Baş Örtüsü Toplumun Zihnini Açıyor

Belki çok içindeyiz; çok içinde olduğumuz her dönemin bizim için “çok özel” görünmesinde olduğu gibi şartlanmış bir şekilde bakıyoruz belki ama, cumhuriyet tarihi boyunca bu memlekette pek rastlanmadığı kadar “düşünmek” zorunda kalıyoruz. Daha doğrusu “beraber düşünmeye” açık olan kesimler ezberlenmiş kalıpların, kurguların sınırlarını zorlayıp, algılarımızda yeni kapılar açarken, “laiklik”, “milliyetçilik”, “çağdaşlık” görüntüsü arkasında tek doğru düşüncenin kendilerinde olduğunu zannedenler, düşünceyi tekellerine almaya çalışanlar, kutsallıklarına yabancı madde bulaşmaması için kendilerini kapattıkları bunkerlerden sadece sağa sola salvo atışları yapıyorlar. Beğenmedikleri “çevre”nin, sınıfların, köylülerin, inançların, kültürlerin etkisi ve değişimin gücü karşısında mavi kanlarının ve imtiyazlarının bozulmaması için kapandıkları o küçük bunker dünyalarında kendine güvensizlik ve korkular had safhada.

Mutlak gerçeklik gibi kabul edilen ezberleri, kurguları bozan değişimin ritmine, hızına, direnişin, düşüncenin ve bilginin çoğullaşmasına yetişemeyenler ciddi ve acıklı bir şekilde geride kaldılar. Çünkü o bunkerlerinde çok havasız kaldılar, beslenemediler, dönüp dolaşıp tekrar ettikleri iki-üç slogana sıkıştılar...

Değişimi felaket olarak nitelendirdiler. Felaketin teorisini yapmaya çabaladılar. Çabaladıkça teorilerinin felaketini apaçık ortaya serdiler...

Teorilerinin acizliği karşısında, belden aşağıya oynamaya başladılar. Sahip oldukları körelmiş dilden en çok nemalananların hazırladığı tezgahlara balıklama atladılar...

Bu körelmiş dil vasıtasıyla imtiyazların içine çöreklenenler Mersin'de bir zamanlar bir çocuğun eline tutuşturdukları bayrağı yere attırıp, nasıl “Türk-Kürt çatışması” yaratmaya çalıştılarsa, şimdi de benzer vaziyetlerden medet umuyorlar. Şırınga marifetiyle kadınların bacaklarına kimyasal püskürten bir geri zekalı sayesinde (ya da aracılığıyla), Türk laikçi imgelemindeki fobik bir işaret olarak “mini eteklilere kezzap atıldı!” alarmıyla (hem de kış günü!) en ucuzundan “şeriat tehlikesi” oyunlarına sarılıyorlar.

Bu ucuzlukların yanısıra, onların insan aklının sınırlarını zorladıkları durumlar da var. Ama bu sınır zorlamaları düşünceyi çoğaltan, yeni kapılar açan zorlamalar değil. Oynadıkları oyunların boyutları toplumdan ve insandan ne kadar nefret edebileceklerini, bu nefret sayesinde neleri göze alabileceklerini de gösteriyor. Şeriat tehlikesi olarak kullanıma ve tüketime hazır edilmek üzere, Ramazan'da oruç tutmayan insanları boğazlayan üç-beş faşist sayesinde (ya da aracılığıyla) laik panik tamtamları çalıyorlar. Madımak otelini yakan katiller sürüsü sayesinde (ya da aracılığıyla) kimliklerini cilalıyorlar. Cumhuriyet gazetesini bombalıyorlar, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Uğur Mumcu'yu, Danıştay yargıçlarını gözlerini kırpmadan katledebiliyorlar. Yeter ki, bunkerlerinin sınırlarına gelmiş değişimden bir miktar daha korunabilsinler... Yeter ki, toplumda yarattıkları korku sayesinde bunkerleri korumak üzere kendilerini siper edecek olan “laikçi insan malzemesini” de harekete geçirebilsinler...

