AKP'nin Toplumsal Mukavemetle İmtihanı: İstanbul Artık Fethedilmeyecek!

Türk muhafazakârlarının geleneksel İstanbul’un Fethi müsamerelerini idrak etmesinden iki gün sonra, Gezi Parkı direnişleri, İstanbul halkına yaşamlarına ve kamusal alanlarına sahip çıkma ehliyeti kazandırdı. Türkiye’nin her yerinde neo-liberal, milliyetçi-muhafazakâr dayatmalar karşısında umarsızlık içinde olan, geleneksel siyasal yapıların temsil vaadlerinin boş olduğunu, yalnızlaştırıldıklarını ve yaşam alanları üzerinde konuşma haklarının ellerinden alındığını deneyimlemekte olan kentliler açısından, bu işaret fişeği oldu. Türkiye’nin kentlileri, artık kendilerini temsil edeceklerdi.

Türk sağı ve özellikle de AKP açısından İstanbul’un Osmanlı tarafından fethinin hâlâ kutlanıyor olması ve bu kutlamaların şaşa’ası, AKP iktidarının İstanbul’un merkezindeki son yeşil alanı da talan etmeye kalkışmasına ve direnenlere karşı gösterilen orantısız kuvvet kullanımına tepkiyle doğan toplumsal hareketle - ve onun nişanı olan ‘orantısız zekâ’yla - birlikte yeni bir anlam kazanıyor.

TOPLUMSAL DİRENİŞ NEYE DİRENİYOR?

Toplumsal direnişe katılanların niyetlerini, amaçlarını okuyabildiğimi iddia etmeyeceğim. Hareketin çok farklı kesimlerden insanlardan oluştuğu ve rejimin uygulamalarına farklı itiraz noktalarından hareket ettikleri, Türkiye’nin geleceğine dair çok farklı tahayyülleri olduğu kesin. Toplumsal hareketin bu renkli ama birbiriyle - en azından şimdilik - barışık, birbirine gönül açmış hali, hareketin enerjisini ve çekici yanını oluşturuyor. Hareketin bileşenlerinin, destekleyenlerinin bu gönül açıklığı ve çok renklilik hali üzerinde düşüneceği ve bu hali içselleştirmenin yollarını arayacağı umudunda olmak istiyor insan. Bu hepimiz için çok yeni bir şey.[1]

Buna karşılık, en azından toplumsal direnişi harekete geçiren etkenler üzerine konuşmak mümkün.

31 Mayıs sabahı Gezi Parkına yapılan baskına tahammül edemeyen ve özgürlük adına ne varsa kaybedeceklerini düşünen kentli halk kesimleri, polis aracılığıyla uygulanan, insan hayatını hiçe sayan müdahalelerle karşılaşınca gösteriler isyana dönüştü. Bunda kuşkusuz, Başbakanın ve partisinin, siyasaş, ekonomik ve toplumsal topyekûn dönüştürme gündemi doğrultusunda hızla ve kimseyi dinlemeden yoluna devam edeceğini ilan etmekte olmasından kaynaklanan kaygılar ve gerginlikler de önemli bir rol oynadı. Hayat tarzı ve kamusal hayatı açısından ciddi zarar göreceği artık ayan beyan olan kentli orta sınıf kesimlerin içten içe kaynayan, her dışa vurum girişiminde bastırılan öfkesi, bana öyle görünüyor ki, bu toplumsal hareketin direklerinden birini oluşturuyor.

Başbakanın yanıtı, Ahmet İnsel’in deyimiyle ‘otoriteryen taşkınlığı’, bu isyanı körüklemiş gibi görünüyor. Gösterilere katılanların büyük çoğunluğu daha önce kendiliğinden bir toplumsal harekete katılmamış, hele iktidar aygıtlarının hışmına hiç uğramamıştı. Yıllardır devlet aygıtlarını elinde tutanların otoriteryen uygulamalarına karşı çıkanların çok iyi bildiği bir şeyi öğrendiler: Polis şiddetinin keyfiliğini, sınır tanımazlığını, kendi vergileriyle ödenen zulmü, hakareti.

Taksim direnişinin toplumsal bir hareket haline gelmesinden önce bütün muhalefet hareketleri fragmanlar halinde patlayıp sönüyor, sonunda AKP rejiminin taktikleri galebe çalıyordu.

Ceberrut devlet iktidarını bu kez kendi siyasal ve ekonomik ikbali için kullanan AKP ve etrafında kenetlenmiş çıkar gruplarına karşı çare yoktu; çünkü global neo-liberal kapitalist hegemonya, dünyanın etkisi altında tuttuğu büyük bir kısmında amansız, topyekûn bir iktidar kurmuş görünüyor. Çünkü AKP, 12 Eylül rejiminin aygıtlarını, ordu, polis, yargı ve medyayı tekeli altına almayı başarmış ve bunun için de, neoliberal istilanın başka bir mekanizmasını kullanmıştı: Devlet eliyle, yasama ve bürokrasi eliyle sermayenin el değiştirmesini sağlamış ve sermaye birikimini sıkıca kontrolü altına almıştı.

