1 Mayıs 1977

1 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşananlarla ilgili olarak tarih, hafıza ve menkıbe kelimelerine sıkıştırılmış bir tartışma yürüyor. Aşağıda Haziran 1977’de Birikim dergisinin 28/29. sayılarında Ömer Laçiner tarafından kaleme alınan bir yazıyı okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Sosyalist hareketimizin en acı günlerin­den biri olan 1 Mayıs'ı geride bıraktık. Somut kayıplarımıza karşılık, bilinçlenme anlamında, ne kazandırdı bize bu acı olay? Sosyalist ha­rekete önder olabilmek için çabalayan bütün gruplar, birbirlerine karşı kullandıkları suçla­ma cephanelerine yeni silâhlar eklediler. Grupların arası, daha geri dönülmezcesine açıldı, intikam duyguları daha kökleşti. Kırka yakın ölünün anısıyla birlikte, koca bir mey­danı dolduran ve “Faşizme geçit yok” diyen büyük bir kalabalığın bir panikle nasıl korkunç bir biçimde dağıtılabildiği olgusu, zihnimize yerleşti.

Şimdi, daha da yaklaşan seçimlerin bek­leyişi içinde, 1 Mayıs'ın anısı küllenir gibi ol­du. Bütün gruplar, açıklamalarını yaptılar. Olay, böylece, açıklanmış oldu. Şimdiye kadarki bütün olayların açıklandığı gibi...

Alıştığımız, hattâ iyice kanıksadığımız bu açıklama tarzı üstünde biraz durmak gereki­yor. Başlangıçta, olay henüz tazeyken, grup­ların bildiri veya demeçlerinde “sosyalistler arası çatışma” motifi ağır basıyordu. Bu, ege­men ideolojiyi oluşturan çevrelerin haberi ve­rişi biçimiyle çakıştı. Sosyalistler kısa süre­de toparlandılar, yayımladıkları daha soğuk­kanlı bildirilerde, dıştan gelen güçlerce hazır­lanmış provokasyon konusuna ağırlık verdiler. Böylece, klasik “açıklama modeli”ne dö­nüldü. İşte bu “model” hakkında biraz konuş­mak istiyoruz.

Değişik gruplar, değişik sözlerle olayı açıklıyorlar. Ne var ki, bütün bu değişik gö­rünen açıklamaların ardında ortak bir yapı kendini gösteriyor. Her zaman olduğu gibi, olayın “gerçek suçluluları” CIA - MİT ile onları kullanan dış ve iç güçlerdir. Ancak, suçluluk­ları bunlardan aşağı kalmayan “yardımcı suç­lular” da vardır. İşte, değişik görünüşlü açık­lama tarzlarının hepsinde ortak olan yapı. “Yardımcı suçlular” konusunda her grubun yo­rumu farklılaşır. Her birine göre bunlar, karşıt kutbu oluşturan gruplardır. Bu gruplar ara­sında da, “birincil sorumlu”, “ikincil sorum­lu” gibi ayrımlar yapılabilir. Şaşılacak bir uyum halinde, bu birincil ve ikincil sorumlu­ların, sözkonusu grubun sosyalist harekete önderlik mücadelesi içinde birincil ve ikincil rakip saydığı gruplar olduğu görülür.

Şu kısa açıklama da gösteriyor ki, tama­men statik bir yapı karşısındayız. Olay ne olur­sa olsun, olayın açıklaması değişmiyor. Bu öy­le bir açıklama ki, bir kere, gerçekte olanı açıklaması mümkün değil; ikincisi, öznel ola­rak, gruplar arasında zaten varolan düşman­lığı pekiştirmekten başka bir şey yapmıyor. Öyleyse, belki de asıl amacı bu. Pamuk Pren­ses masalındaki aynanın, biraz daha diplomat olanı; her sorana, “en güzel sensin” diyor.

