

Doğumhanenin dışındaki insanların aşırı hareketliliği, çıkardıkları uğultu bebeği ürkütmüştü. Anne bir şeyler yaptığını biliyordu ama bu şeyin iyi ya da kötü olduğunu doğum masasındaki yarı baygın halinden ötürü pek anlayamıyordu.

/

Çocuk daha doğarken “kendisinin ne olmadığı” ya da “ne olması gerektiği” yargılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Orada hazır bulunan bütün insanların beklentileri dışında bir yapıya sahipti. Şayet evrensel bir gerçeklikten bahsedilecekse işte tam zamanıydı, herkesin çocuk hakkındaki yargıları tuhaf bir şekilde bir kesinlik, ortaklık barındırıyordu: “O çocuk öyle olmamalıydı.”

Duruma ilk müdahale eden doktorlar olmuştu, annenin gayet sağlıklı olduğunu, müşahede odasına alındığını, bebeğinse doğum esnasında ve sonrasında çok yorulduğu için, üstelik solunum sıkıntısı çektiği için yoğun bakıma yatırıldığı söylendi.

Kalabalık bakışlarını ve kulaklarını hemşireden alamıyordu. Israrla bebeğin kanatları hakkında sorular soruyorlardı. Doktorlar kesin bir tavırla böyle bir durumun söz konusu olmadığını, bebeğin gayet sağlıklı ve normal olduğunu açıkladılar. Hemşire deli olmadığını, ne gördüğünü bildiğini söylerken, doktorlarsa her şeyin gayet normal olduğunu söylüyorlardı.

Hemşirenin ve doktorların etrafında toplanan insanların kafası karışmıştı, gerçekten kanatlı bir çocuk doğmuş muydu yoksa hemşire saçmalıyor muydu? Neye inanmaları gerektiğini anlayamıyorlardı. Doğrusu pek de önemli bir durum değildi bu. Öte yandan, kanatlı bir çocuğun doğduğunu duyan bir sürü insan doktorların açıklamasını dinleyememişti. Hemşire sinir krizleri geçiriyordu. Bebeği görmek istediğini, yalancı olmadığını haykırıyordu!

/

Bebekle beraber pek çok anlatı doğmuştu, kimileri sadece bir meleğin doğduğunu, kimileri de bir meleğin doğduğunu ama doktorların bu olayı gizlediklerini, kimileri de doğan bir bebeğin melek doğmuş gibi gösterilmek istendiğini anlatıyordu. Ve bu anlatılar kendi üzerine katlanarak hızla artıyor, dalga dalga yayılıyordu.

“Babişko”

Bu dünya artık yaratıcı güçlerin elinde değil, iktidarın gözetimi altındadır. Geçmişi ve geleceği olmayan doğa artık bir tarihe, yazılı bir geçmişe sahip. Erinç Seymen’in gözün içindeki gözler olarak resmettiği bu koruyucu “Babişko” bir kez kurulmuş olan bu sistemin devamlılığından sorumludur.

İnsanoğlu nihayet bir değişim algısı yakalayabilmiştir. Savaşlarla beraber değişim algılarını yıkıp tekrar var etme hükmüne kavuşmuştur. “Türlerin silahlanma yarışından hiçbir tür kârlı çıkmaz” diyor arkeolog Richard Leakey. Ama şurası kesin: Dünyada en güçlü silahlara sahip olanların zihniyeti hüküm sürmektedir. İnsanların devredip duran en kıymetli mirasları silahları ve bu silahların beraberinde getirdiği zihniyetlerdir.

Hikâye 5. Bilgi, İktidar ve İkna

Çok geçmeden güvenlik güçleri de olaya müdahil olmuşlardı. Krizler geçirip duran hemşireyi yatıştırmaya çalıştılar, önce sakin bir yere aldılar ve kadına kısa cümlelerle durumu tane tane anlattılar. Çocuğun artık milli güvenlik sorunu olduğunu, devlet sırrı olarak nitelendiğini ve bu olayı fazla kurcalamaması gerektiğini söylediler.

Milli güvenlik sorunu aynı şekilde anneye de anlatılmıştı. Tuhaf bir şekilde insanların hemen hemen hepsi iktidar/üniforma ve kükreyip duran kararlı ses tonu karşısında aynı tutumu sergilediler. Sözgelimi annenin yüzünde bir kabullenmişlik duygusu vardı. Ona çocuk hakkında doğru dürüst bilgi verilmemesine rağmen yine de güvende hissediyordu. Doktorlar, kadına kısa bir açıklama yapmışlardı, çocuğun araştırılması gerektiğini ve bu haliyle bir aile içinde yaşayamayacağını anlatmışlardı.