Özellikle, ekonominin motoru haline gelen inşaat sektöründe hızlı ve kolay kâr kanallarını – akarsuların ve ormanların talana açılması, sağlık ve eğitim sektörlerindeki reformlar yoluyla – rahatlatmış, hükümete ve AKP belediyeleriyle sıkı bir ilişki içine sokmuştu. (Şimdi anlıyoruz ki, alay edercesine isimlendirmiş Tabiiat Kanunu, ülkenin doğasına son darbeyi vuracaktı.) İnşaat ve bankacılık sektörleriyle içiçe olan medya korporasyonları da, iktidarla yeni bir göbek bağı kurarak, neredeyse topyekûn kontrolü altına alındı, bağımsız gazetecilik yapanlar bizzat Başbakanın talimatıyla işten çıkarıldı.

AKP’nin dayatmacı politikalarına, kamu ve doğa kaynaklarının talan edilmesine ve sağlık ve öğrenim alanlarında hızlı neoliberal değişimlere karşı yapacak bir şey yok gibi görünüyordu. Çünkü AKP iktidarına yükselen her itiraz hızla bastırılıyor ve ODTÜ örneğinde olduğu gibi yaralı protestocular medya tarafından mahkum ediliyor, mahkemeler tarafından süresiz, yargısız zindana mahkum ediliyordu. Her ciddi eleştiri ve protesto, neoliberal polisiye taktiklerin rutin bir uygulaması olarak kriminalize ediliyor, geniş halk kitlerlerinde korku oluşturuyordu. Adı konulmamış bir olağanüstü hal rejimi, yatak odalarımıza kadar uzanmaya başladı.

Umarsızlık vardı çünkü Meclis’teki muhalefet, kendini semboller üzerinden bir mücadeleye hasretmişti. İlkokul tarih kitaplarında pompalanmış, modern toplumsal hayatın kaygı ve tehditlerine nasıl denk geldiği belli olmayan sembollere dair kavgaları, her zaman AKP’nin kazanacağı bir zeminde süregidiyordu. Çünkü bütün bu semboller, 12 Eylül rejimi tarafından tüketilmişti. Ne zaman yeni bir şey söyleyecek olsalar, AKP onları bu semboller kavgasına geri çekiyordu. AKP, iktidarda olması hasebiyle etrafında toplaşmış çıkar gruplarını gürbüz bir girişimcilikle temsil ederken, siyasal partilerin temsil gücü kalmadı.

AKP REJİMİNİN ÜÇ PAYANDASI: KAPİTALİST TALAN, ORANTISIZ ŞİDDET VE TOPLUMSAL MUHAFAZAKARLIK

AKP iktidarının on yılı, muhalefet hareketlerine ve toplumsal itirazlara karşı orantısız şiddet kullanımıyla işaretlendi. Ancak evlerine ekmek getiremeyecek duruma geldiklerinde seslerini çıkaran emekçiler, kadın hakları aktivistleri, üniversitelere yönelik baskılara karşı gösteri yapan öğrenci ve öğretim üyeleri, akarsuların, ormanların ve parkların talan edilmesine karşı çıkan sivil hareketlerden Başbakanı protesto eden Karadenizlilere, daha neler, Cumhuriyet Bayramını sokaklarda kutlamak isteyenlere kadar şiddetin katı, sıvı ve gaz halleri sınır tanımaz bir şekilde kullanıldı.

Medyanın iktidarda kim varsa onunla göbek bağı içinde olması, bu olaylardaki tetikçi tutumunu açıklayabilirdi. Ama tasfiye ve yer değiştirmelerin ardından yargının da, iktidarın uygulamalarını koşulsuz meşrulaştırma ve kolluk güçleri önlerine ne koyduysa o yönde karar verme hali, toplumsal ve siyasal muhalefet grupları açısından karanlık bir Türkiye tablosu çiziyor.