Siyasal-toplumsal olaylara önceden tesbit edilmiş bir açıklama “modeli” içinde baktı­ğımızda, yaptığımız şey aslında olayın kendi­sini anlamak değil, kendimizi o olayda doğru­lamaktır. Çünkü kullandığımız modeli, olayın başlıca ögelerinin neler olduğunu, bunların özelliklerini, aralarındaki ilişkileri istediğimiz gibi gösterecek bir biçimde kurmuşuzdur; bü­tün bunlar önceden tesbit edildiğine göre “te­mel sorun” da önceden belirlenmiş, çözümün ne olduğu da modelin kendisinde içerilmiştir. Modelin değişmezliğini kabul eden bakış, önündeki gerçeklikte modelinin şemasını gör­meye çalışır. Böylece, “bu olayı anladım” de­mek, aslında, gerçekliği modelin içine sokabil­mek anlamına gelir. Bu durumda, modelin ön­ceden verilmiş şeması, somut gerçekliği ör­ter ve modeli kullanan, ikisinin birbirini doğru­ladığı kanısına varır.

Modelin yapısına baktığımızda, bunun “iki düşmanlı” bir formüle dayandığını görmüştük: dış düşman (CIA - MİT v.b.) ve iç düşman (sosyalist hareket içindeki rakip gruplar). Bu statik formül, gerçekte, sanıldığı gibi şu veya bu somut olayı değil, doğrudan doğruya, ülke­mizde sosyalist hareketin kendi statikleşmiş yapısını göstermektedir. Bir politika anlayışı­nı yansıtmaktadır ki bu anlayış kendisi apoli­tiktir. Ya da, en azından, Marksist anlamda politik değildir. Bu konuyu şöylece özetle­yelim.

Uzun bir süreden beri, sosyalist siyasal mücadele, siyasal iktidarı ele geçirmek hede­fiyle eşanlamlı oldu. Bu, Marksist siyaset an­layışının alabildiğine daraltılması demektir. Çünkü bu anlayışta “kitleler”in görevi, iktidar mücadelesinin fiziksel gücü olarak sınırlanır. Bu kitlelerin hangi yollardan, hangi hedeflere yöneltileceği, yukarıdan belirlenir. Böyle bir anlayışla, hiçbir zaman başarı kazanılamaya­cağını söyleyemeyiz. Çok derin krizlerde, ya da, asgarî burjuva demokratik hakların kazanılamadığı yerlerde, başarı mümkündür. Ama bu başarı zaten kendi hedefiyle sınırlıdır: yani, iktidar ele geçirilir. Ama kitlelerin gerçek an­lamda sosyalist bilince erişmeleri, ülke ka­derini gerçekten denetlemeleri ve belirleme­leri, bilinmeyen bir tarihe ertelenmiştir.

Kitlenin gerçek politikleşmesi sağlanmayın­ca, yukarıda saydığımız elverişli koşullar dışın­da, aslında iktidarın ele geçirilmesi de güçle­şir. Bu durumda, gene aynı sınırlar içinde, ik­tidarın ele geçirilmesini kolaylaştıracak yön­tem tartışmaları başlar. 12 Mart öncesindeki hararetli “strateji/taktik” tartışmaları bunun somut bir örneğiydi. Böylece, Marksizmin bü­tünsel anlamı yavaş yavaş kaybolmaya başlar, Marksizm, askerî bir yönteme indirgenir. Böy­lece, Marksizmin yaratıcı dehası da, şu stra­teji yerine bu stratejiyi formülleştirmek gibi kı­sır bir alıştırmaya dönüşür. Kısır, çünkü bu dışsal yaklaşımlar aslında sınırlıdır; kolayca paylaşılır. Biri şehirlerden kırlara, öbürü kır­lardan şehirlere der. Bir başkası da çıkıp aynı anda hem kırda hem şehirde derse, alternatif­ler tüketilmiş olur.