Bu laikçi insan malzemesini harekete geçirmeye çalışanlar kavgadan inanılmaz medet umuyorlar; kavga gerçekleştikçe de tarifsiz bir zevk alıyorlar. Adeta bir boks maçı şeklinde düzenledikleri, “histerik” çığlıklara sahne olan “32. gün” benzeri programlarla “laikçilerin” ve “şeriatçıların” birbirine girmelerini ve bizim de “bölünerek”, “tehlikenin farkına varmamızı” hesap ediyorlar.

Öte yandan, bu belden aşağı vurma hesaplarının ötesinde aynı zamanda havasızlıktan ötürü oksijen yetersizliğine uğramış akıllarının ne kadar mizah ve yaratıcılık yoksunu oldukları da açığa çıkıyor.

Mesela kardan adam ve kardan kadından korkuyorlar!

Sivas'ta TSE'nin tespit ettiği standartların dışında imal edilen, yani takkeli, sakallı bir kardan adam ve başörtülü, gülümseyen bir kardan kadın (ellerinde de Türk bayrağı!) fotoğrafı karşısında bir köşe yazarı (Fatih Çekirge) “Yapmayın kardeşim bu millete ayıptır” diyor; “Bakın o kardan adamı ne hale getirdik. Kim yapar bunu ? Çocukluğumuzdaki o kardan adam beyazlığını böylesine bir tahrikle kim eritir.” diyerek panikliyor ve o muhteşem “tahlilini” sunuyor: “Belli ki birileri bu milleti 'türban' diyerek 'Türk-Kürt' diyerek, bir çarpışmanın, bir firtınanın, bir uçurumun eşiğine getirmek istiyor... (...) Bu açık bir tahriktir... Ayıptır ve bu millete ihanettir.” (Hürriyet, 19.2.2008)

“Kardan adam ve kadın temsilinde yeni mizahi arayışlar” olarak nitelendirilebilecek bu kar çalışması üzerine yazarın yorumlarındaki mizah -niyet edilmeden yapıldığı için- eski komedi filmlerindeki düşme sahnelerinin yarattığı efektlere benziyor ve çalışmanın kendisindeki mizahı da bir anda aşıyor...

Kardan adamın takkeli ve sakallısını, kardan kadının başörtülüsüne tahammül edemeyen laikçi zihniyet, seçkinciliğini ve sınıfsallığını de giderek açığa vuruyor. “Starbucks” kafede “başörtülü kadın” gördüğünde mekanın ve kendisinin bütün itibarının yitip gittiğini düşünen (pardon, tecrübe eden) havasız kalmışlar “Burası gibi nezih bir işletmede bunların ne işi var?” diyerek bütün gerçekliği, bütün çıplaklığıyla görünür kılıyorlar. (Bkz. Zeynep Erdim'in haberi, Bianet 19.2.2008)

Pencereleri doğru dürüst hava almayan bunkerlerde hayat giderek çekilmez hale geliyor. Duvarlarını “medeniyet”, “çağdaşlık”, “laiklik” gibi anlamı boşaltılmış iktidar kelimelerinin örttüğü bunkerlerin sıvaları dökülüyor. Altından bir zümrenin sınıfsal tahakkümü ve hegemonyası sırıtıyor. Öte yandan, ezberlerini döne döne tekrar ederek dili fakirleşen, zihni körelen bu seçkinci sınıf iktidarı karşısında homojen cemaatler vasıtasıyla direnmeye çalışanların da çok yeni bir düşünce üretemeyecekleri de ortaya çıkıyor.

“Yeni söz” hem Türk usülü modernizmin totaliterliğine, hem de sadece kendine bakan geleneksel-ataerkil cemaatlerin totaliterliğine karşı direnenlerden çıkıyor. Örneğin, “Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir... Biz henüz özgür olmadık... Birimizin diğerimiz için tehlike olduğu korkusunu yayıp bizi birbirimize düşürerek bu adaletsiz düzenini devam ettiren yasakçı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiç bir özgürlük tam özgürlük değildir. Özgürlüklerin kısıtlanmasının ne demek olduğunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız.” diyerek bütün toplumu duyan, bu memleketteki gerçek özgürlük mücadelesine yepyeni bir soluk getiren başörtülü kadınlardan geliyor bu yeni düşünce...

Toplum onlar sayesinde, onların yeni kelimeleri sayesinde kendini, geçmişi ve bugünü daha iyi anlıyor; geleceğe daha güvenle ve umutla bakıyor.

Taraf, 21.2.2008