Aynı zamanda AKP, başı yeni Hıristiyan Sağı tarafından çekilen global tahakkümün muazzam kaynaklar harcayarak yarattığı toplumsal muhafazakâr gündemden başarıyla yararlanıyor. Kürtaj ve eşcinsellik gibi ABD sağının takıntısı olan meseleleri Türkiye’nin gündemine sürerek, cinselik konusunda kafası karışık ve korku dolu Türk halkının büyük bir kısmının gündemin işgal edebiliyor. Ve bu arada hızla, yandaş sermayenin önünü açan yeni yasalar çıkarıyor.[2]

Fakat bütün bu saptamalar, AKP’nin toplumsal hareketlere karşı, ayyuka çıkan korkusunu ve orantısız şiddet kullanımını nasıl açıklayabilir? Başbakan, mümin ve ahlaklı bir gençlik yataracaklarını defaatle söylemişti. Ömer Çelik, Gramsci’ye tuhaf bir göndermede bulunarak, kültürel hegemonyaya dayalı bir iktidar olduklarını ilan etmişti. Öyleyse ne oldu? Kendi söylemleri içinde tutarlı kalmaları açısından, eğitim ve kültür kurumlarında, hatta medya üzeindeki denetimleriyle yetinmeleri, Türkiye’deki köklü dönüşüm hedeflerine bu alanlar üzerinden yürümeleri beklenmez miydi?

Fakat AKP’nin kültürel hegemonya çabalarının da şiddetsiz olmadığını görüyoruz. Eğitim kurumları, medya ve kültürel alanlardaki hakimiyet sağlama yönündeki çabaları, tasfiye ve tehdit gibi geleneksel Türk bürokrasi geleneklerine fazlasıyla dayanıyor. Hükümetin politikalarına itiraz eden öğrenciler, akademisyenler, gazeteciler ve diğer kültür işçileri belirsiz suçlamalarla süresiz olarak hapsedilmekle kalmadı, gözaltına alınma sürecinde işkence ve kötü muamele gördüler. Başka itiraz ve aykırılıklara verilen gözdağı, entelektüel ortamda – şimdi apolitik gençliğin beklenmedik bir güçle doldurmakta olduğu – bir boşluk yarattı. Dolayısıyla kültürel hegemonya girişiminden ziyade bir kültür savaşı yürütüldüğün, tespit etmek zorundayız. AKP hükümeti, bizzat kültirel savaş teriminin ima ettiği üzere, Hıristiyan sağıyla (ve aynı zamanda, İran ve Mısır gibi ülkelerdeki İslam dinini modern siyasal iktidara payanda olarak yeniden yorumlayan harekletlerle) sıkı bir bağlantı içindedir.

İktidara yürüyüşü sırasında ve iktidarın ilk yıllarında farklı görüşlere sahip aydın ve sanatçılarla, sivil toplum kuruluşlarıyla diyalog kuran ve onları dinler görünen, yaşam tarzlarına ve özgürlüklere yönelik kaygıları gidermeye çalışan Başbakan ve danışmanları, tüm kurumları denetim altına aldıkları noktadan itibaren köprüleri attı. Başbakan ve danışmanları, denetim mekanizmalarının zayıflatldığı bir Başkanlık sistemi heveslerini ilan eder ve ‘çılgın’ projelerini yürürlüğe sokarken, özgürlüklere müdahale eleştirilerine ahlak ve din adına cevap veriyor, özel yaşamın artık devlet denetimine alınması gerektiğini ilan ediyor, heykellerden ekmeğe kadar her konuda kendi tercihlerini dayatıyordu.

NEO-LİBERAL OTORİTARYENİZM

Artık şu açıktır: AKP, ciddi bir muhalefetin olmamasıyla övünürken bir yandan da her muhalefet hareketine şiddetle müdahale ediyor, toplumsal hareketlere katılanların suç işlediğini ilan ediyor, itirazları dinlemekten ve itirazların işitilmesinden korkuyor. Dolayısıyla, bir yandan haklılıkları konusunda çok emin görünen ve herkesin bu haklılık inancını tekrarlamasını isteyen AKP, eleştiriye, tartışmaya, hatta mizaha karşı büyük bir korku duyuyor. Başbakan’ın ‘mütedeyyin gençlik’ hedefi, bu gençliğin başka sesleri işitmesi tehdidiyle yüzleşemiyor. Bu yüzden üniversitedeki ve medyadaki aykırı sesler, orantısız bir şiddetle bastırılıyor. Bu yüzden sosyal medyaya karşı fetvalar veriliyor.

Başbakanın şimdi tehdit olarak gördüğü sosyal medyadaki paylaşımlar gösteriyor ki, AKP otoriteryenizmi, tam da toplumsal hareketin çıkış noktasını oluşturan temel unsurdur. Hem polis şiddeti, hem de Başbakan ve AKP tarafından toplumsal hareketin genişlemesine ve sürmesine karşı baskı ve tehditler, Türkiye’nin geleceğine dair iki önemli ipucu veriyor: Bir, AKP otoriteryenizmi ciddi bir tehdittir ve totaliter eğilimler göstermektedir. İki, AKP toplumsal hareketlerde ciddi bir tehdit görmektedir, bu yüzden de toplumsal hareketleri demokratik yönetme kabiliyeti yoktur. Başka bir deyişle, demokratik muhalefetle karşılaşan AKP, derhal totaliter yöntemlere başvurmakta, bir yandan korkuyu bir yandan da militarize olmuş polis yöntemleri kullanmakta ve keyfince demokrasinin dışında ilan ettiklerine karşı hukuku askıya alabilmektedir.