Görülüyor ki model aynıdır, yalnız model içinde varyasyon yapma imkânı doğmuştur. Ama her varyasyon, bir önceki formülasyondan umut keserek yeni bir alternatife bel bağ­lamış yeni bir grup, dolayısıyla, sosyalist po­tansiyel içinde bir bölünme ve genelde bir za­yıflama demektir. Ayrışmalar kemikleşince, yu­karıda sözünü ettiğimiz “iki düşmanlı” formül­de son buluruz. Gruplar çoğaldıkça düşman sayısı artabilir, bunlar, “birincil”, “ikincil” di­ye sıralanabilir. Sosyalist hareket artık içe-dönüktür. “Açıklama modeli”mize dönecek olursak, buradaki ögeleri dinamik ve statik diye de ayırabiliriz. Bu, 12 Mart öncesi sınıf analizlerimize benzer. O zaman da MDD-SD ve alt-nüansları tartışılırken, her analizde sı­nıfları mevzilendirir ve en başa “proletaryayı” koyardık. Ama bu konuda herkes aynı şeyi söylerdi ve proletarya bu analizlerin dinamik ögesi haline bir türlü gelemezdi. Nitekim, pro­letarya, 16 Haziran'da, “analiz içinde” değil, somut gerçeklik içinde dinamikleşti. Buna kar­şılık, “küçük burjuvazi” kategorisi bu analiz­lerin en “dinamik” ögesiydi, çünkü ana tartış­ma bu kategori üzerinde esiyordu. Şimdi de, asıl düşman olması gereken “burjuvazi ve ku­ruluşları” ögesi açıklama modelimizin statik ögesi oluyor; buna karşılık, sosyalist hareket içindeki düşmanımız analizlerimizde alabildiği­ne dinamikleşiyor. Çünkü hareketimiz içe-dönüktür; sol-içi iktidar mücadelesi somut sorun, proletaryanın iktidarı soyut sorundur.

MARKSİST AÇIKLAMANIN ÖZELLİKLERİ

Bu, sosyalistler için, apolitik olmak anla­mına gelir. Çelişik bir yapı içine girmişizdir. Bu değişik yapıda, ilerlemek için attığımız her adımda aslında gerileriz. Sosyalizmi, kitlenin bilinçlenmesine ağırlık vererek tanımlıyorsak, şu yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız mo­del kendisi, çelişkiyi açıkça ortaya koyuyor. Çünkü, kitleyi sürüklemek için öne sürdüğü­müz formül, kitlenin bilinçlenmesini engelliyor, bir olayı, gerçekten anlamasını önlüyor. Model gerçek tarih dışında kurulduğu için, tarihi ge­riden izlemekten başka bir şey yapamıyor.

Marksist bir açıklama ise, geleceğe dönüklüğüyle karakterize olunur. Geçmiş bir dö­nemi bile analiz ederken, yalnızca bu yaşanan gerçekliğin nesnel yapısını değil, bu yaşanan gerçekliğin de dönüştürülmesini amaçladığı­mız bir geleceğin ölçülerini de hesaba katma­mız gerekir. Bundan dolayı, bir gerçeklik, yal­nız yaşanan ana kadarki gelişimiyle tanımlan­maz. Geleceği şimdiki duruma göre tasarla­mayız, şimdiyi, tasarladığımız geleceğe göre yorumlarız. Marksist açıklama, varolan ger­çekliğin dönüştürülerek varacağı noktadan bakılarak, bu dönüştürülmüş gerçekliğin ye­ni ölçüleri içinde yapılır. Dönüştürmek ise, bi­linçli insan eylemiyle mümkündür; yani, kendiliğinden gelişim içinde ancak bir potansi­yel imkân olarak sezilebilen şeyi, olgunun bü­tününü belirleyen bir nitelik haline getirme­ye yönelik devrimci etkinliktir dönüştürme.

İşte bu nedenle, şimdi 1 Mayıs olayına bakarken, olayın ampirik seyrini olayın mutlak çerçevesi haline getirmeyeceğiz. Bütün grup­ların yaptığı şeye bu gruplar dışında bakarak, kimin ne derece haklı, kimin ne derece hak­sız olduğunu tesbit etmeye çalışmayacağız. Bizce önemli olan bütün bu karşılıklı “haklı­lıklar”dan önce, olayın, sosyalist hareketin tü­mü açısından anlamıdır.