Bebek yüksek güvenlikli bir araştırma merkezine alındı. Orada nereden geldikleri ve böylesi sıra dışı bir durumu kavrayabilecekleri eğitimi nereden aldıkları belli olmayan ama çocuğun durumunu açıklığa kavuşturmak için vazifelenmiş eğitimli kişiler bulunuyordu. Genetik uzmanları, tıp profesörleri ve uzman teologlardan oluşan bir kurul oluşmuştu. Çocuğun üzerinde deneyler yapıldı, didik didik edildi, kısıtlı imkânlar içinde büyük cevaplar arandı. Çocuk bilimsellik adına pek çok kaba saba müdahaleye maruz kaldı.

“Sangoi: Silahlar”

Peki, insanlar bu dünyada neye karşı direnç gösteriyorlar? Çıkan her savaş insanın kendi doğasına açtığı bir savaştır. Erinç Seymen “Sangoi: Silahlar” adlı seride insanlığın bir savaş aracına dönüşmesini ve tam da Nietzsche’nin “insanca pek insanca” diye tabir ettiği doğasını ele alıyor. Savaşın en büyük galibiyeti, insan belleğine zarar vermiş olmasıdır. Savaş insanın yaratımına karşı bir başkaldırıdır. Nihai nihilizmi insanın bu bitmek bilmeyen çabası getirecektir. O zamana kadar yarattığı her dünyayı kendi üzerine yıkacaktır. Yıkım, korumak istediği her şeyi yok edecektir.

Savaşla parçalanan bütünlük algısı, kişiselleşmenin de önünü açmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanatçılar, insanların bütünlük algısı altında öne sürdükleri toplumsal kodlara saldırmaya çalıştılar. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da bu kez insan özüne saldırmaya başladılar. Lakin bu boşa kürek çekmekti çünkü savaş zaten öz denilen şeyi çoktan yok etmişti. James Joyce’un bir insanın sadece bir gününü anlatan devasa kitabı neredeyse tüm kutsal metinlerin yerine geçiyor, Samuel Beckett “benim kitaplarımın altında bir şey arayanların boynu altında kalsın” diyordu. Kafka ise modern insanı çıkmamacasına kendi yarattığı karanlığına sürüklemişti, dönüşümlerin peşi sıra.

Hikâye 6. Bitmeyen Süreç

Nihayet tüm incelemeler sona ermişti. Kayıtlar tutuldu, fotoğraflar çekildi, kodlar yazıldı. İlerleyen süreçlerde çocuğun daha fazla bilim merkezinde tutulmasının artık anlamsız olduğu, çocuğun sadece basit bir anomaliye sahip olduğu kanaatine varıldı. Fakat çocuğun sahip olduğu bu bedensel anomali ile topluma adapte olamayacağına hüküm verilmişti. Normal olarak tabir edilen insanların içinde yaşayabilmesi için bir dizi cerrahi operasyondan geçmesi gerektiğine ve bu operasyonlardan sonra ailesine teslim edilmesine karar kılındı.

Neticede çocuk şu ya da bu şekilde iyileştirilecekti. Nitekim öyle de oldu. Çocuk bir dizi operasyondan sonra ailesine teslim edildi. Masum ve sevgiye susamış mağdur aileye çocuklarının diğer normal çocuklardan hiçbir farkının kalmadığını söylediler. Aile sevinerek ve gönül rahatlığı içinde sağlıklı olarak değerlendirilen çocuklarına kavuşmuştu ve çok geçmeden kendi bildikleri doğrultuda çocuklarına bir yaşantı oluşturmaya başladılar.

Çocuk küçük ailesinin hiç de küçük olmayan dünyasında bir söz oyunu haline geliyordu. Sürekli genişleyen ve sözcüklerden oluşan bir duygu dünyasında yaşıyordu. Sahip olduğu özellikler insanlarda yargı yığınları oluşturuyordu. Onu iyileştirdiklerini söyleyen insanların vücudunda bıraktığı yaralarsa içten içe kanıyor ve türlü acılar veriyordu.

Derken farklı sağlık kuruluşlarında başka kanatlı çocukların da doğduğu haberi geldi. Bu haber pek çok endişeyi, korku ve umudu da beraberinde getirmişti. Kanatlı ve cinsel organları istenildiği gibi olmayan çocuklar üzerinden kıyamet teorileri dillendirilmeye başlandı toplumun her yanında…