Kendi Sûretiyle Aşırı Meşgûliyetin (“Göbeğe-Bakış”ın)[1] Esiri - Yunanistan’ın kendini sürekli Anti

Avrupa, kendi parlak tarihini takdîr ederken Yunanistan’a her dâim büyük bir itibâr göstermiştir. Ancak günümüzün Yunanlar’ı gerçekten de Antik-Çağ’ın vârisleri midirler? Filozof Nikos Dimou’ya göre Yunanlar’ın bizzat kendileri bu hususta aralarında bölünmüş durumdalar ve yaşadıkları bahtsızlığın bir parçası da bu olgu.

“Çalışkan karınca bütün yaz boyunca kış için tahıl toplayadurmuşken, çekirgeyse vaktini tarlada eğlenmekle geçirmişti.” Sanki eski-Yunan masal/mesel-şâiri Ezop, yeni-Yunan açmazını âdetâ korkutucu sûrette öngörmüştü. Akdenizliler hakîkaten de son birkaç onyılda haddinden fazla tabağı tuz buz etmiş gibiler; günün birinde Kuzey’in tutumlu AB ülkelerinin sabırları taşacaktı, elbette. Ne var ki muhabbete hâkim olan ve dargınlığa da yol açan, karıncanın ifâdesindeki ses tonudur: “Yaz boyunca şarkı söyleyip durabildiysen, şimdi de kışın acından ölebilirsin. Sana yemen için bir şeyler veriyorsam, sen de bana birkaç hava çalmak zorundasın.”

“İflâs”

Yunanistan.., bir yaz masalıdır âdetâ. Bu rüyâ Avrupalı büyük ruhları nesiller boyunca heyecanlandırıp, coşkuya boğmuş ve, tekrar tekrar, Yunan medeniyetine/Yunanlığa tapınma âyinlerine bir etimolojiyle başlamışlardır: Philhelenik/Elen-sever ikona ressamlığının (“felsefe ancak Almanca ve Yunanca yapılabilir”) üstâdlarından biri olan Heidegger’de de böyleydi bu; âile reisinin, Japonca “kimono” kelimesinin kökeninin bir şekilde muhakkak Yunanca “chimona” (kar) kelimesinden türemesi gerektiğini beyân ettiği popüler sinema filmi “My Big Fat Greek Wedding”te[2] de…

Lâkin bu aralar etrafta Yunanca’dan neşet etmeyen bir kelime herkesin dilinde: “İflâs”, İtalyanca “banca rotta”, yani Ortaçağ Kuzey İtalya’sındaki sarrâf dilinden mirâs, “kırılmış/parçalanmış veya tamtakır kuru bakır banka” mânâsına gelen kelime. Günlük dilde bugün “iflâs”la kastedilen, bir şahıs, şirket veya devletin kendi borcunu kapatma kâbiliyetinin/gücünün olmamasıdır. Dünyanın Yunanistan karşısında içinde bulunduğu fikrî/manevî (ki bu devâsa borcu âdetâ hiçbir zaman geri ödeyemeyecekmişçesine ziyâdesiyle fevkalâde bir mânâda) borç münâsebetinden hareket edilerek, neticede varılan yer, Yunanistan’ın dünyaya ve/ya Avrupa’ya yaptığı o müthiş borç dağlarıdır.