Fakat bu durum global örneklerinden ayrı tutulabilir mi? AKP’nin neoliberal hırsları, Türkiye’ye özgü sermaye birikimi süreciyle şekillenmektedir elbette: yani mütahit kapitalizmi, doğanın ve kamusal alanların talan edilmesi, yabancı sermaye bağımlılığı, sadece sermayenin değil geçim yollarının da yeni ve yandaş gruplara aktarılma süreci, bu kesimlerin minnet ve bağımlılık ilişkilerinden beslenen iktidarın kapalı döngüsü… Fakat hukukun yeniden yapılandırılması konusunda – belki Batıdaki demokratik denetim mekanizmalarına karşılık AKP’nin bu mekanizmaları ortadan kaldırma çabaları ve bu konudaki başarısı dışında – ciddi bir fark yoktur.

Yine bu ortamda, Meclis’teki iktidar talep eden muhalif partiler, Türkiye toplumuna ciddi bir temsil alternatifi sunmuyor. Fakat AKP’nin çok övündüğü bu durum, AKP’den değil, bu partilerin de neoliberal politikalara mahkum olmasından, dolayısıyla neoliberal oyunu daha iyi oynayan, köşebaşlarını zaten tutmuş olan bir partiye gerçekten de alternatif olamayacakları gerçeğinden kaynaklanıyor.

Yine İstanbul’a dönersek, bu partilerin de ekonomi anlayışları ve mütahit bağlantıları düşünülürse, İstanbul’un fethinden nemalanmak onlar için de önemli. Vakıf mallarıyla ilgili yasama tartışmalarında, hem CHP ulusalcılarının hem de MHP’nin, yabancı mallarının Türklerin fetih hakkı olduğunu söylediklerini hatırlayalım.

Birinci Dünya Savaşına kadar bir kentin fethini, muzaffer orduların en az üç gün süren yağma ve talanı izlerdi. Güçlülerin önünde hiç bir hukuksal ya da insani sınırın olmadığı, insan yaşamının ve kentin hiçbir değerinin olmadığı bir şiddet döngüsü… Feth eden kenti yeniden şekillendirir, kentin ekonomik ve sembolik kaynaklarından kimin yararlanacağına, halka ne olacağına keyfince karar verirdi. Ferman verilir, kent halkı sürülür, köleleştirilir, yerlerine yeni nüfus grupları yerleştirilirdi. Kent halkı bunu sessizce kabul etmek, yaralarını kendince sarmak zorundaydı. İstanbul defalarca feth edildi. Fakat Taksim’de başlayan toplumsal direniş hareketi, AKP’ye ve diğerlerine, İstanbul’un artık kolay kolay feth edilemeyeceğini söylüyor. Eğer bu hareket, hastanelerine, okullarına, meydanlarına ve Başbakanın ‘çılgın projeleri’ çerçevesinde talan edilmekte olan ormanlara ve doğal yaşam alanlarına sahip çıkabilirse, İstanbul gerçekten de bir daha feth edilemeyecek.


[1] Özellikle, son 10 yıldır böylesine kutuplaşmış ve biribirine – 12 Eylülden beri de Kürtlere – böylesine kulağını ve gönlünü kapatmış bir toplumun nasıl bir araya gelebildiği ve bu birlikteliği Taksim dışında bile koruyabildiğini anlamak mümkün değil. Bu, AKP kuvvetlerini epeyce sinirlendirmiş olmalı ki, Yeni Vakit ile Yeni Şafak arasındaki çatlak kapanmış, Yeni Şafak yazarları 12 Eylül sonlarındaki Emin Çölaşan kısvesine bürünmüş görünüyorlar. Bakınız: Gazetenin 6 Haziran 2013 nüshası...

[2] AKP’nin toplumsal muhafazakarığının global bağlantıları belki bariz görünmüyordur. AKP’nin kadın bedenine ve genel olarak bedensel pratikleri denetime alma konusundaki yoğun ilgisi – kürtaj, çocuk sayısı, kadının eve bağlanması, alkol vs –AKP’nin siyasal İslamcı geçmişiyle örtüşmekle birlikte, global neo-liberal stratejiyle ve ABD’de hızla yayılan Hıristiyan sağın gündemiyle bağlantılı görünüyor. Bunu hem AKP’nin toplumsal muhafazakar dayatmalarının Güney Amerika diktatörlüklerindeki neoliberal politikalara benzerliğinde, hem İslami referanslarının icat edilmesinde, hem de toplumsal muhafazakar temaların – örneğin kürtaj ve eşcinselliğin kınanması, kadına ve LGBT bireylere yönelik nefret söylemlerinin ve yasaklama girişimlerinin – gobal koordinasyonunda görebiliriz.