1 MAYISTA NE TÜR BİR PROVOKASYONLA KARŞILAŞTIK?

1 Mayıs olayında kendini zorla bize duyu­ran olgu, ölü ve yaralı sayısının fazlalığıydı. Siyasî cinayetler karşısındaki bütün kanıksamışlığımıza karşın, derinden sarsıldık hepimiz. Bu ağır bilanço, çoğumuza, bunun bir kitle kı­yımı olduğunu, amacın da, böyle bir gözdağı ile toplumsal muhalefetin seçimler öncesinde sindirilmesine dayandığını düşündürdü. Ama biz bu kanıda değiliz.

Şüphesiz, bir provokasyon belli bir amaç­la hazırlanır, ama ortaya çıkan sonuç tek de­ğildir. Böyle bir olaydan, bir sonuçlar yelpa­zesi oluşur. Yukarıda söylediğimiz, tekrarladı­ğımız yorum (ki, sosyal-demokratlardan Maoistlere kadar herkes aşağı yukarı bunu söy­lemekte), bu yelpaze içinde ufak bir yer tu­tabilir; ama asıl amaçlanan bizce bu değildi.

Sindirme ve yıldırma hareketlerinin, be­lirli ögeleri vardır. Bu ögelerin kullanımı, yıl­dırmanın özgül amacına göre belirlenir. Sin­dirilmek istenen bir toplumsal muhalefet ha­reketi mi var? Bu hareketin karşısına somut olarak devletin gücünü çıkarmak, seçilebile­cek yollardan bir tanesidir. Bu tarzda bir kı­yım öylesine düzenlenmelidir ki, toplumsal muhalefet karşısında somut olarak devletin güçlerini görsün, bu güçle başedemeyeceğini anlasın, yapılan baskının şiddeti karşısında sinsin. Böyle bir özgül amaca yönelik kıyım­da, devlet, kendini olabildiğince açık gösterir.

Geçtiğimiz 1 Mayıs'ın genel ortamında, böyle bir harekete girişmek mümkün değildi. Hükümet bu durumda uluslararası düzeyde fa­şizm lanetlemesini üstüne çekerdi. Ayrıca, toplumsal muhalefetin gelişmesi, yok edilmesi için bu kadar açık baskı yöntemlerine başvur- mayı gerektirecek boyutlara erişmemişti.

Ama son dönemde en sık uygulandığı için hayli alışık olduğumuz bir başka yöntem da- ha var. Devlet dışında oluşmuş sağ güçleri, yani Faşistleri kullanmak. Daha önceki CHP mitinglerinde bu yöntem uygulanmıştı. Hükü­met, bu gibi durumlarda büyük bir kaygısızlık içinde hareket etme ustalığını kazanmıştı. 1 Mayıs'ta bu yola gidilseydi, anlaşılıyor ki, ge­ne büyük bir kıyım olacaktı. Her kıyım gibi, belli bir karamsarlık, yılgınlık, başaramamışlık duygusuna kapılacaktık. Faşistler ateş aça­cak, polis bastırma gerekçesiyle devrimcilere saldıracak, gene panik, gene ezilmeler olabile­cekti. Sonuçta, polis bir yığın devrimciyi tu­tuklayacak, basın da bütün bu olguları ken­dince örtebilecekti. Aşağı yukarı “Kanlı Pa­zar” modeline uygun olan bu provokasyon yöntemi de 1 Mayıs'ta kullanılmadı.

Çünkü kullanılsaydı, geçici yenilgi karam­sarlığı toplumsal muhalefeti bileyecek, müca­dele isteğini kamçılayacaktı. Böyle bir durum­da, geniş kitleler, düşmanı çok açık seçik bir biçimde görebileceklerdi. Bu da, amaçlanan özgül hedefe uygun düşmüyordu. Öyleyse, bu hedef nedir?