Bugün tam da bir Yunan, “iyi”nin, “güzel”in, “gerçeğin” mûcidi olan Yunan, “değer üretme zinciri” oluşturma kâbiliyetinden yoksun addedilmektedir. Lâkin bir ülkenin ekonomisi bir pul bile etmiyorsa, artık tarziye kâbiliyetini/ehliyetini de yitirmiş demektir. O vakit yakasındaki o şânlı madalyalar (“matematik!”, “jimnastik!”, “demokrasi!”) sökülüp alınır, Avrupa Birliği’nin vatandaşlık haklarından men edilir ve başına da, Yunan hastaya “acı ilaç” tedavisi uygulayacak olan bir vâsî, bir kayyum atanır – Avrupa’nın hasta adamı bugün Ege’de mukîmdir. Ve trajik bir sûrette şehit düşene de, Shakespeare’in ağzından şöyle cevap vermekten başka ne kalır ki: “Lâkin bizi bıçakladığınızda kanımız dökülmeyecek mi? Gıdıkladığınızda bizi, gülmeyecek miyiz? Bizi zehirlediğinizde, ölmez miyiz? Ve bize hakâret ettiğinizde, öcümüzü almamalı mıyız?” Atina’daki göstericileri hiddetten köpürten budur belki de; belki de Yunan gazeteleri bu sebepten Nazi-Yurdu olarak resmediyorlar Almanya’yı, (hücum kolu-) miğferi ve gamalı haçla, sopa ve havuçla: Gururları incinmiştir, zirâ “Avrupalılar”a --bilhassa da Almanlar’a-- karşı hürmetleri, artık karşılık görmemektedir.

“Aynaya Bakış”

Ancak bir Yunan’ın kalbine kim göz atabilirdi ki hiç? Belki de filozof Nikos Dimou, bugün gene birçok kişiye yol gösteren, 1975’te yayımlanan vecizeli klasiği “Bir Yunan olma talihsizliği üzerine”siyle[3]: “Acaba kaç Yunan suratını bir kez olsun aynada görmüştür? Bir Yunan aynada kendine baktığında Büyük İskender’i görür [ama], hiçbir zaman Karagöz’ü değil (gölge oyunu karakteri).”

Dimou kendini daha askerî cunta döneminde “kendini tanıma/bilme”nin Tantalus azâplarına [Tanrılar’ca beş nesli lânetlenmiş Kral Tantalus’a istinâden, ulaşılamayacak olana duyulan azâp verici ihtirâs] marûz bırakmıştı. “Nesebimizin arılığını/safvetini ispata çabalaya geldik. Boyca serpilmiş ve sarışın olmadığımızdan ve ‘Yunanî bir profil’imiz bulunmadığından, kendimizden nefret ediyorduk. Komşularımızdan da nefret ettik, zirâ onlara benziyorduk.” Zeyilden bir ek cümleye atıfta bulunmama izin verin: “Bu kitabı zevkle okuyan insanlar muhtemelen Yunan değildir. Bu kitap bir Yunan için eziyet demektir. Lâkin bu eser, yurdunu kalbinde taşıyan ve yurttaşlarına şu ‘Kendini tanı!’-Delfi şiârına riâyet etmelerine yardımcı olmaya çalışan bir insanın eseridir.”

Delfi’de

Bilgi-kuramsal “Gnōthi seautón” (“Kendini tanı”) talebi, Antik Yunan felsefesinin tümüne hâkim bir kerâmet-deyişi olarak --fallik “omphalos” taşının “dünyanın göbeği”ni işâretlediği söylenegelen Delfi’deki Apollon Tapınağı’ndan hareketle-- Tanrı Apollon’a atfedilir. Ancak Yunanlar sırf klasik bir mirâsa değil, Ortodoks bir mirâsa da sahiptirler. Esâs itibârıyla “omphaloskepsis” veya “göbeğe-bakış” tâbiri, Bizans keşişlerinin vecd hâlindeki duâ tarzlarına istinâden olup, onların meditatif/içe dönük tefekkür hâlindeki oturma[4] ve nefes tekniğiyle kendi ruhlarında Tabor-ışığını[5] yaktırma çabalarını tasvîr eder. Teosofik temellendirilmesini ise isihasmos-çatışmasında duâ tekniğini Kalabriyalı Barlaam’a ( Βαρλαὰμ Καλαβρός) karşı savunan Athos/Aynoroz Dağı keşişi Gregorios Palamas yapmıştır; neticede, karşılıklı argümanlar atışmasında bu alaycı “göbeğe-bakış” tâbirini devreye sokmuş olan da Kalabriyalı Barlaam’dır.

Öyleyse Nikos Dimou’ya göre bugün bir Yunan çok fazla “göbeğe bakmak”la mı ayıplanmalıdır, yoksa daha ziyâde, çok az “göbeğe bakmak”la mı? Mesele herhâlde, söz konusu olanın, kişinin kendisini aynada seyredip seyretmediğidir: “Başka halkların kurumları var; bizim ise serâplarımız.” Veya mesele, kendini-tanıma/bilme meselesidir: “Yunanlar kendi devletlerini, sanki hâlâ bir Türk vilâyetiymiş gibi görüyorlar. Haklılar da.” Yeni-Yunanlık philhelenizmin/Elen-severliğin bir hilkat garibesidir. Yunanlar, bizzat Yunanlar’da cezbeli bir hâlde/vecd içinde kendi aynalarını görenlerin aynasına büyülenmişçesine baka geldiler. Bu kabul ve takdîr görme iptilâsı/düşkünlüğü Dimou’da şöyle ifâdesini bulur: “Bavyeralılar, bu ukalâ dümbeleği Elen-severler, bize yeni bir çehre kazandırma düşkünlüğüyle halkın zihnini büsbütün bulandırdılar. Birdenbire âşikârdı ki artık, ‘eski Yunanlar’ın halefleri/ardılları’ aslâ ve kat’a Balkanlar’ın köylüleri olamazlardı.”

Yunanlar’ın bizzat kendilerine dâir söylemleri ifşâ eder ki, sadece mekân çerçevesinde mukâyese değildir onlara eziyet çektiren; kezâ zaman bağlamındaki kıyâs da onlara ıstırâp verir. Atalarının yüceliğini ne kadar fazla vurgularlarsa, içlerini de o kadar fazla bir sıkıntı kaplar. Nikos Dimou Yunanlar’ı, Avrupalılar karşısında antikaları/âsar-ı atîkayı (eski eserleri) sahneleyen gezici komedi oyuncuları kumpanyası olarak niteler; üstelik mübâlağaya çok düşkün olmak da onlara hastır – burada mübâlağa, hem komedinin hem de trajedinin daha derindeki özü/özelliği mânâsındadır. “Bir Yunan, ilke olarak, gerçekliği kale/dikkate almaz. Kendi imkânlarının iki kat üstünde yaşar. Yerine getirebileceğinin üç mislini vaat eder. Hakîkaten öğrendiğinden dört mislini bilir. Duygularını da, aslında hissettiğinin beş misli kuvvetli ifâde eder.”

Zevâhiri kurtarmak

Ülkelere dâir stereotipler/basmakalıp yargılar her ne kadar da çoğu kez iç açıcı gibi gelseler de, çözümün değil, sorunun parçasıdırlar. Milleti, genel anlamda, Benedict Anderson’la [yazar, sanırız bir dikkatsizlik sonucu bu tanımı tarihçi Eric Hobsbawm’a atfetmiş] “hayalî cemâat”[6] olarak değerlendirmek, bize daha yardımcı olacaktır. Nihâyetinde, marazî sûrette mukâyeseye odaklanmış hâlde görünen sadece Yunan psikopatolojisi olmayıp, üstelik geçmişin acısını çekmek Yunanlar’a özgü bir ayrıcalık da değildir. 1983 tarihli meşhur “Mutsuz olma kılavuzu”[7] adlı eserinde, kim mutsuz olmak istiyorsa, der Paul Watzlawick, o, sadece tekrar tekrar mâzîye göz atma alıştırması yapmalıdır: “Biraz mahâretle bir acemî bile geçmişini, mümkün mertebe nûrlu bir ışık altında sadece iyi ile güzeli içeri sızdıran bir filtreyle görmeyi becerebilir.”