Bugün Türkiye'de çok belirgin bir top­lumsal muhalefet var. 1970'lerden beri hızla gelişen bu muhalefet, varolan politik partilerin bünyesinde ve düzenin bugün görülen ufuk-ları çerçevesinde kolay kolay özümlenemiyor. Kitle talepleri, ister sağa, ister sola kanalize olsun, giderek radikalleşiyor. Ve tabiî sola doğ­ru kayış, çok daha hızlı. Bu kayma sürecinde olan kitleler, sol kuruluşlar arasında iktidara en yakın gördükleri CHP çevresinde toplanı­yor. Ama, sırf iktidara yakın gördükleri için; talepleri ise, CHP'nin verebileceklerini aşıyor. Bu durumda, bütün bu kitlelerin kısa süre için­de CHP'nin solundaki sosyalistlere kayması, kimsenin gözden kaçırmadığı bir ihtimal. Bu toplumsal muhalefetin özelliklerini bu yazıda inceleyeceğiz. Ama şimdi, bunun, 1 Mayıs'ta ilgisi üstünde dikkatimizi yoğunlaştıralım.

Sözünü ettiğimiz toplumsal muhalefetin, CHP soluna yönelmesini önlemenin en etkili yolu nedir? Bu sorunun cevabını, sosyalist ha­reketin bugünkü durumu zaten vermekte. Sosyalist hareketi içe-dönüklüğe mahkûm eden sol-içi iktidar mücadelesi, toplumsal muhalefetle sosyalist hareketin somut olarak buluşamamasının başlıca nedeni. 1 Mayıs'ta sos­yalistlerin birbirlerini vurmaları, CHP'nin ken­di talepleri karşısındaki yetersizliğini sezen kitlelere, solun birliksizliği içinde bir alternatif olamayacağını, herhangi bir önderliğe aday olamayacağını gösterecekti.

Bu tür provokasyon, provokasyonun ya­pılacağı bünyenin kendi içsel işleyişine, iliş­kilerine uygun olduğu için, yapılabileceklerin en kolayıydı. Olayı düzenleyenler, her şeyin üç kademede olup biteceğini tasarlamış ol­malılar; kendileri, bu üç kademenin sadece bir tanesine doğrudan müdahale edeceklerdi. İlk işareti verecek olan, solcular kendileriydi. Pro-vokasyoncuların, saldıran grup içinde adam bulundurup bulundurmadıkları bilinmez, ama olayın kendiliğinden gelişimi içinde de silâh atılması kaçınılmaz görünüyordu. İşte bundan sonraki ikinci kademede, provokatörler kendi işlevlerini yerine getireceklerdi. Bu, ateşi yay­gınlaştırmak ve belirli noktalarda yoğunlaştır­maktı. Solcular birbirlerini ürkütmek için kuru-sıkı atabilir, havaya ateş edebilirlerdi. Bu an­da, stratejik yerlere mevzilenen kişiler kitleyi kurşunlarsa, bu hem paniği sağlar, hem de, aralarında gerginlik olan sol gruplar, ateşin karşı taraftan geldiğini düşünerek savunmaya geçebilirlerdi. Bu yayılma, üçüncü kademeyi başlatırdı. Bundan sonrasına da bir provoka­törün karışmasına gerek yoktu. Devrimciler birbirlerini kurşunlayarak, işin sonunu getire­ceklerdi. Ampirik düzeyde olaya baktığımız­da, devrimcilerin bulunmasına imkân olmayan noktalardan, belirli bir bölgeye doğru ateşin yoğunlaştırıldığını görüyoruz. Bu bölgede, ör­neğin Dev-Genç ve Kurtuluş grupları vardı. Bu iki grubun arasında bir süre önce olup bi­tenlerden, olayı düzenleyenlerin habersiz ol­ması imkânsız. Gene aynı noktada, ikisiyle de çelişki içinde bulunan İlerici Gençlik Derneği duruyordu. Bir yanda bu gruplar, bir yanda da Halkın Kurtuluşu ile DİSK görevlileri birbirle­rine girince, ölü sayısı şimdikini de geçer, üs­telik kurşunla ölenlerin sayısı, ezilerek ölen­lerin sayısını kat kat aşardı. Meydanda bulu­nan toplum polisinin bütün bunlardan haberi yoktu tabiî. Onlar, ateş başlayınca zaten an­cak bir şekilde hareket edebilirlerdi. Nitekim öyle yaparak paniği artırdılar. Ancak, planın üçüncü kademesi gerçekleşmediği için, kıyım ezilerek ölenlerin ötesine geçmedi; sosyalist­ler birbirlerini vurmadılar. Vursalardı, ikinci ka­demeyi oluşturan provokatif ateşler, bütünün içinde eriyip gidecek, olay bütünüyle devrim­cilerin üstüne kalacaktı. Üstelik, böyle bir kı­yımdan sonra devrimciler de ağırlığı iç çatış­maya verecek, hepsi kendi iç düşmanlarını suçlayacak, sosyalizm, kamuoyu önünde iyice gülünçleşecekti.