Dolayısıyla, dünya çapındaki “Occupy/İşgâl et!” hareketine mensûp delikanlıların sahnelercesine sergiledikleri üzre, “hepimiz Yunan’ız”. Ve kişinin aynaya bakarak, kendine şunu ikrâr/teslim etmesi gerekir: “İnsan, bugün Yunanlar’ın çektikleri sıkıntıyı bizzat kendisi çekmek zorunda kalsaydı, ne olurdu?” – Nesnel veya öznel bağlamda, birdenbire kişinin itibârının düşmesine “suratı kalmamak/maskesi düşmek” deniliyor. Yahudulik’te utanma, cehennem gibi yansın, denilir. Çin düşüncesine göre de her insanın sosyal olarak takdîr edilen veya hor görülerek mahrûm bırakılan bir “surat”ı vardır. Ama bu, şu demeye de gelir: İtibâr gösteren, böylece bizzat itibâr da kazanır. Başkasının yüzünü yere getiren, böylelikle kendi yüzünü de yitirir.

(09. Mart 2012, Neue Züricher Zeitung-Online, dipnotlar çevirmene aittir)


[1] Manuel Gogos (“Gefangen in der Nabelschau”, 09. Mart 2012, Neue Züricher Zeitung: http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/aktuell/gefangen_in_der_nabelschau_1.15592275.html). Başlıktaki “göbeğe-bakış” (eski Yunanca “omphaloskepsis”) tâbiri, erken 14. yy. Bizans keşişlerinin vecd hâlindeki duâ tarzlarına istinâden olup, onların meditatif/içe dönük tefekkür hâlindeki oturma ve nefes tekniğiyle kendi ruhlarında Tabor-ışığını (bkz. dipnot 5) yaktırma çabalarını tasvîr eder: Tanrı’ya ve ruhun merkezi sayılan kalbe ulaşmak üzere tam yoğunlaşmak için, vücudu eğerek göbeğe doğru bakma. Eski-Yunanca’dan Almanca’ya borç alınan bu tâbir, günlük dilde kişinin kendisiyle ifrât derecede/mübâlağalı meşgûliyeti demeye gelir. (M. Gogos, 1995-2002 yılları arasında Bonn Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı kürsüsünde araştırma görevlisi olarak çalışmış ve “taz”, “Jüdische Allgemeine”, “NZZ” gibi gazeteler ve WDR televizyonu için edebiyat eleştirileri yazmıştır. Mart 2003’ten beri Federal Alman Kültür Vakfı’nın “Almanya’da İş-Göçünün 50 Yılı” konulu araştırma ve sergi projesinde çalışmaktadır.)

[2] Türkçe “Kalbinin sesini dinle” adıyla gösterilmiştir (yapım 2002 ABD, yönetmen Joel Zwick).

[3] Nikos Dimou: Über das Unglück, ein Grieche zu sein. Antje Kunstmann Yayınları, Münih 2012 (Yunanca ilk basımı: I Dystychia tou na ise Ellinas. 1975).

[4] Bkz. dipnot 1.

[5] İncil rivâyetlerine göre Hz. İsâ havarilerine bugünkü Kuzey İsrail’deki Tabor Dağı’nda “nûrlanmış” olarak “Tanrı sûreti”nde görünmüş, bu ışığa da “Tabor-ışığı” denmiştir; bu rivâyet Bizans devri Ortodoks Kilisesi’nde erken 14. yy.daki hēsychasmós/isihasmos (huzur, sessizlik, sukûnet, münzevîlik, tevekkül)-çatışması bağlamında önemli bir rol oynamıştır.

[6] Benedict Anderson: Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. Metis Yayınları, İstanbul 2011, 6. Basım (1. Basım Eylül 2004).

[7] Paul Watzlawick : Anleitung zum Unglücklichsein. Piper Yayınları, Münih 1983.