Böylece, sosyalist hareketin toplumsal muhalefete önderlik edemeyeceği, geniş kit­lelerin gözünde daha bir kesinlik kazanacaktı. Sol, kendi garip iç politikasına mahkûm ola­rak, Türkiye'nin politikasından iyice çekilecek­ti. Şimdiye kadar sürdürülen “Lenincilerle Maocular birbirlerini vuruyor” kampanyası ke­sinlikle kanıtlanacaktı. Faşistler, böyle bir olaydan sonra, kamu vicdanında biraz temi­ze çıkacaklardı. Bütün bunların, amaçlandığı kadar olmasa da, bir ölçüde gerçekleşmiş ol­duğunu herhalde kavramamız gerekiyor.

Ama hiç de kavramış görünmüyoruz. Bir örnek: Halkın Kurtuluşu, olayı polisin düzen­lediğini söylüyor: öte yandan, “İGD iki arka­daşımızı öldürmüştü” demekten geri kalmıyor. Bütün 1 Mayıs'ı bu sonuca vardırdığını söyle­diğimiz provokatörler, acaba 1 Mayıs öncesin­de kinleri kızıştırmak için bu cinayetleri de iş­lemiş olamazlar mıydı? Bu soru, bu yapı için­de yersiz. Çünkü, yukarıda söylediğimiz gibi, burjuvazi ve ajanları soyut, statik düşmanımız. Bizim için önemli olan ise, dinamik düşmanı­mız olan somut rakibimize vurmak. Bu neden­le, modelimiz gereği, herkesin suçunu orantı­lı biçimde dağıtıyoruz. 1 Mayıs'ı kana boğan­lar CIA - MİT olmalı, başka kimse olmamalı; ama İki arkadaşımızı öldürenler İGD olmalı, başka kimse olmamalı.

İGD yanlısı olanlar için de, “Maocu Bozkurtlara” karşı kampanya, gene burjuvaziye karşı olandan daha ağır basmaktadır. 1 Mayıs rezaletinin sorumluluğu onlara yüklenirse, bizi her şeyden çok ilgilendiren kavgada, yani Maoculuğa karşı kavgada, önemli bir alan ka­zanılmış olur. Tabiî bu arada, başka rakipleri­mize de sorumluluk bulaştırırsak -onlar ke­sin tavır almadığı ya da onlar da silâh attığı için v.b.- “bir taşla iki kuş vurmuş” olur, alış­tığımız anlamda politik davranırız.

Aradaki grupların da yeri böylece önce­den belirlenmiştir. Onlar da, olayı başlatan Maocuları suçlayacak, bir yandan da, yürüt­mekle sorumlu olduğu mitingi bu sonuçtan kurtaramadığı için DİSK'e ve yakın gruplara yüklenecektir.

Bütün bunlar ise, 1 Mayıs provokasyonu­nun asıl düzenleyicilerinin istediğinden başka bir şey değildir. “Demokratik sol” sınırları aşan ve hâlâ arayış içinde olan politik potan­siyel, yani toplumsal muhalefet, “sosyalistler içi çatışma”dan nasıl etkilenebilir? Bu olay, bu muhalefetin arayışını ne yöne kanalize eder?

Birbirlerini katleden, sonra da düşmanlığı bildiri ve demeç savaşıyla sürdüren sosyalist­ler, kendi siyasal-toplumsal anlayışlarını top­lumsal muhalefeti oluşturan kitlelere nasıl be-nimsetebilirler? Bu kitlelere hangi bilinçli ey­lem perspektifini sunabilirler?

Taksim'de atılan kurşunlar, toplumsal mu­halefet ile sosyalist hareket arasındaki sınır bölgesine sıkılmıştır. Bu sınır çizgisi, devrim­cilerin kurşunlarıyla ölenlerin cesetleri ile çi­zilecekti. Toplumsal muhalefet için, sınırın ötesinde bir “ölüler yığını” olacaktı.

Aslında, sınırın ötesinde bir “ölüler yığı­nı” olması, kitleleri oraya geçmekten alıkoy­maz. Ancak katledilenler, sosyalistlerin iç kav­gasında katledilmişse, o zaman kitle bundan vazgeçebilir. Yani amaç, bir politik olgunluk düzeyi olarak sosyalizmi alternatif olmaktan çıkarmaktır. O halde, toplumsal muhalefet ile sosyalist hareket arasında dikilecek “duvar”, bir “iç çatışma”nın kurbanlarıyla örülmelidir. Bu duvar, deyim yerindeyse, bir “ideolojik du­var” olacaktır. Demokratik sol sınırları zorla­yan toplumsal muhalefet, henüz bir bilinçlen­me potansiyeliyken, bu “ideolojik duvar” önünde duralayacak, geriye dönecektir.

Sosyalist bilinç, kendinden önceki bilinç türlerinin, özel olarak sosyal-demokrat bilin­cin uzantısı ve büyümesi değildir. Onun nite­likçe dönüşümü, yepyeni temeller üzerine ku­rulu bir bilinç aşamasıdır. Bu duvar, böyle bir sıçramanın önüne dikilmektedir.

Şu halde, 1 Mayıs'ta “dolaylı biçimde” gerçekleştirilmek istenen kıyım, egemen sı­nıfların bir bastırma, ezme yolu değildir. Böy­le terörler, kitleyi, belirli eylem biçimlerinden caydırmak için başvurulan araçlardır. Kitleyi sindirir, eylemden vazgeçirebilir; ama terörü yapanlar da, çok zaman, kitlenin amacından caymasını pek ummazlar. Oysa Türkiye'de henüz bu aşamaya gelmiş değiliz. Dolayısıyla, bu provokasyon, eylem düzeyinde bir caydırmayı değil, bilinçlenme düzeyinde bir caydırmayı öngörüyor. Sosyalist alternatifin hiç de açık, belirli ve tutarlı bir program olmadığını, orada da belirsizliğin egemen olduğunu kanıtlamak istiyor. Sosyal-demokrasiden doyumsuz top­lumsal muhalefetin, burada da çözümsüzlükle malul bir siyasal anlayış ve davranışla karşı­laşmasını amaçlıyor

1 Mayıs'ı izleyen başka bir olay, kıyımda eksik kalanı tamamlama amacını güdüyordu. Bu da, Deniz Gezmişlerin idamının yıldönü­münde yeni bir panik yaratma projesiydl. O gün türlü telefon ihbarları yapılarak, söylenti­ler yayılarak, sosyalistlerin teröre başvuracağı motifi işlendi. Şehir bütün gün bu haberlerle çalkalandı. Nicedir süren vurkırdan bezmiş halka, solun yeni bir huzur bozucu davranışı­nın örneği sunuldu. Bu haberleri yayanlar bel­ki de haberleri doğrulayacak bir iki girişim bekliyorlardı. Ama hiçbir olay olmadı. Şehir halkı, bir günlük tedirginlikle kaldı. Gene de, kamuoyuna yeni bir “imaj” yerleştirilmişti ve bu “imaj” o gün gerçekte somutlaşmadıysa da, solun başka davranışlarının anısından ka­lan “imaj”la birleştirilmesi pek güç değildi. So­lu kitle gözünde sevimsizleştirmeyi amaçlayan başka provokasyonlar da beklenebilir seçim öncesinde. Bunlardan sol kendisi sorumlu ol­mayacaktır, ama bu “imaj”ın oluşmasına ken­di katkısı ölçüsünde sorumluluğu vardır.

Bu konuyla ilgili bir noktaya daha değin­mek istiyoruz. 1 Mayıs kıyımını, klasik anlam­da bir bastırma hareketi gibi görenler, olayı hemen sıkıyönetimin izlemesini beklediler. Sı­kıyönetim ilân edilse, provokasyon, rasyonelleşmiş olacaktı. Oysa hükümet böyle bir şeye hiç gerek görmedi. Çünkü, bizim açıklamaya çalıştığımız hedefe yönelik olan provokasyon, zaten hedefini bulabileceği kadar bulmuştu, sı­kıyönetime hiçbir gerek yoktu. Solun çevresin­deki gerçekliğe bakışının şematikliği burada bir kez daha ortaya çıktı. Biz, kendi davranış­larımızda belli bir statik yapıdan çıkamadığı­mız gibi, karşımızdaki güçlerin de buna benzer bir statik yapı içinde davranmalarını bekliyo­ruz. Zihnimizde bir sıkıyönetim modeli var. Karşımıza çıkacak her belânın bu biçimi almasını bekliyoruz. Öyle ki, sıkıyönetim ilân edil­meyince, bilinçaltı bir ferahlık bile duyuldu. “Olay çok kötüydü ama, neyse, bu kadarla at­lattık” dercesine bir tutum. Oysa atlatılan bir şey yoktu; olayın yarattığı, yaratmayı başardı­ğı gerçek kötülüğün etkilerini ise daha uzun süre yaşayacağız. Bunun bilincine varmamakta ısrar etsek bile.

Son olarak bir de şunu hatırlatalım. 1 Ma­yıs'ta olay çıkması bekleniyordu - bu boyutla­ra ulaşması beklenmese de. Gruplar arası ilişkilerin “tunç yasaları” bunu zorunlu kılmış­tı. Başkasının mitingini “basma”, 12 Mart ön­cesinden başlayarak, “devrimci gelenek” hali­ne gelmiş çirkin bir alışkınlık. 1 Mayıs önce­sinde bunun en sivri örneği TÖB-DER mitin­ginde görülmüştü. O zaman, Maocu gruplar arasında bir rol paylaşımı oldu. Her zaman daha uzak görüşlü davranabilen PDA, kendi üye yapısının niteliklerini de gözönüne alarak, “sosyal-emperyalistlerin toplantılarını” boy­kot etme kararını verdi. Çünkü bu davranış­ların kamuoyunda tepki uyandırdığını ölçebili­yordu. Maoist felsefeyi PDA kadar iyi kullana­madığı için bunu eylemde gözüpeklikle gider­meye mahkûm olan Halkın Kurtuluşu, bu du­rumda, hem “sosyal emperyalistlere”, hem de “oportünist Maoculara” karşı mücadelesini sürdürebilmek için, PDA'nın kararının tersini yapmak zorunda kaldı. Bu, yarışan atletlerin kulvar seçme zorunluğu gibi, politik grupların da öznel iradelerini aşan bir eylem seçme zorunluğudur. Baştan seçtikleri alan, sonradan atacakları adımları bir bir belirler.

Böylece, 1 Mayıs'a dıştan müdahale ol­ması kesinleşmişti. Bu müdahaleyi yolun ba­şında kesmeyip Taksim alanında göğüsleme­yi kabullenmek, bizce yanlış bir tutumdu. Ama bundan daha ilginç bir noktaya değinmek iste­riz. Yukarıda “iki düşmanlı” değişmez formül­den söz etmiştik. Devrimciler, her olayda bu formülü kullandılar. Ne var ki, Maocuların mü­dahalesinden sonra “CIA-MİT” diye özetle­nen güçlerin de müdahale edeceği, doğrudan doğruya bu formül içinde yazılıyken, kimse bu­nu beklemedi: hattâ olayın bir iki gün sonrası­na kadar da aklına getirmedi. Daha önce, bu formülün “statik” ve “dinamik” ögelerini tesbit etmiştik. Bu olayda açıkça görülen unut­kanlık da, aslında, formülün egemen sınıflara tekabül eden kısmının “statik” oluşundan ileri geliyor. Konumumuz, bütün dikkatimizi “iç düşman”a yöneltmemizi zorunlu kıldığı için, sı­nıf düşmanımız fiilen ikinci planda kalıyor. Bu da, apolitikleşmenin en acı göstergelerinden biridir.

Desen: Sadık Karamustafa